Zerre olma hissiyatı: Yaratıcıları ile Koudelka üzerine
41. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması bölümünde yer bulan Koudelka – Aynı Nehirden Geçmek, Magnum Photos üyesi Çek asıllı fotoğrafçı Josef Koudelka’nın Akdeniz coğrafyasındaki arkeolojik alanlara odaklandığı Ruines projesine eşlik ediyor. 84. yaşını kutlayan sanatçının fotoğrafa, yaşama ve evrene yaklaşımına ışık tutan bu yol belgeselini kendisi de bir fotoğrafçı olan yönetmen Coşkun Aşar ve senaryo ile kurgu aşamalarında beraber çalıştığı Ayhan Hacıfazlıoğlu’ndan dinliyoruz.
Belgeselin odağındaki Josef Koudelka kimdir?
Coşkun Aşar: Koudelka, yaşayan efsane olarak nitelenebilecek bir fotoğrafçı. 1938’de Çekoslavakya’nın Moravya bölgesinde doğuyor. Uçak mühendisliği eğitimi alıyor, bir yandan fotoğrafla ilgileniyor. İlk dönemlerde tiyatro fotoğrafları çekiyor, aynı zamanda ülkesindeki çingenelerle ilgili bir proje yapıyor. Dünyanın kendisini tanıması ise 1968’de Sovyetlerin Prag’ı işgal etmesiyle gerçekleşiyor. Yurt dışına çıkarılan fotoğrafları ancak bir sene sonra ve anonim olarak yayımlanabiliyor. Ne var ki kendi ismiyle bir ödül kazanması sebebiyle ülkesinden ayrılmak durumunda kalıp bir nevi sürgün oluyor. Ondan sonraki hayatı çok ilginç. İlk olarak İngiltere’ye gidiyor ancak uzun zaman hiçbir vatandaşlığı olmadan yaşıyor. O sürgün dönemini anlatan Exiles adında bir kitabı da var. Ülkeden çıktıktan sonra fotoğraf alanında dünyadaki en önemli kolektif yapı olan Magnum’a katılıyor ve yeni işlerini bu çatı altında üretiyor. Akdeniz coğrafyasını çok seviyor, fotoğraf projeleri için İtalya, İspanya, Yunanistan, Fransa ve hatta Türkiye’de vakit geçiriyor. Ara Güler ile de sıkı bir dostluğu var. 1986’ya kadar 35mm ile çekmiş ama o dönem bir arayışa girmiş ve panoramik fotoğraflar çekmeye başlamış. Bizim belgeselimize konu olan, çok geniş bir coğrafyadaki arkeolojik kalıntıları fotoğrafladığı projesi Ruines 90’larda üzerinde çalışmaya başladığı projelerden.
“Koudelka çok disiplinli, tutkulu ve çalışkan bir fotoğrafçı; sadece işine odaklı ve bir kapalı kutu. Hakkında yazılmış sınırlı sayıda kaynak var, röportaj bile vermiyor.” -Coşkun Aşar
Sizin kendisiyle tanışmanız ve bu belgesel için onunla birlikte yola düşmeniz nasıl gerçekleşti?
C.A.: Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Radyo, TV ve Sinema eğitimi aldım. Aynı zamanda okulun haber ajansı MİHA’da gazetecilik formasyonu edindim. Fotoğrafla da üniversite öncesinden bir tanışıklığım vardı. Koudelka, öğrencilik yıllarımızdan beri hakkında çok şey duyduğumuz, nasıl biri olduğunu merak ettiğimiz, çalışmalarını çok beğendiğimiz bir fotoğrafçıydı. 2008’de Pera Müzesi’ndeki sergisi için Türkiye’ye geldiğinde Ruines projesine devam ediyordu ancak Türkiye’de çok fazla bir şey yapmamıştı. O sergi esnasında projeyi burada da sürdürmek istediğini söyleyince Magnum’dan ortak fotoğrafçı arkadaşlarımız benim adımı vermiş. Bu şekilde tanıştık. İlk olarak retrospektif sergisi için geldiği İstanbul’da kaldığı otel odasına davet etti. Odaya girdiğimde masanın üzerinde bir Ege – Akdeniz haritası açıktı ve projesini anlatarak bana onunla çalışmak isteyip istemediğimi sordu. Böyle bir fırsatı geri çeviremezdim. Aslında bir belgesel film projesi için başlamadık, ben onun projesinin Türkiye’deki bölümü için çalışacaktım. Öte yandan bu yolculukları belgelemem gerektiğini düşünüyordum. Bunun kolay olmayacağını da biliyordum çünkü böyle şeyleri pek sevmediğini duymuştum. Bu belgeleme işi için fotoğraf da yetmeyecekti, filme almalıyım onu diye düşündüm. Elimden geldiğince bunu yapmaya karar verdim. Başarıp başaramayacağımı bilmiyordum ama geriye bir şeyler kalmalıydı.
