Ilinca Manolache ile Do Not Expect Too Much from The End of The World üzerine 

Röportaj: Zeynep Naz Günsal

Do Not Expect Too Much from the End of The World / Nu Aștepta Prea Mult de la Sfârșitul Lumii, Romanya sinemasının son yıllarda dikkat çeken yönetmenlerinden Radu Jude’nin Bad Luck Banging or Loony Porn’u (2021) takip eden filmi. 2023 Locarno Film Festivali’nin Jüri Özel Ödülü kazananı, 96. Akademi Ödülleri’nde ise Romanya’nın temsilcisi olmuştu. 

Film, prodüksiyon asistanı / sosyal medya kişiliği Angela Răducanu’nun çok uluslu bir şirket tarafından yaptırılan bir işyeri güvenlik videosunun casting çekimlerini yapmak için arabayla oradan oraya dolaştığı bir günü işliyor. Angela’nın bu hayalî şirketin fabrikalarında işçi olmuş, bu süreçte mesaide ciddi kazalar geçirip temelli sakat kalmış -gerçek- insanların evleri arasında gidip gelerek geçirdiği hikâye, Lucian Bratu’nun Angela Goes On / Angela Merge Mai Departe (1982) filmine yaptığı geçişlerle de ülkenin geçmişi ve bugünüyle neredeyse sürekli konuşur hâlde. Tür denen kavramı tümüyle alaşağı eden epik, komik, pek de sinirlendiren bir film. 

Amerikan kültürünün global hegemonyasına, ülkenin Avrupa Birliği’yle ilişkisine ve asıl da kapitalizmin ardında bıraktıklarına dair ince iğnelemelerle bol bol hicveder hâlde. Charles Baudelaire, Errol Morris, Don DeLillo ve Slavoj Žižek gibilerinin yazınlarından kısımlara, ayrıca Yosa Buson, Kobayashi Issa, Matsuo Bashō ve Masaoka Shiki gibi ustaların haikularına yer veren film tüm amansız yırtıklığına ek olarak edebi referanslarla dolup taşıyor. Nina Hoss, kendini canlandıran Ovidiu Pîrșan ve Bad Luck Banging or Loony Porn’dan bildiğimiz Katia Pascariu da önemli rollerde. 

Filmin, bir horoz bedeni üstüne yerleştirilmiş kömür rengi dolma kaşlı bir Andrew Tate içeren bir posterini de görmüş olabilirsiniz festival süresince. Dobra, iddialı, payetli elbisesinin tüm ihtişamıyla direksiyon sallayan başrol Ilinca Manolache’nin alter egosu Bobiţă (Bobitza) bu. 

43. İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimlerinin ardından MUBI’de gösterime giren Do Not Expect Too Much from The End of The World’ü konuşmak üzere Manolache’ye bağlandık; karakterin çıkış noktasından, senaryoyu okurken hissettiklerine, eril baskıyı tiye almanın güçlendiriciliğine uzanan bir sohbete koyulduk.


“Sayfa ardına sayfa okuduğumu ve çığlık atma hissi duyduğumu hatırlıyorum, çünkü senaryoda kendimi fazlasıyla iyi temsil edilmiş hissetmiştim. Çok azılı ve çok punk’tı. Filmin sahip olduğu bütün o enerjiyi metni okurken de yaşadım.”

Radu Jude ile uzun bir yaratıcı birlikteliğiniz var. Onunla önceden I Do Not Care If We Go Down in History as Barbarians ve Bad Luck Banging or Looney Porn filmlerinde birlikte çalıştın, fakat bu kez başroldesin. Bu filmde kadroya alınma sürecin nasıldı? Seçmelere katılman gerekmedi herhâlde.

