Dehliz ve fiziksel benliğin kırıntıları: Jesse Jacobs

Röportaj: Meltem Demiraran

Jesse Jacobs imzalı Dehliz; Harikalar Diyarı’na uzanan tavşan deliği, Narnia’ya açılan dolap, ve Coraline’daki kapının ardından bu kez bambaşka bir diyara açılan bir çamaşır makinesi ile tanıştırıyor bizi. Dehliz ile alakalı en çok hoşuma giden şeylerden biri sıradan bir ergenin yalnızca çorabının tekini ararken böylesine büyülü bir dünya ile karşılaşıyor olması. Jesse Jacobs da kendi işlerinde “Gerçekte olamayacak şeylerin, gerçekte olabilecek karakterlerin başına gelmesini sağladığını” söylüyor. 

Son kitabı New Pets de iyi tepkiler alıyormuş. Ancak biraz batıl inançlı biri olduğu için ufuktaki projelere dair pek sır vermek istemedi. Bu arada, duyduğuma göre Dehliz’in çevirisi epey özenliymiş. Duyumun kaynağı ise “bir arkadaşım”!

Geçtiğimiz aralık ayında yayımladığı ilk seçkisi ile gelecek takvimini merak ettiren Nada Kitap etiketiyle raflarda yerini alan Dehliz vesilesiyle Jesse Jacobs ile biraz lafladık. 


Türkiye’de bir işinin yayımlanmasıyla ilgili nasıl hissediyorsun? Senin için nasıl bir deneyim oldu? 

İşimin şimdiye dek Türkiye’de iyi karşılandığını öğrenmek beni çok mutlu ediyor. Çok müteşekkirim. Çizgi romanlarımın çevrilip dağıtılması beni hâlâ şaşırtıyor. Bunun, işlerimde anlatmaya çalıştığım fikirlerin evrenselliğini vurguladığını düşünmek istiyorum. 

Bazen Çin ve Hindistan gibi ülkelerden insanlardan, işlerim bu ülkelerin dillerinde yayımlanmamış olsa bile, e-postalar alıyorum. İngilizce yazan ve Kanada’da büyüyen bir kasaba çocuğu için oldukça gurur verici bir durum. Beni çok mutlu ediyor. 

Dehliz’in oldukça kuvvetli bir spiritüel teması var ve işlerinde doğa ile ilişkimizi irdelediğin çok net bir biçimde fark ediliyor. Spiritüel biri misin? Doğa ile bireysel ilişkini öğrenmek istiyorum aslında. Sana nasıl ilham oluyor?

Evet, spiritüel biriyim ve doğadan çok fazla ilham alıyorum. Benliğimizin doğadan ayrı olduğunu düşünmek bence bir hata. William Blake; “Doğa, yaratıcılığın kendisidir.” derken haklıydı bana kalırsa. Bunu doğada her daim görüyoruz, ben de çizgi romanlarımda bunu yansıtmaya çalışıyorum. İşlerimde, yaratıcılık ve zekânın yalnızca insanlara veya memelilere özgü olduğu fikrini reddediyorum. Fikrimce, eğer evrimin bir gayesi varsa bu yalnızca doğal seleksiyon anlatısından ibaret olamaz. Bunun indirgeyici bir bakış olduğunu düşünüyorum. 

Bence gaye bir anlamda da estetik, ahenk, biriciklik, çeşitlilik, karmaşıklık… İnsanların çoğunun da bu maddeci olmayan bakış açısına aç olduğunu düşünüyorum. İşler Türkiye’de nasıl bilmiyorum, oradaki kültüre dair bir şey söylemem zor ancak burada baskın olan bireyci ve maddeci bir dünya görüşü. Anaakımda gördüğün pek çok iş gülünç ve bireyci. İnsanlar bundan bıktı biraz bence. Ben yeryüzünde çokça büyü görüyorum, çizgi romanlarımda da bunu anlatmaya çalışıyorum. 