Koudelka çok disiplinli, tutkulu ve çalışkan bir fotoğrafçı; sadece işine odaklı ve bir kapalı kutu. Hakkında yazılmış sınırlı sayıda kaynak var, röportaj bile vermiyor. Biraz sabrettim, ilk iki sene onu tanımak ve onun işini kolaylaştırmak için her şeyi yaptım. Çok kendi başına, doğayla yalnız kalmayı seven biri. Bir süre sonra uzaktan, onu rahatsız etmeden çekimler yapmaya başladım. Ancak bir gün bir kırılma noktası yaşandı. Bana bu işleri sevmediğini, çekmememi söyledi. Ben de orada bulunmak için tek motivasyonumun bu olduğunu, bu yolculuğu çekmeyi çok arzu ettiğimi ve bunu önemli bulduğumu söyledim. Materyalleri onun izni olmadan hiçbir şekilde kullanamayacağım şartıyla kabul etti sonunda. Zaman geçtikçe o da ne yapmak istediğimi anladı ve bana yardım etmeye başladı.
Ayhan Hacıfazlıoğlu: Biz Coşkun’la üniversiteden arkadaşız, ben daha sonra sinemaya yöneldim ve Yeni Sinemacılar ile birçok projede çalıştım. Sık sık görüşüp birbirimize neler yaptığımızı anlatıyorduk. 2011’de Josef’i çekmeye başladığından haberdardım, o açıdan işin içinde gibiydim. Ama Josef ile fiziksel olarak tanışmam Coşkun’un kurduğu iletişim sayesinde, 2016’daki çekimler öncesinde Coşkun’un evinde oldu. O beni yakından tanımasa da ben Coşkun’un çektiği görüntüleri izlerken Josef’i çok iyi tanımış oldum. Bu filmi mutlaka yapmamız gerektiğine karar verip kolları sıvadık.
Koudelka, filmin sonunda “Bir yolun olması için gideceğin bir yerin, bir hedefin olması gerekir. Fakat farkına varırsın ki o hedefin tek önemi sana yola çıkma fırsatı vermesidir. Yolda olabilecek her şeye karşı açık olmalısınız.” diyor. Siz yolda fotoğrafçılığa ve kendinize dair nelerle karşılaştınız?
C.A.: 20’li yaşlarımda bana Koudelka ile yollarımızın kesişeceğini söyleseler kesinlikle inanmazdım. Ama hayat öyle değilmiş. Onunla 2011-2016 arasında bu yolculuğu paylaşmak, o çalışmanın içinde olmak çok önemli bir hayat deneyimiydi. Sonradan bana, “Biz yolda arkadaş olduk, bu işleri sevmesem de iyi ki yaptın çünkü bu yaptığımızı bir daha yapma imkânımız olmayacak.” dedi.
Josef kolay beğenmeyen birisi, arkadaşları kendisine “Mr. No” diyor. Her şeyi takıntılı bir şekilde kontrol etmeye çalışan birinden bunu duymak çok önemli. Yolculuk esnasında o da bana yardım etmeye başladıktan sonra filme dair bir şeyler ortaya çıkar olmuştu, biçimsel olarak da bir şeyler deniyordum. Sonrasında Ayhan ile görüntüleri izlerken yaşanmışlık ve deneyim içerdiklerini gördük. O da inatçı, ben de inatçıyım; her şey kendi doğallığında gerçekleşti. Motivasyonum da hiç düşmedi, aksine işler zorlaştıkça daha da motive oldum. Paylaştıklarımız, sohbetlerimiz, hatıralarımız çok değerli. Düşününce ben de sadece hedefe değil, yola odaklanmışım. Evet, bir film çıkarma hedefi koymuştuk ama olmayabilirdi de. Ona rağmen yolun keyfini çıkardık.
