Doğanın güzellikleri, doğanın yıkıcılığı: İrem Apak ile ilk kişisel sergisi üzerine

Röportaj: Gülşah Akın - Fotoğraf: Flufoto

Sakarya Nehri’nin kollarından biri olan ve Eskişehir’in içinden kıvrıla kıvrıla giden Porsuk Çayı ya da antik ismiyle Tembris, Eskişehir’i “Anadolu’nun Venedik’i” yapan önemli şeylerden biri. Her nehirde olduğu gibi içinde bir ekosistemi barındıran, yaşam döngüsünü bıkmak tükenmek bilmeden sürdüren Porsuk, bu yıl İstanbul’dan bir sanatçının, İrem Apak’ın ilhamı oldu. 

İrem Apak, Koş Diye Fısıldıyor Dere (The Stream Whispers Run) adlı ilk kişisel sergisinde; su, çürüme, döngü, ekosistem gibi konuların etrafında dolanarak, benim “naturepunk” olarak adlandırdığım bir sunumla izleyicilerini bu kavramlarla karşı karşıya getirmeye devam ediyor. 8 Aralık’a dek Eldem Sanat Alanı / Fırın’da ziyarete açık olan sergiye dair merak ettiklerimizi İrem Apak ile konuştuk.


“Yıkıma uğrayan ekosistemlerin kendi kendini yenilemesi beni çok etkiliyor. Sergide, hayatın bir yerde sona ererken yeni bir yerde yeniden başladığı bu döngüye vurgu yapıyorum.”

Sevgili İrem Apak, hoş geldin. Seni biraz tanıyabilir miyiz, sanatla ilişkin nasıl başladı mesela?

Hoş buldum. Sanatla ilgim aslında çok küçük yaşta başladı. Çocukken elime geçen her türlü materyalle, sadece kâğıt ve kalemle değil, çiçek sapları ve bitkilerle oyunlar kurar, onlardan oyuncak gibi şeyler yapar ve kendi oyun piyonlarımı tasarlardım. Yani sanatla bir şekilde hep iç içeydim. Ancak eğitim hayatım biraz farklı bir yönde ilerledi. Üniversitede Fransızca okumaya başladım ama bu durum içimde hep bir ukde olarak kaldı. Sanat okumadığım için memnun değildim ve ideallerimle pek örtüşmüyordu. Sanki önüme bir engel konmuş gibiydi. Yine de galerilerde çalışarak, yaratma tutkumla ilgili içimdeki boşluğu doldurdum ve sonunda odağımı tamamen sanatıma verdim diyebilirim.

Peki yetişkinlikte bu sürece geçiş kararını nasıl verdin?

Üniversitede kendimi ait hissetmediğim bir bölüm okudum ama yine de sanat dünyasından kopmak istemedim. Bu yüzden üniversite yıllarımda galerilerde çalışarak profesyonel sanatçılarla iletişimde oldum, asistanlık yaptım ve onlara destek verdim. Bu süreçte aslında sanattan uzak kalamadığımı ve kendi kendime zaman kaybettiğimi fark ettim. Fransızcayı tamamlamadım, çünkü bu bana zaman kaybettiriyordu. O yüzden kendimi sanatta tamamen ifade etme yoluna adadım ve beni engelleyen şeyleri önümden kaldırdım. Böylece tamamen sanatıma yoğunlaşabildim.

Sanatla ilgini profesyonel bir düzeye taşımışsın. Eldem Sanat Alanı’ndaki ilk kişisel serginden bahsetmek istiyorum. Eldem Sanat Alanı ile yolun nasıl kesişti?

Eldem Sanat Alanı, sergilerini ilgiyle takip ettiğim bir sanat alanıydı ve bu vesileyle Esra ile tanıştık. Zamanla, gelecekteki sergi takvimleri için iletişimde kaldık ve bir sergi tarihi belirledik. Ekim ayında sergiyi açtık. İstanbul’da yaşayan bir sanatçı olarak, mekâna özgü işler üreteceğim için Eskişehir’de daha uzun süre kalarak çalışmalarımı buradaki alanla uyumlu hâle getirdim. Yaklaşık bir buçuk ay boyunca Eskişehir’de çalıştım. Bu süreç, galeriyle ve şehre dair bağlarımı güçlendirmemde çok faydalı oldu.

Serginin adı The Stream Whispers Run. Sergi nehirle ilgili diyebilir miyiz? Neden “nehir koş diye fısıldıyor”?

Sergi aslında mikrodan makroya değişimleri ve ekosistemlerin zaman içindeki dönüşümünü anlatıyor. Porsuk Nehri’nden ilham alan ve “Doomed Tadpoles” adlı yerleştirmem ise bu temayı vurgulayan bir çalışma. Sergide Porsuk’tan aldığım su bitkilerini kullanarak doğal bir yerleştirme oluşturdum. Porsuk Nehri geçmişte çok daha temiz ve güzeldi, ancak zamanla endüstriyel atıklarla ekosistemi bozuldu. Bu dönüşüm sürecinde bazı su bitkileri doğal filtre görevi üstleniyor ve oksijen sağlıyor. Bu şekilde yıkıma uğrayan ekosistemlerin kendi kendini yenilemesi beni çok etkiliyor. Sergide, hayatın bir yerde sona ererken yeni bir yerde yeniden başladığı bu döngüye vurgu yapıyorum.

