Zamanla yarışmayı bırakmak: Jakuzi ile Madalyon I üzerine

Röportaj: Cem Kayıran - Fotoğraf: Aylin Güngör

Jakuzi diskografisinin üçüncü albümü Madalyon; arasına bir, belki iki mevsim girecek şekilde iki bölüm olarak tasarlandı. 27 Eylül’de dinlemeye açılan ilk bölüm Madalyon I, hem grubun bağımsız olarak yayımladığı ilk albüm hem de Kutay Soyocak’ın Soup Natsy (Bahri Onur Erol) ile geçirdiği ortak üretim sürecinin ilk çıktısı. 

Kayıtlarının bir kısmı Büyükada’da Soup Natsy’nin ev stüdyosunda, bir kısmı da Memet İncili eşliğinde Kadıköy’deki Vibes stüdyosunda gerçekleşen Madalyon I; parlak, hatta vintage denebilecek bir ses manzarası çiziyor. Grubun her daim yakın olduğu 80’lere doğru daha da belirgin adımlar atılıyor. Kutay Soyocak’ın söz yazımındaki ve ifadesindeki yönelimler, albümün genelindeki ışıltılı atmosferini daha bulanık, daha yorumlamaya açık bir renge boyuyor. Albümün en melankolik anlarına ev sahipliği yapan Brek imzalı “Yalnızlar Caddesi” de bir düet olması itibarıyla Jakuzi külliyatı için bir başka ilk.

Soup Natsy ve Memet İncili’nin miks kredisini paylaştığı albümün mastering işlemleri ise diskografisinde J Dilla’nın Donuts’ı, Yves Tumor’un Safe in the Hands of Love’ı ve Animal Collective’in Painting With’i gibi baş döndüren albümler bulunan Dave Cooley imzalı. Jakuzi’nin yolunu bu isme çıkaran albüm ise Ariel Pink’in 2017 çıkışlı Dedicated to Bobby Jameson’ı olmuş.

Sakin bir çarşamba günü Kutay’la Moda Sahil’de buluştuk. Kaydırağından bazen oyuncak arabaların bazen bağıran çocukların fırladığı bir oyun parkının yanında sohbete koyulduk. Madalyon’un ilk yüzünü, yeni yaratıcı arayışlarını, tercihlerini ve bu oyun alanını kendisi için canlı tutabilme yöntemlerini konuştuk. 


“Hayatla ilgili hissettiğim şeyleri, kendi doğamla ilgili şeyleri anlatıp tekrara düşmek istemedim. O direktliği biraz kırmaya; birçok şeyi çağrıştıran, duyunca hayal kurabildiğimiz, kafamızda bir resmi canlandıran şarkılara yaklaşmaya çalıştım.” 

Üçüncü albüm serüveni dallanıp budaklandı, rotalar değişti. Şimdi Madalyon’un ilk yüzünü yayımlıyor olmak nasıl bir his?

Tekrar bir şey üretme moduna girdiğim ve onun altında ezilmeyip tatmin olarak çıktığım için mutluyum. Bu kadar zaman sonra yapıp yapamayacağımı, işi yürütüp yürütemeyeceğimi gösteren bir turnusol kâğıdı gibi oldu. En azından tekrar kafamda bir şeyleri oturtabildiğimi görmek, onları birbirleriyle bağlamak iyi hissettirdi. Kendi becerilerimi anlamak, nerede eksiklerim olduğunu görmek; devamı için almam gereken bir çıktı gibi oldu.

Bu noktaya gelene kadar biraz daha deneme – yanılma ve karın ağrıları şeklinde gitti. “Sür Beni” ile birlikte Onur’la (Soup Natsy) çalışmaya başlayıp, bunu albüme dönüştürecek kadar birbirimize güvenip birbirimizi anladığımız bir yere evrilince rahatlama geldi. Yapmak istediğimi bir-iki gömlek daha geliştirebilecek, üstüne bir şeyler koyabilecek partnerler bulmak konusunda sıkışmıştım. Bu işi insanlarla birlikte yapmayı istiyorum açıkçası. “Lider” olmak istediğim bir ağırlık düşleyemiyorum. Müziğin bu şekilde yapıldığını yeniden görebilmek için de iyi bir zaman geçirdiğime inanıyorum. Acısıyla tatlısıyla. Başkalarından kaynaklanan sıkıntılar da yaşadım ama o umutsuzluğa da girmedim. Oradan çıktığım için çok mutluyum.

