Şov dünyasının en çalışkanı: James Brown - Say It Loud

Yazı: Utkan Çınar

James Brown: Say It Loud; “Soul’un vaftiz babası”, funk, disco ve hip hop’un öncülü, 50 yılı aşan sahne kariyeriyle fenomen müzisyenin hayat hikâyesini anlatıyor. Dört bölümlük belgesel serisi, 19-20 Şubat tarihlerinde A&E’de yayımlandı.

Zaman dilimi ve mekân

Müzisyenin 1933’teki doğumundan (bu doğum yılını Willie Nelson ve Nina Simone ile paylaşmakta) 2006’da ölümüne kadar. Mekânımız ise ABD, özellikle Güney Carolina ve Georgia. Bir ara Rumble in the Jungle için Zaire’ye de uğruyoruz.

İlk intiba?

Alex Gibney gibi pek sevdiğim bir yönetmenin elinde çıkma 2014 tarihli Mr. Dynamite: The Rise of James Brown varken Say it Loud’dan ne beklemem gerektiğini bilmiyordum açıkçası. Özünde Black Lives Matter sonrası Brown’ın “Siyah”lığının daha çok vurgulandığı ve Siyah bir yönetmenin elinden çıkma bir iş olsun istenmiş olabilir. Bir yandan da James Brown hakkında çok daha fazla belgesel yapılsa da bir sorun olacağını sanmıyorum. “Hayatın kendisinden büyük” bir karakterden bahsediyoruz sonuçta.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler 

Şimdiden bakınca müziğine, sounduna çok aşina hissetsek de Brown’ın kendi başına bir müzik türü icat ettiğini hatırlayarak izlemeli. Belgeselin de vurguladığı üzere dönemin ayrımcı reflekslerine rağmen bu kadar büyük olması da yabana atılmamalı. Yeteneğini düşündüğümüzde, eğer beyaz olsa Elvis’in on katı popülerliğe ulaşması işten bile değil. Tabii agresif, “yüze tokat” sahne duruşu da çok yardımcı olmamış olmalı!

Belgesel nasıl yöntemler/malzemeler kullanıyor? 

The Legacy of Black Wall Street ve Olympic Pride, American Prejudice gibi işleriyle tanınan Deborah Riley Draper’ın özellikle hızlı, dinamik ve “funky” montajı dikkate değer. Müzik hiç susmazken, röportajları da anlayabiliyorsunuz. Ses kurgusu gayet iyi kotarılmış. Müzikal anlamda James Brown dışında bir şey duymuyoruz zaten. Dramatik bir soundtrack olmaması çok iyi fikir. Ayrıca daha önce gün yüzü görmemiş röportaj ve konser görüntüleri de zenginleştiriyor yapımı. Konuk yelpazesi de çok zengin. Brown’ın kendi kızlarının yanı sıra; Mick Jagger, Questlove, Bootsy Collins, Chuck D, LL Cool J gibi tanıdık yüzler; farklı dallardan akademisyenler, gazeteciler, politik figürlerle efsanenin kariyeri her yanıyla dolu dolu ama sıkmadan işleniyor. 

En çok neyi sevdin?

Müzik, müzik ve tabii ki müzik. Apollo konseri, T.A.M.I. Show, Pavarotti düeti, Zaire performansı görüntüleri… Hepsi harika. Üç saate yakın süre boyunca altta susmayan müzik bile hiç sorun olmuyor, hatta iyi geliyor. Kızlarının cana yakın tanıklıklarını da keyifle dinledim. 2007’de aramızdan ayrılan orijinal hype-man Bobby Byrd’ü görmek de güzeldi. 

En az neyi sevdin?

Evet, röportajlar için seçilen konukların farklı disiplinlerden olması iyi olsa da belki daha fazla tanıdık müzisyen olabilirdi diye düşündüm. Konser performansları daha uzun verilebilir; bölüm sayısı arttırılarak yer açılabilirmiş gibi sanki. Yine diyorum, Brown bunu hak ediyor. Belki beraber çalıştığı harika müzisyenlere de daha çok yer verilebilirdi. 

Modunu nasıl etkiledi?

Brown’ın enerjisine şahit olup da iyi etkilenmemek mümkün değil. Sanırım bir zaman makinem olsa ve tarihte herhangi bir konsere gitme şansım olsa James Brown ilk tercihlerimden biri olurdu. Hatta belki de ilki. Ayrıca Brown’ın o kadar yıpratıcı bir hayata rağmen son zamanlarına kadar koruduğu sahne enerjisine de hayranlık uyandırıcı. “Please Please Please”deki, ne çıkış parçası ama, pelerin manevrasının da tarihin en iyi sahne şovu olduğunu düşünmekteyim!

Kimler sever?

Brown ile ilişkisi “I Feel Good” ve “Sex Machine”den ya da Eddie Murphy taklitlerinden ibaret olanlar için çok aydınlatıcı olduğu kesin. Özellikle funk ve soul’un doğumu, diğer türler üzerine etkileri konusunda kısa bir tarih dersi var ortada. Bir de iyi müzik seviyorsanız…

Bunu seven şunları da sever

Beavis & Butt-Head ve Office Space’in yaratıcısı Mike Judge’ın country ve funk müziğe ayırdığı, müthiş animasyon/belgesel serisi Mike Judge Presents: Tales From The Tour Bus’ı hemen yazalım. James Brown’a ayrılan iki bölüm özellikle tavsiye. Ama siz hiç birini atlamayın kanımca. Say It Loud’un da konuğu olan Questlove’un 1969’da yapılan Harlem Kültür Festivali’ni anlatan Summer of Soul (…Or, When the Revolution Could Not Be Televised) isimli belgeselini de tekrar hatırlatalım.