A.H.: Ben yolculuğa Josef ile katılmasam da senaryomuzu oluşturduktan sonra 2018 ve 2019’da ek çekimler yapmak için bu yolculuğu tekrarladık. Benim avantajım o gezilerde filmi tamamlamak gibi net bir hedefimizin olmasıydı. Bu açıdan Coşkun’a göre daha rahattım. Ama bir taraftan da yolculuğa dair bütün görüntüleri izlediğim için oralarda gezmek; Josef’in ne hissettiğini, fotoğrafla nasıl bir ilişki kurduğunu anlamam için çok faydalı oldu. Yola çıkma fikri beni de hâlâ çok heyecanlandırıyor.
28 yıla, çok geniş bir coğrafyaya yayılan bu projede Koudelka’nın amacı arkeolojik alanları belgelemekten ibaret değil. Aynı alanlara tekrar tekrar dönmesinin de filme adını veren “aynı nehir” ile yani zamanın akışıyla bir ilgisi var. Kendisinin bu projedeki muradı neydi?
C.A.: Kendisi de bu fotoğrafların klasik arkeoloji fotoğrafları olmadığını hatta bir arkeolog için bu fotoğrafların pek işlevsel olmayacağını söylüyor, örneğin bir kompozisyonda çok güzel bir sütunun kafasını kesiyor mesela, bu hiçbir arkeoloğun yapmayacağı bir şey. Bir alanı komple belgelemek gibi bir niyeti yok. Zaten her şeyin o kadar çok fotoğrafı var ki. Herkes o taşların önünden geçip gidiyor, fotoğrafçı ise etkileyici bir şeyi ortaya çıkarıyor ve o kalıntılara anlam yüklüyor. Kendisine eşlik etmeye başladığımda neredeyse 25 senedir çalışıyordu, yıllar içerisinde projeyi geliştirerek devam etmiş.
Fotoğrafların içerisinde mitoloji, arkeoloji, tarih, coğrafya ve doğa var. Ama çok basit bir şey var: Bu kalıntılar çok güzel. Oradaki yaşanmışlıkları, duyguları, geçmişi düşünüyor Koudelka. Güzellik kavramı bizim dilimizde bazen yüzeysel kalabiliyor ama filmde de olduğu gibi yıkımın güzelliğinden de bahsediyor burada, estetik ve kendi güzellik anlayışını görmek önemli. Aynı yerlere geri dönmesi de belirttiğiniz gibi zamanla alakalı, değişim durduramayacağımız bir şey ve hiçbir zaman hiçbir şey aynı değil. Bir taş olduğu yerde duruyormuş gibi gözükebilir ama dünya güneşin etrafında döndüğü sürece hiçbir şey aynı kalmıyor. Zaten bu yüzden aynı nehirden geçmek imkânsız. Koudelka da bunu biliyor, her seferinde maksimuma ulaşmak için ciddi bir çaba gösteriyor, geri döndüğünde aynısının olmayacağını bilse de geri dönmenin ona başka bir perspektif sağlayabileceğini düşünüyor. Fotoğraflara bakınca ne yapmak istediğini daha da iyi anladım. O arkeolojik alanların büyüleyici bir yanı var ama Josef bunları aşıp geometrik taş ve sütunlara farklı bir şekilde bakarak gölge oyunlarıyla öznel bir bakış yaratıyor.
“[Koudelka] çektiği her fotoğrafı mutlaka hissediyor ve içselleştiriyor, belki biraz da bazı yerlere bu yüzden tekrar geri dönüyor.” -Coşkun Aşar
Koudelka estetik güzelliğin ötesinde bir güzellikten bahsediyor. Örneğin o kalıntıları zamanında inşa eden kölelerin çektiği acılarını hatırlıyor ya da denize baktığında öbür yakaya geçmeye çalışan mültecilerin trajedisini görüyor. Ona göre şiddetin içerisinde de bir güzellik olabilir, çalışmalarında da eskiden beri karanlığın içinde bile güzelliği arama çabası var. Bu güzellik anlayışını açabilir misiniz?
C.A.: Resimde, heykelde ya da tiyatroda trajediden gelen bir güzellik var. İnsanın canını acıtan, ona bir duygu aktaran estetik bir güzellik. Belki bizim dilimizde bu güzellik anlayışı tam yerine oturmayıp biraz yüzeysel kalıyor. Mesela ABD’de büyük buhran döneminde çekilen fotoğraflara bakın, inanılmaz bir estetik mevcut. Rönesans döneminden savaş sahnelerine bakın. Biz şu anda o ölüm ânına baktığımızda bile oradaki acıyı hissedebiliyoruz. Orada da bir estetik mevcut. Öte yandan bir de savaşın pornografisi var, güzellikle ayrıştığı nokta o. Bir şeyi gösterirken kalıcı olacak, bakıldığında duyguyu size geçirecek şekilde ama aynı zamanda estetikten de etkilenerek göstermeli.