İyi çalıştığı kanıtlanmış, güvenli bir yoldan sapıyorsun aslında bu albümle. Taner Yücel’le yaptığınız iki Jakuzi albümünün ardından, Soup Natsy ile stüdyoya girdiğinde başka fikirlere inanmaya, ikna olmaya ne kadar açıktın?

Aslında çok açıktım. Taner’den sonraki süreçte bunun grup müziği olmasıyla ilgili büyük bir hevesim vardı. Çok fazla ittirdim böyle olması için. Ancak şu gerçekle karşılaştım tekrardan: Sıfırdan bir şey üretmek her zaman çok kişiyle mümkün olmuyor. O araftaki yer, dört-beş kişinin bir arada olabildiği bir alan değil. En başta da tek göz odada başladığı için, o izolasyonun hemfikir olmasıyla ilgili bir durum olduğuna inanıyorum. İnsanların işi sahiplenmesinin çok farklı koşulları var. Benim yaşadığım baskıya benzer bir baskıyı başkalarının da sırtlamasını beklemek çok doğru gelmedi. 

Kafamda gitmek istediğim yerden ziyade “elimde neler var, nelerden malzeme üretebiliyorum”u görmek kaçınılmaz bir yol oldu benim için. Havada uçan bir sürü parça parça şeyin aksine “hangilerini gerçekten işleyebilecek kadar özümsedin, ne kadarı demlendi”ye döndü mevzu gittikçe. Bir yandan çok fazla şey dinliyor olmamızın getirdiği bir tehlike bu da. Dönem dönem farklı şeylere de kopabiliyor, yükselebiliyorsun.

Senin üretim pratiğinde bu zaten belli ediyor kendini. Vox In Rama ya da “Geçmişin İzi” gibi örneklerle en azından.

Bu işte anlaştığımı gördüğüm insanların çoğunda o var. Kimsenin janr fanatikliği yok. Bu zaten çok sıkıcı bir şey. Tehlikesini ve güzelliğini de bir ölçüde anlamaya çalışarak ne yapabildiğime odaklanmak benim için rahatlamayı mümkün kıldı. Onur’un da işini benimle

benzer araçlarla yapıyor olması bana yakın geldi ve birbirimizi tamamladık. İşi yaparken kimse kimseden daha fazla söz sahibi bir yerde değil; en başta o tek göz odada müzik yaptığımız duruma döndü. 

“Korkuluk”ta mesela duyduğun ilk akor ve groove’dan Kutay üstündeki ölü toprağını atmış hissi geçiyor ânında. Zihinsel olarak bulunduğun konumu özetlemiş oldun sen de.

Hayatımızda iki-üç senelik bir kesinti oldu ya… Aslında pandemiden önce 30’larıma giriyordum ama üç sene sosyalleşemediğim için 30’larıma biraz daha geç girmiş oldum. O sıkıntı dönemini öyle geçirdim gibi yorumluyorum. Jakuzi’nin ikinci albümüyle birlikte bir geçiş yaşıyorken pandeminin önünü kesmesiyle, bunu sosyal olarak üzerimden atamamanın getirdiği bir gecikme yaşadım. Kendini çok da ciddiye almama hâli ve aslında malzemenin çekirdeğinde de o olması, ona göre kendi çekim alanını oluşturması işleri çok kolaylaştırdı. 

Eskiden daha çok müzisyenliğimin yeterli olup olmamasına takılıyordum. Şu an ise şarkı yazarı olduğumu biraz daha sahipleniyorum. Dönüp ilk iki albümdeki şarkı sözlerine baktığımda mevzumun kimlik ve Türkçe sözle anlatımla ilgili bir aidiyet olduğunu fark ettim.

