İlk izlenim: The Idol

Yazı: Melikşah Altuntaş

Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren yeni HBO dizisi The Idol, Euphoria’nın yaratıcısı Sam Levinson’ın imzasını taşıyor. Abel Tesfaye (namıdiğer The Weeknd) ile Lily Rose Depp’i başrole taşıyan dizi, ne yazık ki iddialı paketinin ihtişamından fazlasına tekabül edemeyen, şaşırtıcı derecede zayıf bir dizi.

Bu yazı, henüz ilk iki The Idol bölümünü izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Succession’ın görkemli finalinin ardından HBO’da pazar akşamlarının yeni heyecanı olarak konumlandırılan The Idol, henüz proje aşamasından itibaren adından söz ettirmeye başlamıştı. Setten gelen haberler ve post prodüksiyon aşamasında çıkan dedikoduların üstüne gösterim tarihinin ertelenmesi ve Rolling Stone’da çıkan “İşkence Pornosu” başlıklı kritik yazısının ardından Abel Tesfaye’nin öfkeli tweetleri derken ortalık birbirine girmişti. Nihayet tamamlanan ve bu pazar ilk bölümü ile HBO’da (her pazartesi de BluTV’de) yayımlanmaya başlayacak dizi, ilk iki bölümüyle geçtiğimiz hafta Cannes Film Festivali’nde görücüye çıktı.

Uzun ve bir hayli tuhaf bir dergi çekimi sahnesiyle açılan dizi, bizi ilk albümü ile başarılı bir çıkış yakalayan ve dünyaca ünlü bir pop yıldızına dönüşen Jocelyn’in (Lily Rose Depp) yaşadığı bir kayıp sonrası geçirdiği zor zamanları atlatmaya çalıştığı süreçte karşılıyor. Jocelyn yeni single’ının hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyor; dansçılarıyla prova yapıp, videoklip çekimleri için hazırlık yapıyor. Aynı anda ekibinin de sosyal medyada hızla yayılan uygunsuz bir fotoğrafının yarattığı skandalı toparlamaya çalışmasını izliyoruz. Aşağı yukarı bu özetin, uzun dakikalara ve her biri önden tahmin edilebilir klişeler yumağı çok sayıda sahneye yayılmasına şahitlik ettiğimiz ilk bölüm, Jocelyn’in bir kulüpte DJ’lik yapan Tedros (The Weeknd) ile yollarının kesişmesi ve ikilinin anlam verilemeyecek şekilde hızlı ve birdenbire yakınlaşmasıyla erotik soslu bir romansa dönüşüyor.

The Idol’ın adıyla müsemma ikonluk hâlini, akla gelen ilk fikir ve hikâye akslarıyla karşımıza getirip, işi baş karakterinin öyküye hizmet etmeyen çıplaklığıyla “renklendirme” çabası, dizinin izleyiciyi içine bıraktığı çaresiz seyir tecrübesindeki en tahammülfersa durum. Sözümona pop kültür eleştirisi ve içinde bulunduğumuz dönemin sosyal gerçeklerine temasta bulunan dizinin, hiç vakit harcamadan eleştirdiği şeye dönüşme hızına şahit olmak The Idol’ın seyri açısından en şaşırtıcı deneyim. 

Dizinin ikinci bölümüyle birlikte 90’lı yılların Showgirls, The Nine ½ Weeks, Wild Orchid gibi erotik gerilimlerine öykünen bir yapıya bürünmesi ve hatta bu sevdasını da gönderme yapma zahmetinde bile bulunmadan karakterlerine açıktan Basic Instinct izleterek açık etmesi sonrası, The Idol’da ciddiye alınmaya değer bir hikâye takip etme lüzumu görülmemesi âdeta ilan ediliyor. Bölümün neredeyse yarısı, Depp ile Tesfaye’nin yer aldığı “atanamamış Fifty Shades of Grey” temalı bir Saturday Night Live skeci şeklinde ilerleyince; dizinin üçüncü bölümüne dair bir merak unsuru da mumla aranacak hâle geliyor.

Sam Levinson’ın Euphoria’da çıkardığı işi takdir eden ve pek çoklarına yaranamamış Malcolm & Marie’sini de ilgiye değer bulmuş bir izleyicisi olarak; Tesfaye bu dizinin fikriyle kapısını çaldığında The Idol’ı gerçekleştirmeye dair nasıl bir heyecan duyduğunu doğrusu merak ediyorum. Zira hit dizisi Euphoria’nın yeni bölümlerine en erken 2025 yılında erişim sağlayacak olmamıza neden olması dışında, kariyerinin başından beri hayalini kurduğunu söylediği Cannes macerasının da bu diziyle (resmî programda nasıl yer verildiğini asla anlayamadım) gerçekleşmesi kendisinin ne kadar işine yarayacak meçhul.