Evet, seçmelere katılmadım çünkü daha önceki filmleri için seçmelere girmiştim. Dolayısıyla Radu beni tanıyordu ve rolü bana teklif etti. Aynı zamanda Bobiţă ile filmde oynamaya davet edildik. Bobiţă benim sosyal medya platformlarında icat edip canlandırdığım avatarım, bir tür toksik erkek karakter. O Radu’nun ilgisini çekti, çünkü Bobiţă’nın epey uçlarda olduğunu düşünüyordu ve bu tip sosyal eleştiri ilgisini çekiyordu. Böylece bana ilk olarak tekrar iş birliği yapmak isteyip istemediğimi sordu; ben de tabii ki evet dedim. O sırada hâlâ yazıyordu, senaryo tam olarak bitmemişti. Son taslağı gösterdiğinde senaryoya tümüyle âşık oldum. 

Bu aynı zamanda Radu Jude tarafından şimdiye kadar yazılmış en uzun senaryo ve birçok konu ve tema içeriyor. Eğer sadece birkaçını saymak gerekirse: Ekonomik çekişme, eşitsizlik, ırkçılık, kadın düşmanlığı, şirket sömürüsü… İlk okumanın ardından ne hissettin ya da ne düşündün? Az bir soluklanma ihtiyacı oldu mu, zira çok yoğun bir metin.

Hayır. Sayfa ardına sayfa okuduğumu ve çığlık atma hissi duyduğumu hatırlıyorum çünkü senaryoda kendimi fazlasıyla iyi temsil edilmiş hissetmiştim. Çok azılı ve çok punk’tı. Filmin sahip olduğu bütün o enerjiyi metni okurken de yaşadım. Temsil edildiğimi ve güçlendiğimi hissettim ve filmde oynayacak olmaktan onur duydum. Tabii ki okurken metnin altında biraz ezildiğimi de hissettim çünkü bütün düşüncelerim “Ya bunu senaryonun yazıldığı kadar iyi beceremezsem?” çizgisindeydiler. Ama neticede ikimizin de iyi bir iş çıkardığını düşünüyorum. Sadece ikimiz değil; tüm ekibin.

Filmin kurduğu çok absürt ama bir o kadar da gerçekçi bir mecra söz konusu. Yarı post-apokaliptik bir kara komedi diye tanımlamaya çalışabilirim. Aynı zamanda bir yol filmi ve gerçek dünya sorunlarına fazlasıyla eğilerek aynı anda birçok tema ve tonu dengeliyor. Bir oyuncu olarak bu yapıya adapte olmak nasıldı? 

O kadar da zor değildi. Yani kişisel sürecimde çok fazla şey olduğunu söylemek isterdim ama en zor kısmı yalnızca replikleri mükemmel bir şekilde öğrenmekti. Çünkü her şey inanılmaz derecede iyi yazılmıştı. Esas odağım buydu: replikleri eksiksiz bir şekilde öğrenmek. Çünkü bu çok fazla doğaçlama yaparak oynayabileceğim bir senaryo değildi; zira benim doğaçlayabileceğim herhangi bir şey asla Radu’nun yazdıkları kadar olağanüstü olmayacaktı. Ayrıca Radu’ya o kadar çok güvenmiş ve senaryonun her santimini öylesine hissetmiştim ki bu o kadar da zor olmadı. O yüzden, evet, en zor kısmı replikleri öğrenmekti. Bunun dışında ekipteki herkes işini yaptı.

Angela Răducanu çok akıllı, iyi okumuş biri ve bu güvenlik videosu yapımında besin zincirinin en altında yer alıyor gibi. Fazla çalışan, hak ettiğinden az kazanan, az takdir edilen… Ayrıca birçok çelişkiden oluşuyor. Politik anlamda epey bilgili ve seçmelere katılan tüm bu insanlara karşı yeterince anlayışlı. Fakat aynı zamanda sürekli bir koşuşturma içinde günü kurtarmaya çabaladığı için zamanla baya duyarsızlaşmış biri gibi de geliyor. Filmdekine benzer türde şirketlerin temsil ettiği her şeyden nefret ediyor ancak hayatını onların kirli işlerini yaparak kazanıyor. Jude ile birlikte onun içindeki bunca çatışmaya nasıl yaklaştın? 