Bu koleksiyondaki şarkılar ne kadar seninleydi bilmiyorum. Dinleyenin de yorumlayabileceği bir tavıra yöneldiğini düşünüyorum. Bu süreçte yazımına dair nasıl aydınlanmaların oldu? Yıllar içinde söz yazmak için ideal ruh hâline geçmek kolaylaştı mı?

Kolaylaşıyor galiba. Üstünde çok çalıştığım, biraz bekletip geri döndüğüm şeyler de oluyor; bir anda yazdıklarım da. Yazarken mesajımın sadeliğinin çok yavan olmadan insanlara geçmesine odaklanıyordum. Bu direktliğin getirdiği etkinin peşindeydim. Bu albümde biraz daha şiir ve şarkı sözü arasında giden bir denge kurmaya çalıştım. Hayatla ilgili hissettiğim şeyleri, kendi doğamla ilgili şeyleri anlatıp tekrara düşmek istemedim. O direktliği biraz kırmaya; birçok şeyi çağrıştıran, duyunca hayal kurabildiğimiz, kafamızda bir resmi canlandıran şarkılara yaklaşmaya çalıştım. 

İnsanların anlamayacağı düşünelerek yazılmış sözlerden ziyade; yorum yapabilmek için onları teşvik edebilecek bir şekilde yazmak beni de heyecanlandırıyor. Yazan için de sınır koyan bir şey. Anlaşılmaz şekilde yazmak biraz da annenin bir çocuğun elindeki şeyi elinden alıp, onunla başa çıkmasına izin vermemesi gibi bir şey. Bir yandan da zaten her şey bu kadar hızlı giderken neyin zamanını bu kadar kısaltmaya çalışıyoruz, bilmiyorum. Kendimizi biraz daha geri atmak hepimize iyi geliyor sanki. Bir yandan sözlerin o kadar da soyut ya da gizemli olduğunu da düşünmüyorum. 


“Sorgulama hâli hiç bitmeyecek ve devamlılığı sağlayan şey de tam olarak bu. Bundan azat olsak zaten şarkı yazmak için bir motivasyon da bulamayız.” 

Peki Madalyon ismi senin için ne ifade ne ediyor, sana nerelerden konuşuyor? 

Aslında iki tarafı kurgulamadan önce kendimi müzikle ifade etmeye devam ettiğim için bir nevi omzuma vurup kendimi alkışlamama dair bir metafor Madalyon. Kendimi en hızlı, en efektif şekilde ifade edebilmek için biraz cahil cehaletiyle heykel okurken girdiğim bir şeydi müzik. Jakuzi’den önceki işlerimde çok da aktif olmadığım için işleyişin nasıl olduğunu pek de anlayamadığım bir yerdeydi. Jakuzi’yle birlikte harala gürele bir şeyin içine girmenin; turnelerin, konserlerin, aynı zamanda kendini ortaya koymanın getirisi olan geri basmayan duruşun bana zarar veren tarafları olduğunu da düşünüyorum. Yolda giderken zamanı iyi kullanamadığımı hissettiren durumlar oldu. O yüzden birazcık kopmaya eğilimim vardı. Pandemi de bunu hızlandırdı. Hepimizde olduğu gibi dönem dönem umutsuzluğa düştüğümüz zamanlar oluyor. Yükseliyoruz, düşüyoruz. Kendi açımdan sevdiğim ve yapmak istediğim şeyleri bulmak madalyonun kendisiydi.

Albümün iki bölümü var ama Madalyon I de kendi içinde çeşitlenen dünyalara sahip. Bu parçaları bir araya getiren, bu yüzü oluşturan esansı sen nasıl tanımlıyorsun?