Bir nehirle aramızda pek fark olduğunu sanmıyorum. Dünyadaki herhangi bir şey ile bir diğeri arasında çok fazla bir fark olduğunu düşünmüyorum aslında. Biz onun bir parçasıyız. Bedenimizin bittiği yer ile dünyanın başladığı yer arasındaki çizgi sanılandan çok daha belirsiz bence. Bu bedenlerde sıkışıp kaldığımızı düşünüyoruz fakat bilemiyorum. Bilincin sinapsların ateşlenmesi gibi bir dizi materyal sürece indirgenmesi önceliğimiz olmalıymış gibi gelmiyor bana. Beyinde meydana gelen fiziksel süreçlerin nasıl olup da bu denli zengin bir iç dünyaya yol açtığı meselesi hiçbir zaman tam oturmadı kafamda. 

Demek istediğim, müziği yalnızca bir dizi nota ve notaların arasındaki boşluklar olarak tanımlamak kadar absürt bu. Oysa müzik aslında aşkın ve büyülü. Yaratıcılık, aşk, sanat, ahlak, şefkat gibi karmaşık deneyimler yalnızca beyinde dolaşan moleküllere nasıl indirgenir bilemiyorum. Biyokimyasal süreçlerin bunun yalnızca bir parçası olduğunu düşünüyorum. Elbette, bu süreçler var ancak saatin bir parçasını alıp zamanın bundan ibaret olduğunu söyleyebilir misin? Bütün bu düşünceler işlerime yansıyor, çünkü dünyayı deneyimleme biçimim bu.

İşlerin oldukça zengin bir hayal gücü ve benzersiz bir görsel tarzı olmasıyla biliniyor. Hem çizgi roman dünyasının içinden hem de dışından yaratıcılığını tetikleyen işler neler?

Çok fazla film izliyorum, çok fazla kitap okuyorum. Hem çok roman hem de kurgu dışı okuyorum. Aslında pek fazla çizgi roman okumuyorum, en azından kendi tarzıma yakın olan şeyleri. Bu konularda biraz batıl biriyimdir. Eğer okuduğum veya izlediğim çizgi şeylerden etkilenirsem ve üretim sürecim zedelenirse diye korkuyorum. O nedenle çizgi roman okuduğumda, kendi yapmaya çalıştığımdan çok daha farklı şeyler okuyorum. Swamp Thing gibi. Bağımsız çizgi romanları takip ediyorum elbette, ancak bu konuda biraz korumacıyım da. Filmlerden ilham almayı tercih ederim. 

Benjamin Labatut’ı çok seviyorum. Yeni kitabı The Maniac aklımı başımdan aldı. Pek de iyi bir cevap olmadı farkındayım ama etkilendiğim şeyler sürekli değişiyor. Pek sevilen bir isim değil ama Terrence Malick’i seviyorum. The Tree of Life (2011) genelde sıkıcı bulunan bir film olsa da katmanlı ve deneysel bir yapısı var. Bu, yapısal olarak çizgi romanlarımda yapmaya çalıştığım şeyi daha çok yansıtıyor gibi geliyor. 

Tavsiye edeceğim iki kitap: Eric Davis’in High Weirdness: Drugs, Esoterica, and Visionary Experience in the Seventies ve Benjamin Labatut’ın When We Cease to Understand the World kitapları.

Merlin Sheldrake’in kitabını okudun mu?

Evet. Babalarını biliyor musun? Rupert Sheldrake. 

Biliyorum. Bir de kardeşi var. İkizler mi kardeşler mi, emin değilim. Cosmo Sheldrake.

Adı Cosmo mu? Acayip bir aile gerçekten.

Bu yılki favori filmin hangisi?

Bonello’nun The Beast’i.

New Pets
Botanical Dimensions

Yapay zekâ hakkında ne düşünüyorsun? Kullanıyor musun?

Benim için o kadar da ilgi çekici değil. Doğanın yaratıcılığı gibi bir yaratıcılık değil onunki. Daha çok önceden var olan şeylerin bir karşımı gibi. William Basinski’nin The Disintegration Loops’u gibi, kasetleri parçalanana dek uzun bir süre boyunca döndürmüş. Ya da bir görselin kalitesini defalarca düşürerek onu soyut bir görsel elde eden kavramsal bir sanatçı gibi. Bir vakum gibi. Kendi kendini yiyen bir şey gibi. 