Yaşantım Angela’nınki gibi mi bilmiyorum ama hayatımda pek çok kez aşırı çalıştırıldığımı hissettim. Var olmak ve değer görmek için her zaman mevcut olmam, sürekli içerik sunmam gerektiğini… Ve bir noktada o kadar depresif, o kadar sefil ve mutsuzdum ki! Biraz fişi çekip kendime zaman ayırma lüksünü yaratmam gerekti. Ne bileyim, bazen günde üç oyuna filan çıkıyordum. Ben ülkemde çoğunlukla bir tiyatro oyuncusuyum. Bu ilk büyük sinema rolüm ve deneyimim. Dediğim gibi, Radu’nun yazdıklarının beni epey temsil ettiğini hissettim çünkü ben de kendi hayatımda çok fazla baskı altındaydım. O baskıyı, fazla çalıştığımı, birçok koşulda yeterince maaş almadığımı ben de hissediyorum ve yarattığım bu Bobiţă avatarını canlandırarak bir nevi kendimi tazelemeye çalışıyorum. Bu karakter, benim ve toplumun kadın kesimi olarak bizlerin etrafındaki bu toksik enerjiyi bir yönden eleştirme ihtiyacı. Bu yüzden Radu’yla Angela hakkında çok fazla konuşmamıza gerek kalmadı; onun her zerresini zaten hissetmiştim. Ben de Angela’ymışım gibi hissediyorum, bunu duyumsuyorum. Ben de bu toplumun, bize sürekli daha fazlasını yaptıran ve karşılığında çok az şey veren bu kapitalist sistemin bir parçasıyım.

Bobiţă… Ondan nefret etmeye bayıldım. Gerçekten acayip bir tipleme. Onu pandemi sırasında ortaya çıkardın sanırım?

Evet.

Her ne kadar son derece uç bir karikatür ve ironik bir çıktı olsa da esasında Angela’nın bilinçaltından taşan öfke ve saldırganlığın vücutlaşmış hâli gibi. Bence pek çok kadının ya da Bobiţă’nın temsil ettiği zihniyetin baskısını hisseden herkesin canlandırmaktan büyük haz alabileceği bir persona… 

Kesinlikle!

Kendini kaybetmek, saçma sapan şeyler söylemek… Ki bunlar yapma lüksümüzün hiç olmadığı şeyler.

Ama aslında bu tür şeyler etrafımızda var, bu lafları duyuyoruz ve toplum da bunları kabul ediyor. Andrew Tate var örneğin. Kendisi çok büyük bir platforma sahip. Bir konuya açıklık getireyim: Bu karakteri yarattığımda Andrew Tate’den haberim yoktu. İnanılır gibi değil çünkü filtre bile ona o kadar çok benziyor ki!

İçine doğmuş resmen.

Fakat bu tür söylem ve toksik erkek üstünlüğü her yerde. Ya toy ya da ince bir tavırla ama her yerde. Bu beni çok etkiliyor. Tiyatro alanında da tüm o genç aktrislerin, genç yönetmenlerin, kadın yönetmenlerin tepesinde bu çeşit bir erkek tipi ve üstünlüğü var. Bu duruma şu veya bu şekilde öfkeliydim ve bu hakimiyeti eleştirmek istemiştim. Bunu göstermek için elbette ki dalga geçiyoruz ve ben bunu yaparken kendimi güçlendiriyorum. Aynı zamanda bunun bu tür bir anlatıdaki tahakkümü aktarma mekanizması olduğunu ve bu egemenliğin oldukça tehlikeli olduğunu da gösterme ihtiyacı duydum. Evet, bu üstünlüğe karşı mücadele etmeliyiz.

Film elbette oldukça komik, ancak Angela’nın direksiyon başında gerçekten uyuya kalıp kalmayacağına dair alttan alta bir endişe hep var ve bu film boyunca fazlasıyla hissediliyor. Angela’nın hikâyesinin, çok benzer koşullar altında bir araba kazası sırasında hayatını kaybeden bir prodüksiyon asistanının akıbetinden esinlendiğini okudum. Çekimlerden önce veya çekimler sırasında bunun ağırlığı hissedildi mi?