Üretim ve yazım biçimi olarak lo-fi estetiğinden beslenmesiyle. Müzisyenler, albümler ilerledikçe hep daha büyük prodüksiyonlar, imkânlar ister ya; kendini garip olabilecek alanlara sıkıştırmana sebep olabiliyor bu. Madalyon’un ilk yüzü biraz daha Jakuzi’nin kendi hâlinde müzik yapan tarafını temsil ediyor. Hiçbiri diğerinin önüne geçmiyor. Zaten Jakuzi’nin hem zenginliği hem handikapı bu: Çok yere çekilebilecek bir elastiklikte; bir yandan da dinleyiciler tarafından daha net bir yere konumlandırılan, kalıplandırılan bir durum da var. İlk tarafı benim biraz daha rahat olduğum; diğer tarafı müzisyen olarak benim için de bilinmez olan bir alan olarak tasarladım. Özetle kendimi daha rahat hissettiğim bir yerden başlamak istedim. Bu yerde de neyi bilip bilmediğimi gözlemledim. Her kurgu her zaman yüzde 100 planladığmız gibi olmuyor. Sezgisel olarak iyi hissettiren yollara girebiliyoruz. Bu açıdan Madalyon I benim için biraz daha lo-fi stilinin; John Maus, Ariel Pink, Phil Collins, Echo & The Bunnymen gibi kafamda “geçtiğini” düşündüğüm şeylerin hâlâ da yolun içinde olduğunu gördüğüm bir süreçti. Böyle düşünmek ve zamanla yarışmayı bırakmak bana iyi geldi açıkçası. 

Bizim yaş grubumuzdaki pek çok yaratıcı kişinin benzer bir fark ediş yaşamaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Mesele ilerlemek değil de biraz daha çevreni algılamak gibi. Hayatında neler olmuş, elekte neler kalmış; konu buymuş, onu fark ettim. Elekte kalanların eskiden yapmış olduğum şeylerle akraba olduğunu görmek de mutlu etti beni. Diğerlerinin gerçekten özümseyerek bir parçası oldum yoksa müzikal bir “hype” etkileşimi içerisinde mi dâhil oldum, bilemiyordum. Kütüphanende neler kalmış bakarsın ya; yıllar geçmiştir ama kendinden bir parça bulmuşsun gibi hissettirir. Onun gibi. 

Başka bir yerde de söylemiştim bunu galiba, yazdığım şeyleri hayatımın almanağı olarak görüyorum. Dönüp baktığımda o zamanki meselemin, kafamdaki kavganın ne olduğunu gördüğüm bir kitap gibi. Sorgulama hâli hiç bitmeyecek ve devamlılığı sağlayan şey de tam olarak bu. Bundan azat olsak zaten şarkı yazmak için bir motivasyon da bulamayız. Kendi mitolojisinin getirdiği bir sıkıntı. Dünyayı kurtaracak veya yapılmadığında sıkıntıya düşürecek bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Güzelliği de orada: O kadar ciddiye almamak ama biricikliği için de bir o kadar emek harcamak.

İlk dinleyişten sonra aklımda en çok dönen parça “Sahipsiz Gölge” oldu. Çok akıcı, Jakuzi külliyatında “bir grup çalıyor” hissini en dolu hâliyle yaşatan kayıtlardan biri. Ezgi Daloğlu’nun solosu da çok yakışmış.

“Sahipsiz Gölge”, Onur’la beraber ilk şarkı yazma deneyimimizdi. Bir süre durdu, çok bir yene bağlanamadı, farklı versiyonları oldu, rafa kalktı… Sonra tema, tamamen şarkının introsuyla bulundu. Baştaki gitarın arpej hareketiyle giren ve nakaratın da esas melodisi olan armoniyle başladı. O bana birazcık Echo & The Bunnymen’in The Killing Moon’unu, The Smiths’in Johnny Marr gitarlarını hatırlattı ve oraya kaydı. Onur’un zaten sevdiği, “Miami synth wave” diye esprisini yaptığımız; gitarların 80’ler tadında olduğu dünyaya gitti. Birkaç referansla oluşsa da yazdıkça çokça başka eklemeler oldu. Orta kısmı da Pink Floyd-vari, dura kalka genişleyen bir yapıda hissetmiştim ilk dinlediğimde. Sonra Air’in “Playground Love”daki tenor saksafon fikrinden yola çıkarak Ezgi Daloğlu’yla kayıtlar yaptık.