Koudelka’nın çingeneleri fotoğraflamasının sebebi esasında müziğe olan ilgisi ama orada müthiş bir yoksulluk ve asimilasyon da var. İşlediği bir suçtan dolayı hapse giden, elleri arkadan bağlanmış bir çingenenin fotoğrafı vardır, çok geniş açıdan çekilmiş bir fotoğraf. Oradaki hüzün, yokluk ve acı hiç gözümün önünden gitmiyor. Bahsettiği güzellik anlayışı böyle bir anlayış. Bunun yanına sevdiği, hoşuna giden ve onu mutlu eden bir güzelliği koyduğunu da düşünüyorum. “Beni güzellik yönlendirir” sözü bütünü, her şeyi kapsayan bir söz. Antik kentleri çekerken de kendinden bir şey katması gerektiğini söylüyor, yoksa o kent, o sahne zaten olduğu hâliyle çok güzel. Güzelliğin dışında başka bir muğlak kavram da iyilik. Belgeselde “İyi fotoğraf nedir?” diye bir bölüm var. Orada bir sorunsaldan bahsediyor Koudelka. Fotoğrafçı bir fotoğrafı belli bir duyguyla çekiyor ama fotoğrafı kâğıda basınca aynı his karşı tarafa geçmeyebiliyor.
Siz iyi fotoğrafı nasıl tanımlarsınız?
C.A.: Eski işlerim, mesela sokak çocukları fotoğraflarım bana da benzer şeyleri düşündürüyor. Bir fotoğrafın verebileceği en değerli şey bir duygudur. Bir görüntüyü iki boyutlu bir düzleme aktarıyorsunuz; tat yok, koku yok, hiçbir şey yok. Ve o hissiyatı aktarabilmek için oradaki acıyı ya da neşeyi o kağıda sığdırmanız gerekiyor. Fotoğrafçı olarak o duyguyu siz orada yaşıyorsunuz, size geçiyor ama o duyguyu fotoğrafla verebilmek gerçekten çok zor. Ben fotoğrafı görsel sanatlar kadar edebiyata da yakın bulurum. Tek bir fotoğraf elbette bir şeyler anlatır ama fotoğrafları yan yana koyup bir araya getirdiğinizde kelimeler ve cümleler gibi daha büyük bir hikâyenin parçalarına dönüşürler. Ek olarak, bir hissi deneyimlemeden, iyice sindirmeden, yüzeysel bir tavırla yansıtmak mümkün değildir. Koudelka da bu tür bir fotoğrafçı. Çektiği her fotoğrafı mutlaka hissediyor ve içselleştiriyor, belki biraz da bazı yerlere bu yüzden tekrar geri dönüyor.
Çingenelere ve sürgünlere dair projeleri de kişisel bir yerden filizleniyor olmalı.
C.A.: Elbette, hayatının büyük bir bölümünde sürgünde yaşamak zorunda kalmış ve bu hisle hemhal olmuş. Öyküsünün özeti bu. Bir istisna dışında siparişle iş yapmıyor, görevlendirme almıyor; o iş, İsrail-Filistin meselesine dair Duvar projesi. Oraya davet edilen 12 sanatçıdan bir tanesiydi. Orada da kimseyi dinlemeyip kendi istediğini yapıyor. Hep sevdiği, içinde olmak istediği işleri yapmış. Sadece 1968 Prag’ın Ruslar tarafında işgali farklı. Bu meseleyi fotoğraflamasının nedenini, “Bu bana yapılan bir şeydi ve tek yapabileceğim dışarı çıkıp işgalin fotoğraflarını çekmekti.” sözleriyle açıklıyor. Bir savaş fotoğrafçısı olmadığını söylese ve kendini politik olmayan bir insan olarak tarif etse de İsrail-Filistin meselesine kayıtsız kalamıyor. Diğer sanatçıların işlerine de baktım, Josef’inki kadar politik olanı yoktu. İki halkı ayrı ayrı hapseden duvarda, o çirkinliğin içinde bile bir estetik buluyor.
“Kurgudaki en önemli nokta, ritim; Koudelka da bu açıdan filmin ritmine müdahale ederek pay sahibi oldu.” -Ayhan Hacıfazlıoğlu
Siz kurgu aşamasında daha aktiftiniz, orada da üst sesten kaçınılması ya da metnin dizilişi gibi birtakım tercihler var. Bunlardan bahsedebilir misiniz?