E tabii ki, çünkü buna tanık olmak çok ama çok ağır bir şey. Yani bu sektördeki insanlar ve Radu’nun kendi filmlerini çekmeden önce çalıştığı reklam sektöründe de ekip aşırı çalıştırılıyor. Bu insanlar günde 18 saat, hatta belki daha fazla çalışıyorlar. Çok fazla reklam filminde oynamamış olsam da iş ahlâkının çok sorunlu olduğunu duymuştum. Ayrıca birçok yabancı ülke buraya, Romanya’ya hep reklamlarını filan çekmeye geliyor çünkü ucuzuz!

Türkiye de öyle. 

Tabii ki sadece işini yapmak isteyen ve bu esnada sömürülen tüm bu insanların hikâyelerini paylaşma isteği duydum. Sonuçta içlerinden bazıları hayatlarını yitirdi.

Esasında bu öyküde iki Angela var. Senaryo bu iki kadın sürücü arasında paralellik kurarak ilerliyor. Ta ki bu diğer Angela da hikâyeye diyejetik biçimde girene kadar; bu gerçekten müthiş bir an. Üstelik Dorina Azar ve László Miske, Angela Goes On’daki rollerini tekrardan icra ediyorlar ki filmi durdurup bunu IMDb’den doğruladığımda hem sizin, hem de onların rollerine olan yatırımımı üçe katlayan bir sürpriz olmuştu. Onlarla çalışmak nasıldı? Özellikle de Dorina Lazar’la, zira onunla harika bir kimyanız var.

Kendisi oldukça iyi tanınan bir tiyatro oyuncusu. Romanya tiyatrosunda ikonik bir figür, ayrıca sinemada da. Aynı zamanda Bükreş’te çok önemli bir tiyatronun da yöneticiliğini yapmıştı, bu sebeple onunla çalışmak fikri beni çok heyecanlandırmıştı. Dorina’ya karşı büyük bir hayranlık duyuyordum çünkü 80’lerdeki o filmde çalışması ve yaptıkları muhteşemdi. Ayrıca o filmin ikonik ve çok feminist türden bir “komünist film” olduğunu düşünüyorum ki bu çok ender rastlanabilecek bir durum. Angela Goes On’u Radu bana göstermeden önce bilmiyordum; hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ne yazık ki Romanya sinemasının büyük başyapıtlarından biri olamamış. Bunun nedeni hakkında sahiden hiçbir fikrim yok. Çünkü film çok iyi ve barındırdığı feminist içerik de harika. Bu yüzden onunla çalışmak başta biraz zorlayıcı oldu, zira karşımda hayran olduğum büyük bir aktris vardı. Fakat en nihayetinde birbirimizi tanıdık ve birbirimize karşı rahat hissettik. Dorina Lazar’la çalıştığım ve onunla birlikte umarım sonsuza dek duracak bu vesikaya sahip olduğumuz için çok mutluyum.

Filmin bu iki kadının paralelliği üzerinden kasvetli bir tür yorum yaptığını düşünüyor musun? Çünkü kimi açılardan şimdinin Angela’sına ve karşılaştığı bazı durumlara bakıldığında o zamandan bu yana pek bir şey değişmemiş gibi. 

Evet. Bence bu iki film arasındaki diyalog çok ilginç çünkü aynı zamanda birer belgesel değeri de taşıyorlar ve Bükreş’i farklı dönemlerinde temsil ediyorlar. Bence evet; aralarında bir fark var çünkü artık komünist bir diktatörlüğümüz yok. Bu büyük bir şey. Biz… özgürüz, diyelim. Özgür bir ülkeyiz ve bu son derece önemli ama özünde, bu hür toplumumuzda kadınlar olarak hâlen hissettiğimiz şiddet dinamiği çok korkutucu.