Etrafına albümü kurgulayacak bir kolona ihtiyacımız vardı ve “Sahipsiz Gölge” de o oldu. Albümü ikiye ayırmadan önce kafamda oluşmuş yekpare bir akış vardı ama bu şarkı biraz yönümüzü bulmamızı, tünelden çıkmamızı sağladı. 

Şarkının ismi Behçet Necatigil’in bir şiirinden geliyor. Albüm için kurguladığım ifadeyi, cumhuriyet sonrası şairlerde ve yazdığım ilk şarkı sözlerine baktığımda gördüğüm direkt anlatımı Garip akımına, Türkçe edebiyattaki yalın dil arayışına benzettim. Bunun şiirle bir arada olmasını istedim. Adada Onur’la albüm kapanmasını yapabilmek, en çok sevindiğim şey oldu. Çünkü kafamda biraz o cosplay hâline bürünebilirmişim gibi geldi. O fırsatı böyle değerlendirmeye çalıştım, biraz bohemliğe dönebilmeyi denedim yani. 

Bahsettiğin grup hissi yazımlarda oluşturulan katmanlarla gelişti bence ama çok doğal bir şekilde yolunu buldu bu şarkı. Onur’un yazımı çok büyük fark yarattı. Adaya Yüce (Akın) Prophet’iyle geldi gitti, Can geldi davul düzenlemelerini yaptı. Yazım açısından adanın bir merkez olması çok iyi çalıştı. Onlar da kafaları temiz bir modla, resetlenerek geldiler. Yazarken elimizin MIDI seslere gittiği durum, Yüce’nin katılımıyla analog synth dünyasıyla tamamlandı. Onun da çok büyük bir katkısı var. Bu albümün bu kadar synth ağırlıklı duyulmasının sebebi Yüce’nin dokunuşu.

Bir de düet var tabii, Brek’in yazdığı ve birlikte söylediğiniz “Yalnızlar Caddesi”. Jakuzi’nin ilk düeti nasıl ortaya çıktı?

Hep kendi yazdığım şeyleri söylemekten yanayım ama Brek benimle o şarkıyı paylaştığında “Senin kaleminden, ağzından yazmaya çalıştım” demişti. Gerçekten, ben de yazsam böyle yazardım. Çok yakınlık hissettim. Bir düet yapacaksam bunu Brek’le yapmak çok anlamlı geldi. Onun da yoluna, dönüşümlerine, ilerleyişine çok yakından tanık oldum. Kendini yapıp yıkma hâli bana yakın ve besleyici geliyor. Açıkçası bu yakınlığı hissetmeseydim başkasının yazdığı bir şarkıyı dâhil etmek istemezdim. 

Peki hikâye olarak kendi kurgunun içine yerleştirmekte zorlandın mı?

Parçaların hepsini birer mekân ya da sahne olarak hayal ettiğimde, “Korkuluk” bir lise balosunu, 80’ler gençlik lisesi sıkıntısını çağrıştırıyor. “Sahipsiz Gölge” bunun biraz daha olgunlaştırılmış hâli; balodan çıkmış, kötü makyajlı çocuğa, biraz daha gotik bir tiplemeye bağlanıyor. “Çürük Düş” en şımardığı, serseri olduğu mod. 

Şiir olarak yine Behçet Necatigil’in “Sahipsiz Gölge”si gibi, “Yalnızlar Caddesi” için Brek’in yazdığı sözler bana biraz da Ahmet Haşim’in “Merdivenler” şiirini hatırlattı. Bu şiiri yazarken, kendini çirkin hissettiği için hep akşamları, geceleri sokağa çıkarmış Ahmet Haşim. “Yalnızlar Caddesi”, bunun biraz daha kalabalık bir set hâlini canlandırdı kafamda. Albümün o şairane, biraz daha grotesk dünyasının içine girebildi. “Sür Beni” ile olan keskin mod geçişi ve “Outro”daki kaza ânı da Looney Tunes maceralarındaki hafif karikatür ve parodik ölümleri hatırlatıyor. İkinci bölümdeki yeni hayata da bir interlude olmasını istedim. 