Teknoloji meselesini biraz sorgulamak gerekiyor. Kimin fayda sağladığı, kimin zarar gördüğü, teknolojiyi kimin ürettiği ve üretimde kimin göz ardı edildiğine varana kadar. Yalnızca estetik açıdan bile, çok pürüzsüz, çok cilalı ve çok düz üretimler oluyor. Hemen hepsi birbirine benziyor gibi, tek bakışta anlıyorsun bir yapay zekâ üretimi olduğunu. 

Genel olarak teknoloji ve yapay zekâ meselesiyle ilgili bir abartı söz konusu. İnsanlar bu Silikon Vadisi yazılımcılarının deha olduğunu düşünüyor; ancak değiller. Belki bir şeyde iyiler ama dünyayı ve tarihini anlamıyorlar. Hatta yaratıcılığın ne olduğu konusundaki fikirleri bile epey problematik. Sanatsal üretimler yapmayan insanların bu konudaki fikirleri genellikle bu şekilde aslında. Bu araç sayesinde ürettikleri ile Picasso olabileceklerini düşünüyorlar. Tek ihtiyaçları olan bir makine. Her şey bir üretim kültüne indirgenmiş gibi. Önemli olan tek şey çıkan son ürün. Oysa yaratıcılık dediğimiz şey süreçle, bilincini keşfetmekle, madde ve zamanla ilgili. Ben de bundan nefret ediyorum.

İnsanlar sürekli yapay zekâ yüzünden bir çevirmen olarak bana ihtiyaç kalmayacağından korkup korkmadığımı soruyor son zamanlarda. Ben de sürekli olarak yapay zekânın basit konuşmaları ve belki tümüyle kesin olan / materyal şeyleri en nihayetinde çok iyi çevirebileceğini ancak hiçbir zaman William Blake ya da Shakespeare çeviremeyeceğini düşündüğümü ve bunun sebeplerini anlatıp duruyorum. 

Çok abartılıyor! Geçen gün kardeşime gönderdiğim bir alıntı vardı, sana onu okuyayım. Bu konuyla oldukça ilişkili. Mark Fisher’ı biliyor musun? Capitalist Realism diye bir kitabı var. Sol görüşlü bir filozof, harikadır. Birkaç yıl evvel öldü. Yapay zekâ henüz görünürde bile yokken söylüyor bunları:

“Odak grupların ve kapitalist geri beslenme sistemlerinin oldukça revaçta mallar üretse bile başarısız olma nedeni, insanların ne istediğini bilmemesidir. Bu yalnızca insanlarda arzunun zaten var ancak kendilerinden gizlenmiş olmasından kaynaklı değildir (aslında sıklıkla durum budur). Esasen, arzunun en güçlü hali tam da garip, beklenmedik, tuhaf şeylere duyulan şiddetli bir arzudur. Bunlar yalnızca insanlara mevcut tatmin edici şeylerden farklı bir şey sunmaya hazır, yani belirli bir riski almaya hazır olan sanatçılar veya medya profesyonelleri tarafından karşılanabilir.”  

Yaratıcılığını besleyen belirli rutinlerin veya alışkanlıkların var mı?

Teknik sürecim oldukça sıkıcı ama rutinler benim için çok önemli. Onlara ihtiyacım var ve sanırım çoğu insanın da ihtiyacı var. Yaratıcı olabileceğin güvenli bir alan olmalı. Fikirleri zorlayamazsın. Bende işe yaramıyor en azından. Masamın başına geçip “İyi bir çizim yapacağım.” veya “İlginç bir fikir bulacağım.” diyemem ve yaratıcı moda geçemem. Bunu uyumaya benzetiyorum; kendinizi uyumaya zorlayamazsınız, kendiliğinden gelir. Üstelik zorlamaya çalıştığınızda daha da kötü olur. Bu yüzden hayatımda kontrolümde olan koşulları yaratmaya çalışıyorum, böylece uyku da yaratıcılık da kolaylaşıyor. 

Egzersiz yapmam gerekiyor, yürüyüşe çıkmam gerekiyor, telefon ve internetten uzak durmam gerekiyor. Bir seyahate gittiğimde “sanırım çalışırım” desem de bu asla gerçekleşmiyor. Kendi alanıma ihtiyaç duyuyorum. 