A.H.: 2015’te Coşkun ile 20 dakikalık bir video hazırladık, orada birçok eksiği fark ettik. Örneğin 2015’e kadar Josef’in hiçbir ses kaydı yoktu. Zaten net olarak bir film için bile onay vermemişti. Coşkun mikrofon takmaya nasıl ikna etti bilmiyorum ama 2015’in sonunda artık elimizde birkaç ses vardı. Josef 2016’da ftamamen ikna olup mikrofonu yakasına taktığında, filmdeki başlıkları oluşturan birkaç temel soruya dair cevaplar verdi. Bu da soru-cevap şeklinde gerçekleşmedi, istediği zaman istediği yerde konuştu. Coşkun da bunları olabildiğince kaydetmeyi başardı. Ben çekimlere gidemedim; dolaşması bile zor ve yorucu olan arkeolojik alanlarda Coşkun’un tek bir kamera ve yaka mikrofonuyla bu kayıtları alabilmesi, insanüstü gayreti sayesinde oldu.
2016’da elimizde 130 saatlik görüntü birikmişti. Başlarda kamera Josef’in çok uzağında. Yalnız kalmak istediği için yanına yaklaşılmasını istemiyor, sadece son iki yıl kamera iyice yaklaşmış. Bu durum da filmin biçimine etkide bulundu, biz temelde Josef’in yalnızlığını göstermeye odaklandık. Eleye eleye başta kurduğumuz başlıklara geri dönüp farklı dönemlerde söylediği şeyleri bir araya getirerek anlamlı bir bütün çıkarmaya çalıştık. Josef film yapılmasını kabul ettiğinde bazı referanslar üzerinden de konuştuk. Biz daha önce yapılmış bazı fotoğrafçı filmleriyle ilgili Josef’in fikirlerinden çıkardığımız sonuçlarla filmde en azından ne yapmamamız gerektiğini anladık. Josef’e istemediği bir şeyi hiçbir şekilde gösteremezdik, onun bakış açısına yakın bir şekilde hareket ettik.
C.A.: Ben de çekerken biçimsel tarafını ancak belli bir süre sonra düşünmeye başladım çünkü her şeyi ben yapıyordum. Kamera bende, ses bende, oteli ben ayarlıyorum, arabayı ben kullanıyorum. Bütün bunların içinde sinematografik olarak ne yapabileceğimi düşünürken denediğim bazı şeyler işlemedi. Mesela onun konuşmalarına katıldığımda iyi olmuyordu. Bir noktada sessiz bir mutabakatla onun konuşmalarına cevap vermemeye başladım. İlk başta zorlandım ama Ayhan da bu şekilde ilerlememiz gerektiğini düşündüğünden öyle devam ettim.
Şartların ve kısıtların dayattığı tercihler de oldu. Örneğin kameraya ayak kurmamız ya da hiçbir şeyin tekrarını almamız mümkün değildi. Mesela Josef bazen ben kamerayı kapattığımda konuşmaya başlıyordu, yakalayabildiğimizi yakaladık. Ayhan’ın dediği gibi kurgularken konuşmalarını, gezilen mekânları ve anlatılan öyküleri Josef’in hayatta takip ettiği manifestoyu baz alarak birleştirdik. Önce eleye eleye üç saate düşürdük, ilmek ilmek dokuyarak 90 dakikaya indik. Kurgu esnasında bize hiç müdahale etmedi. Filmi önüne koyduğumuzda nefret edeceği bir şey yapmış olabileceğimizi, kendi sesini dinlemeyi ve görüntüsüne bakmayı sevmediğini ama filmin onu ve hayata bakışını çok iyi aktaran bir film olduğunu söyledi. Bunu duymak benim için ve Ayhan için müthiş bir şeydi.
A.H.: Josef’in katkısına dair şunu ekleyebilirim. Kendisine filmin üç saatlik ilk kaba kurgusunu izlettirdiğimizde bize yaptığı tek yorum kendi fotoğraflarının ekranda kaldığı süreye dair oldu. Biz o fotoğrafları eşit sürelerle koymuştuk, o bazılarını kısaltıp bazılarına eklentiler yaptırdı. Kurgudaki en önemli nokta, ritim; Koudelka da bu açıdan filmin ritmine müdahale ederek pay sahibi oldu.