Eskişehir’deki sanatçı misafirliği sürecinde şehri ve Porsuk’u daha yakından tanıma fırsatın olmuş. İstanbul’da Marmara Denizi’yle yaşadığın benzer bir deneyim de var mı?

Evet, çocukluktan beri Marmara Denizi’yle de bir bağım var. Ancak Marmara Denizi de zaman içinde çok kirlendi. Küçükken balıklarla yüzdüğüm sular artık çöplerle dolu. Marmara ve Porsuk Nehri gibi su ekosistemlerinde yaşanan değişimleri izlemek her zaman ilgimi çekmiştir. Özellikle daha küçük bir alan olan Porsuk Nehri’ndeki çürüme ve yenilenme sürecini gözlemlemek bana ilham veriyor.

Sergideki yerleştirmeden genel olarak serginin anlatmak istediği hikâyeyi nasıl kurguladın?

Yerleştirme, serginin ana temasını çok iyi yansıtıyor. Sergide oluşturduğum yapay gölette Porsuk’tan aldığım su bitkilerini kullanarak canlı bir ekosistem yarattım. Zamanla suyun içinde oluşan mikroorganizmalar, tohumların filizlenmesi ve kuruması, canlıların yeniden canlanması gibi doğal bir döngüyü gözlemleyebildik. Video yerleştirmelerinde de bu döngüyü detaylandırıyorum. İki video kolaj çalışmamda hayat döngüsünden ve mutasyon geçirmiş deniz anaları gibi su ekosistemlerinde yaşanan dönüşümlerden bahsediyorum.

Zaman içinde “karabaşlar” oluşmaya başladı. Şu anda İstanbul’a geri döndüm ama fotoğraflarını, videolarını gördüğümde, bu karabaşların büyüdüğünü fark ediyorum. Su mercimekleri filtreleme görevlerini öylesine yerine getiriyor ki ortam yoğun bir şekilde kokmaya başladı. Orada hem yok olan hem çürüyen hem de tekrar hayat bulan bir döngü var aslında. Sergideki tüm işlerde, bu döngüye vurgu yapıyorum. Videoların yerleştirmelerinde de bu döngüyü işliyorum; örneğin iki ayrı video yerleştirmesinde semenderlerin doğum sürecini ele aldım.

Evet, onu sen mi ürettin diye merak etmiştim ben de.

Videoları, tamamen kendi çekimlerim ve internetten bulduğum görsellerle oluşturduğum kolajlardan meydana getirdim. Hem benim çekimlerimden hem de çeşitli kaynaklardan bir araya getirdiğim görsellerden oluşan yoğun bir kolaj çalışması yaptım. Videoların manipülasyonu ise oldukça ileri seviyede. Bu işler, semenderlerin yaşam döngüsüyle mikroorganizmaların hareketlerine odaklanıyor. Sergideki “Zehir Anaları” adını verdiğim iki heykel de bu döngüyü yansıtan mutantlaşmış deniz analarını simgeliyor. Zehirli sular içinde yaşamaya uyum sağlamış, bir tür canavarlaşmış deniz anaları olarak kurguladım onları.

Cam işlerine gelirsek, sergi turunda hatırlayacağın gibi dijital çalışmalarımı camla kapladım; arkalarında bir filmin oynadığı bir duvar kurguladım. Bu duvarı, mikroskopla izlediğimiz organizmaları izliyormuş hissini yaratacak şekilde tasarladım. Burada, mikrodan makroya geçiş hissini vererek, küçük detayların büyük yansımalarını izleyebileceğimiz bir mercek etkisi yaratmayı amaçladım. Tüm sergi, döngünün başlangıç ve bitiş hikâyesine odaklanan bir anlatı sunuyor.

Tarzın hakkında “nature punk” gibi bir yorum yapmıştım ben Esra’ya; bu konuda ne düşünüyorsun?

Bu tanımlamaya çok sevindim; romantik, naif bir bakış açısını içerse de doğanın güzelliklerinin yanı sıra yıkım ve ölüm gibi unsurları da sergide ele alıyorum. Güzel olan her şeyin içinde bir yok oluş süreci de bulunuyor ve bu döngüye vurgu yapmaktan çok keyif alıyorum.

Gelecekteki projelerin için neler planlıyorsun?

Son dönemde projelerimin ve sergilerimin birer “gözlem evi” gibi, süreci yaşayan, nefes alan işler olmasını istiyorum. Bir eseri üretmek, onu sergilemek ve bu süreçte farklı gözlemler sunmak benim için oldukça çekici. Geçmişte de benzer bir sergi kurguladım; canlı ve süreç içinde değişen işler fikri beni çok etkiliyor. Sadece benim işlerimde değil, diğer sanatçıların da benzer yaklaşımları beni kendine çekiyor. Bu bağlamda, ilerleyen projelerimde canlı, nefes alan, gözlem ve yaratma sürecine dayalı işler üzerine yoğunlaşmak istiyorum. Şu anda biraz dinleniyorum; ancak yeni sergi ve eser projeleri, gözlem ve yaratma sürecine dayalı bir anlatı sunmaya devam edecek.