Eskiz defterlerim her şeyim. Asla kurşun kalem kullanmıyorum, daima tükenmezle çiziyorum. Olabildiğince serbest olmaya bakıyorum. Magick (büyü) meselesine çok ilgiyim; k harfi ile yazılanından bahsediyorum, Peter Carroll tarzı, pineal gland’ının ön planda olduğu. Analizin paralizi doğurduğu fikrindeyim. Bu nedenle de alışkanlık edindiği şeyler bunun önüne geçiyor, seni kendini engellemekten alıkoyuyor. Bu iyi bir şey. 

Bazen basitçe dikkatini dağıtmak da işe yarıyor, bir arkadaşını arayıp konuşmak gibi. Bazen karalama yaparken “Bunu düşünmemiştim” deyiveriyorum. Düşünüyorsam çok fazla analiz yapıyor oluyorum. Bu da paralizi getiriyor. Çalışırken ambient müzik dinliyorum. Müzik dinlemeyi seviyorum ancak arkada devam eden bir titreşimin olması, çok baskın bir sesin olmaması gerek. Sonik alan hissi gibi. Sözlerin olmaması da lazım, birilerinin konuştuğunu duymak istemiyorum. 

Ben seni ilk olarak Spinch ile tanıdım, o nedenle merak ediyorum: Spinch gibi bir platform oyunu üzerinde çalışmak bir çizgi roman yapmakla karşılaştırıldığında nasıl? Ufukta parçası olacağın başka oyun projeleri var mı?

Bu biraz karmaşık bir mesele. Yaparken çok keyif aldım. Çok hoşuma gitti. Bence konfor alanından çıkıp kendin için bütünüyle yeni olan bir iş yapmak önemli. Benimle Kanada’daki stüdyo üzerinden iletişime geçilmişti. Bir çizer olarak benim için çok heyecan verici bir şeydi. 

Genelde tek başıma çalışıyorum ve kontrol tümüyle bende. Neye istersem ona odaklanabiliyorum ama bir ekiple, özellikle de programcılar ve yazılımcılardan oluşan bir ekiple çalışmaya alışık değildim. İletişim kurabileceğimiz ortak bir dil belirlemek biraz vakit aldı. Bir öğrenme süreciydi ve bir proje üzerinde kontrolün tümüyle bende olmaması hoşuma gitmiyor. Birlikte bir şeyler yapmak güzel ama biraz zehirleyici de olabiliyor. Bence beraber bir iş yaparken herkesin kendi alanında çalışması ve sonra bir araya gelmesi, boş bir tahtaya herkesin fikir fırlatmasından daha iyi. Oyunu yapmak epey sürdü yani. Çizgi roman çok fazla çizmeyi ve çok çalışmayı gerektiren bir şey ama oyun ondan daha da çok zaman alıyor. 

Evet, bir kontrol manyağıyım. O yüzden de benim için harika bir deneyimdi diyemem. Yine de birileriyle bir oyun daha yapma fikrine de karşı değilim. Ancak şu anda çizgi roman yapmaktan gerçekten çok keyif alıyorum. Yeni bir kitap üzerinde çalışıyorum, anlatıcılık hoşuma gidiyor. İnsanlar oyunların da harika bir anlatı aracı olduğundan bahsediyor ama ben tam öyle düşünmüyorum. 

Pek oyun oynamıyorum galiba, yaparken oynamıştım ama şu anda pek de içinde değilim. Oyunda çizgi romanda olduğundan çok daha fazla para var. Bu da sanatçıların para kazanabilmesi için iyi bir şey ama sermayenin merkezileşmesinin olduğu yerde bir dandiklik merkezileşmesi de oluyor. Kapitalizm işte…

Puzzles

Animasyon yapmayı düşünüyor musun?

Spinch’i yaparken en çok keyif aldığım şey buydu. Animasyonları kendim yaptım, hatta fragmanın animasyonlarını da ben yaptım. Çok şey öğrendim, çok da sevdim. Çizdiğin şeylerin hareket ettiğini görmek epey büyülü bir şey. Yine de dürüst olmak gerekirse küçücük bir şeyi hareket ettirmek için çok uğraşıyorsun ve aynı şeyi tekrar tekrar yapmak benim için sıkıcılaşıyor. Teknolojiden ne kadar uzak olursam benim için o kadar iyi. Fiziksel araçlarla çizmeyi daha çok seviyorum. Ama animasyonları seviyorum, özellikle eski şeyleri. Çok da geriden geliyorum, biraz utanıyorum o yüzden. Cryptozoo’yu (2021) izledin mi? Ben de henüz izlemedim ama merak ediyorum baya. 