“Sahnedeki ve günlük hayattaki hâlimi ayrıştırmada koyduğum kontrastı hep istedim. Gündelik hayatta iş bitince onu unutuyorum. Onu hep taşımayayım ki döndüğümde oynamak için heyecanlandığım bir oyuncağım olsun.”

“Kapı Açılıyor” ve “Son Süratle” isimli intro ve outro kayıtlarında da ilgi çekici numaralar var. Hatta keşke daha çok olsaydı diye geçirdim içimden dinlerken. 

Senle “Sür Beni”den sonra kaydettiğimiz podcast’te konuştuğumuz zamanlarda hayal ettiğimden daha azını yapabildim bu anlamda. Parça aralarına da bir şeyler gelsin istiyordum. Şarkıların kendisini yazmak daha büyük mesai ve zaman aldı… Tabii ki! Zaten! 

Introda kapının açılmasını duyma fikri, biraz da çatı arasından gelen tuhaf sesler düşünerek çıktı. 80’ler B-movie’lerinden, korku filmlerinden, John Carpenter soundtracklerinden de çok etkileniyoruz. Korkuyla karışık bu kapı açılışından sonra, albümün kapağı da şekillenmiş oldu. Kapaktaki üç kişi hem üçüncü albümümüz olmasını hem de Jakuzi’ye başladığımız Taner, ben ve Can üçlüsünü de temsil eden bir mizansen gibi geldi. O kapının açılması biraz duygusal olarak da tek başıma kalmak zorunda kaldığım dönemden sonra yeniden insanlarla bir şey yapabilmeme bir gönderme gibi. 

Ruhsal olarak  dair pek çok doneyi bir yerlere serpmişsin aslında.

Evet, döktüm biraz. Kendiliğinden oldu ama.

Kendini bu kadar aynalamak baskı ya da stres unsuru oluyor mu?

Aynı meseleyi düşündüğüm zamanlar oluyor. Yazdığım zaman içine gömülüyorum ama kafamın öyle çalışmadığı; biraz kendi hâlimde olduğum zamanlarda da iş biraz benden ayrışıyormuş gibi geliyor. Biraz beni ürkütüyor da doğrusu. Yüzde 100 üzerimde taşıdığım bir şey değil; kafasına girdiğimde çıkan bir şey gibi. Sahnedeki hâlim ve günlük hayattaki hâlimi ayrıştırmada koyduğum kontrastı hep istedim. Gündelik hayatta iş bitince onu unutuyorum. Onu hep taşımayayım ki döndüğümde oynamak için heyecanlandığım bir oyuncağım olsun.

Röportaj yayımlandığı sırada turneniz başlamış olacak. Nasıl bir kurulumla çalacaksınız bu turnede?

Can Kalyoncu (davul), Doğa Ocak (synthesizer) ve Tibet Akarca (bas) ile çalacağız. Yıllar sonra tekrar turneye çıkmak hem tatlı bir heyecan hem de bir stres. Dünyanın bıraktığımız noktaya ne kadar benzediğini kesinlikle kestiremiyorum.

Dönüşümüzden sonra hem Doğa hem Yüce (Akın) sahnede olacak. Yıllar içinde bu synth müziğini daha fazla analog enstrümanla sahnede çalma idealim boşa gitmedi. İster istemez yolda değişiklikler oldu ama günün sonunda istediğim şekilde çalabileceğimiz bir ekibe sahibiz. Bu kadar çok değişiklik olmasını istemezdim elbette ama hepsi de bu hikâyenin bir parçası. 

Peki Madalyon II için bir takvim var mı aklında? Metotlar ne kadar değişecek?

2025’in ilk aylarına yetiştireceğim. Bu sefer biraz daha stüdyo tarafı baskın, daha şan ağırlıklı bir dünya olacak. İlk bölümde olduğu gibi hepsi farklı yönlere gidecektir ama aynı kümede toplayabildiğim bir tarz olsun istiyorum. Hazırda olan şarkılar var tabii ama “Sahipsiz Gölge” gibi yeni bir çekim alanı oluşturan bir şarkı olursa, son âna kadar sudoku devam edecektir.