Şehri hatırlamanın başka bir yolu: İstanbul Ansiklopedisi
Yazı: Esin Çalışkan
İstanbul’da doğdum, burada büyüdüm. Ama bu şehrin sakinleriyle kurduğu bağ hiçbir zaman tam olarak net, düz, çizilebilir bir hat gibi olmaz. Biraz karmaşık, biraz mesafeli, çoğu zaman da fazlasıyla içli dışlıdır. Neredeyse toksik bir sevgiliye benzetilebilir İstanbul. Netflix kataloğuna 17 Nisan’da eklenen İstanbul Ansiklopedisi’ni izlerken bir şey oldu; sanki adını koyamadığımız tüm uzaklıklar, şehrin kıyısından, köşesinden sessizce süzüldü ve yer etti kendine.
Selman Nacar’ın yazıp yönettiği sekiz bölümlük dizi, tam da bu “kenarda olma” hissiyle açılıyor. Zehra’nın gözünden şehre bakmak, bilinmeyenin içine yürümek gibi. Üniversite için geldiği İstanbul’da, annesinin eski arkadaşı Nesrin’in yanında kalmaya başlıyor. Nesrin, çevresine çizdiği sınırlarla ayakta duran bir hayatın içinde yolunu ararken Zehra o düzene hem yabancı hem de ona dokunmaya meyilli. Kurdukları bağ anlayıştan değil de birbirlerini anlamadan kalabilmelerinden doğuyor. Aralarındaki gerilimse belki de kadın olmanın farklı yerlerden, farklı yorgunluklarla yaşanmasından geliyor. Biri neyle karşılaşacağını bilmiyor, diğeri nelerden kaçtığını unutmamaya çalışıyor.

Dizinin ismi, İstanbul’u bir ansiklopedinin maddeleri gibi detaylıca kayda geçirmeye çalışmış, takıntılı ama bir o kadar da hayalperest bir isimden ödünç alınmış: Reşad Ekrem Koçu. 1905 doğumlu Koçu, 1940’lardan 70’lerin başına kadar “İstanbul Ansiklopedisi” adlı büyük projesini sürdürüyor ama ne yazık ki “G” harfine geldiğinde maddi zorluklar nedeniyle yarım bırakmak zorunda kalıyor. Şehre dair anlatısında sokak dedikoduları, semt efsaneleri, eski lonca hikâyeleri kadar gündelik detaylara da yer veriyor. Kendisinin yarım kalmış ansiklopedisinden ödünç alınan isim, dizinin İstanbul’a dair seçici bir bakış sunduğunu fısıldıyor. Her detay, Koçu’nun “ansiklopedik takıntısı”yla değil ama bir şeyleri unutmamak için direnmesiyle akrabalık kuruyor.
Helin Kandemir (Zehra) ve Canan Ergüder’in (Nesrin) oyunculukları yazınsal bir dikkatle işlenmiş, ikisi de karakterlerini büyük bir içgörü ve ölçüyle taşıyor. Selman Nacar’ın önceki filmlerini izleyenler bilir; onun anlatısında vicdan diye bir mesele vardır. Bu kez o ahlaki gerilim yerini daha katmanlı bir içsel hesaplaşmaya bırakmış. Zehra’nın yeni bir hayata tutunma çabasıyla, Nesrin’in geçmişten kopamayan hâli arasında sessizce akan bir mesafe var; izleyeni de içindeki yarım kalmışlıkları düşünmeye çağıran bir yerden.

Uzak bir şeyin içinde
Zehra için İstanbul yeni bir dünya; başlangıçların, heyecanın ve ihtimallerin şehri. Şehre ilk kez gelen birinden ziyade etrafına nihayet ulaşılmış bir hayal gibi bakıyor sanki. Nesrin ise bu şehri çoktan geride bırakmak isterken yaka paça her yerinden çekiştirenlere hangi parçasını emanet edeceğini şaşırmış biri. Zehra’nın gözünde parıltı olan yerler, Nesrin’in gözünde yük. Çünkü onun için İstanbul artık sorumlulukların, yalnızlığın ve geçmişin ağıyla örülmüş bir yer. Alzheimer’la mücadele eden annesi, kendi yolunu bulmakta zorlanan kız kardeşi ve onlara duyduğu karmaşık bağlılıklar arasında sıkışmış Nesrin. Doktorluğu da bu yükün bir uzantısı belki; başkalarını iyileştirerek kendine iyi gelmenin bir yolu.
Zehra’nın gelişiyle bu yalnızlık çatlıyor; evin düzeniyle birlikte alışkanlıklar, korunmuş duygular, görmezden gelinen hatıralar da sarsılıyor. Zehra’nın gençliği, isteği ve inadı; Nesrin’in mesafesini, kabuklarını ve kendi sessizliğini tehdit ediyor. Öyle ki bu karşılaşma her ikisi için de İstanbul’u yeniden tanımlama “fırsatı” sunuyor ama malum, büyük – küçük demeden bu coğrafyada kim olduğunuzu bazen sizden önce birileri söylüyor. Dizinin 4:3 formatta çekilmiş olması da tesadüfi değil. Dediğine göre yönetmen Selman Nacar, bu tercihi hem klasik izleme alışkanlıklarının dışına çıkmak hem de günümüzün en tanıdık çerçevesi hâline gelen dikey ekranlara görsel bir gönderme olarak seçmiş. Bu dar kadraj, karakterlerin sıkışmışlık hissini güçlendirirken, izleyicinin de kendi dar ekranlarında karşılaştığı hayatlara başka bir gözle bakmasına imkân tanıyor.
Yardımcı oyuncu kadrosu da bu özenli anlatının taşıyıcı unsurlarından biri. Nezaket Erden’in Zehra’nın hayatına sızan kırılgan ama etkili varlığı, Tolga Tekin’in taşıdığı ölçülü ağırlık, Melisa Sözen’in kısa ve çarpıcı performansı ve Müjde Ar’ın şahane performansı hikâyenin kurduğu dünyayı derinleştiriyor. Bir zamanlar sinema perdesinde kadın olmanın sınırlarını yeniden çizen Müjde Ar, burada sadece varlığıyla değil; yokluğunda bile gürül gürül hissedilen bir kaynak olarak beliriyor. İstanbul Ansiklopedisi, kendi hikâyesini belleğe kazırken gürültüsüz, ağırkanlı bir dil kullanıyor ve bu uğurda izleyicinin sabrına talip olmaktan da çekinmiyor.

Senaryoda zaman zaman hissedilen bir mekaniklik de söz konusu. Özellikle bazı diyaloglar karakterin değil de fikrin ağırlığını taşıyormuş gibi tınlıyor ve bu hâliyle anlatı, yer yer insanı eski bir Yeşilçam filmine götürüyor. Kimi sahnelerde bu durum doğal akışın önüne geçse de dizinin genel atmosferiyle bütünüyle çelişmiyor; hatta karakterlerin yabancılaştığı dünyaya, bilinçli bir yapaylık hissiyle katkı sunuyor. Hayatın tam içinden gelen meselelerin bir tür kurmaca, bir tür delilik hâli ve renkli bir oyun olduğunu hatırlatması da bu resmin nüanslı bir parçası olduğunu düşündürüyor er geç bana.
Karakterlerden birinin dediği gibi “İnsan, hayatında eksik olanı her şey zannediyor.” Belki de bu yüzden yarım kalan ciltlerden taşanlar var hâlâ ve sayfalar değil; bakışlar devriliyor bir evin eşiğinde.