Sanırım biraz hayatla ilintili şeyleri izlemeyi seviyorum, animasyon ya da değil. Biraz garip, sanırım benim için bir kaçış gibi. Animasyon belki de yaptığım şeye çok yakın hissettiriyor. Animasyon sektöründe de karakter tasarımı yaptım. Bu işlerin çoğu Kore’de Cartoon Network için yapılıyor. Biraz her şey gibi bunun da bir ürüne indirgenmesi durumu var. Elbette birçok kişi bu işlerde emek veriyor, kendini beğenmişlik yapmak istemem ama bana kalırsa Amerikan sisteminden çıkan her medyada aynı şeyler ısıtılıp ısıtılıp önümüze konuyor. Eski şeyler sanki daha başarılıymış gibi geliyor. Bu nedenle de tekrar tekrar kullanılıyor ve tüketilecek bir hâline getiriliyorlar. 

Çizgi romanı sevme sebeplerimden biri de bu aslında, bu meselelerin dışında kalarak var olabilme potansiyelin var. Hiç paran olmasa da canının istediği yapabilirsin. Üretmenin ve dağıtmanın alternatif, anaakımdan uzak biçimlerini sağlamak kendi başına politik bir eylem. En azından benim yaşadığım yerde, Mark Fisher’ın da dediği gibi risk almalısın. Ben de kendime sürekli bunu hatırlatmaya çalışıyorum. 

Üç kurgusal karakter ile bir akşam geçirecek olsan, ideal misafirlerin kim olurdu ve bu akşam nasıl ilerlerdi?

İlk misafirim İtalo Calvino’nun Cosmicomics kitabının (en sevdiğim kitaplardan biri) anlatıcısı olan QFWFQ olurdu. QFWFQ metafizik bir karakter, antik ve pek çok farklı biçimde görünüyor. Renklerin keşfinden dinozorların yok oluşuna kadar her şeyi görmüş ve tecrübe etmiş bir varlık.

Sonra bir davetiye Star Trek: The Next Generation‘dan (en sevdiğim dizilerden biri) Data’ya gönderirdim. Daha önce yapay zekâyı ne kadar sevmediğimden bahsettim ve bu nedenle bir android seçmek bu durumla çelişiyor gibi görünse de bugün pazarlanan yapay zekâ ile bilim kurgudaki yaratıcı yapay zekâ temsilleri arasında büyük bir fark var. Birçok insan bunu anlamıyor gibi görünüyor.

Son olarak, Jack London’ın Vahşetin Çağrısı kitabındaki Buck’ı davet etmek isterdim. Bu, sevdiğim bir kitap olmasından değil, ergenken sevdiğim bir kitaptı gerçi, ancak emin olduğum bir şey varsa o da sağlam bir partiye bir köpeğin gerektiği.

Tamamen farklı frekanslarda var olan iki varlıkla aynı masada oturduğumu ve onları evrenin gizli sırları hakkında konuşurken izlediğimi, tüm bunları yaparken de muhteşem bir köpeği okşadığımı hayal ediyorum. Müthiş olurmuş gibi geliyor. 

Son olarak Jean Claude ve Daisy hakkında ne düşünüyorsun? Ben Jean Claude’un biraz adi biri olduğunu, Daisy’nin ise biraz fazla naif olduğunu düşünüyorum.

Kendi yarattığım karakterler hakkında konuşmak biraz garip hissettirdi ama Daisy biraz naif, evet. Jean Claude ise biraz budala biri olabilir. Aslında ben çocukken biraz Jean Claude gibiydim. Bir yandan da insanlara, bazı insanların psikedelik deneyimler yaşasalar bile hiç değişmeyebileceğini anlatmak istedim. Böyle pek çok insan tanıyorum. Psikedelik bir deneyim yaşamış olmasına rağmen en ufak bir değişim bile yaşamamış.