Aralarında gezdiğimiz kalıntılar bize geçmişe dair bilgi verirken müşterek geleceğimize dair de bir perspektif sunuyor. Nekropolde gezerken kendimizi ölüme dair düşünürken buluyoruz, Koudelka’nın sözlerinden gökyüzünü izlerken kendini evrende ve zamanın içinde ne kadar küçük hissettiğini anlıyoruz. Bu temalar belgesele nasıl yansıdı?
C.A.: Josef çok enteresan bir kişi. Sürgün dönemlerinde Akdeniz’de seyahat ederken yatacağı bir yer arar ve uyku tulumunun içine girip gökyüzüne bakarak uyurmuş. Fotoğraflarını da doğadan, hayvanlardan, yıldızlardan, evrenden ve bütün o döngüden etkilenerek üretiyor. Her şeyle etkileşim içinde ve antik şehirlere, nekropole, geçmişe, geleceğe bakınca zerre olma hissiyatından bahsediyor. Bu hissiyat belgesele ve bize de geçti, öğrendikçe ve daha çok şey bildikçe daha az olduğumuzu hissediyoruz.
Bir dağın başından geçerken bir gece orada dışarıda uyuyup yıldızlara bakmak istediğinden bahsediyor. Tek amacı fotoğraf çekmek değil, yolu ve oranın duygusunu yaşamak istiyor. Aynı şey taşlar için de geçerli, onlara bakarken de evrende birer kaza olduğumuzu, bizim de o taşın üzerine resmedilmiş bir suretten bir farkımız olmadığını görüyor. Geriye bir şeyler bırakmak istiyor, kendisinin de yansıması bu keyif aldığı yolculuklar ve o yolculuklarda yaptığı işler olacak. Sadece usta bir sanatçı değil, aynı zamanda bir yaşam ustası. Bu projede de mekânı zamana bulamış, insanın yüzleşmek istemediği şeylerle hatırlamak istediklerini harmanlamış.
Sizler henüz gençsiniz ama Koudelka’nın yıllar içinde daha az insan fotoğrafı çekmesi gibi siz de zamanla ilgi alanlarınızın değiştiğini, başka yerlere yönlendiğinizi hissediyor musunuz?
C.A.: Fotoğrafı bırakın, aynı şey sosyal hayatımız için de geçerli. Yaşantımız değişiyor, üretimimiz nasıl değişmesin? Bence her şeyin bir yapılma zamanı var. İnsanın ritmi, enerjisi ve motivasyonu tamamen yaptığı işle ve içinde bulunduğu durumla bütünleşiyor. Şimdi tekrar sokak çocuklarını fotoğraflamam gerekse yaparım ama aynı şey olmaz. Ya da bugün olsa bu belgesele cesaret edemeyebilirdim. Koudelka da böyle çalışıyor; bir şeyi artık tamamladığını düşündüğünde bir sonrakine geçiyor, ilerleme böyle oluyor. Ama elbette yaşlanıyorsunuz, artık kendi dünyanıza ait insanlarla daha az karşılaşıyorsunuz. Josef’in dediği de bu, bir yandan enerjisi düşüp bir yandan dünyayla ilişkilenme hâli değiştikçe daha az insan fotoğrafı çekmeye başlıyor. Ben de aynı şeyi düşünüyorum, yaşım hâlâ genç olsa da 10 sene önce yaptığım bir şeyi aynı şekilde yapmam mümkün değil. Bu ilerleyişin sonucu iyi de olabilir, kötü de. Bazen insanlar hiçbir şey de yapmak isteyebilir. Umarım hepimiz önümüzde yeni bir şeyler bulabiliriz. İnsanı yaşatan şey var edebilmek, benim de Koudelka’da gördüğüm en önemli şey bu oldu.
A.H.: Yaş alma ve fiziksel yorulma her insanın başına geliyor ama zihnimizi dinç ve genç tutma şansımız var. Elbette bugünkü düşüncelerimiz, birikimimiz, sanat anlayışımız 20 yıl öncekilerle aynı değil. Bundan sonraki aşamada da belki bugünkü düşüncelerimizden vazgeçip hayata başka bir boyutta bakacağız. Bu böyle bir döngü ve en sonunda öleceğiz. Josef’in dediği gibi geriye sadece ağır taşlar kalacak.
C.A.: Koudelka’nın duvarında şöyle bir şey yazıyor: “Don’t die before you are dead”. Yavaşlayabiliriz ama ölmeden mezara girmememiz lazım.
Röportaj: Yiğit Atılgan