Jeyan Kader Gülşen ve Zekiye Kaçak ile Bu Ben Değilim'in yapım süreci
Bu Ben Değilim, kendi muhafazakâr aile çevrelerinde heteroseksüel bir erkek ve aile babası olan gizli gayler üzerine. Ön planda kırık bir aşk hikâyesinin peşinden giderek bizi o mahrem ilişkinin iç çelişkisine davet ederken, toplumdaki homofobik kültürün kesifliğini de yüzümüze vuruyor. 41. İstanbul Film Festivali ve 25. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali gibi duraklarda gösterilen, bu cesur ve samimi filmin iki yönetmeni Jeyan Kader Gülşen ve Zekiye Kaçak ile sohbet ettik.
“Onların da anlatmaya ve sıkışmışlıktan kurtulmaya ihtiyaçları varmış. Bütün film boyunca bunu hissettik.” – Jeyan Kader Gülşen
Film hem toplum baskısı ve bundan kaynaklı çatışmalar yüzünden cinsel yönelimini gizleyerek bir kadınla evlenmiş veya evlendirilmiş gayleri hem de hayatlarını daha açık yaşayan gayleri anlatıyor. Merkezdeki Mustafa ve Mehmet ilişkisi de sanki bu çelişkiyi ve imkânsızlığı taşıyor. Öte yandan berdel bir karakter var: Yusuf. Bu farklı karakterleri bir filmde nasıl buluşturdunuz? Yani aslında çıkış noktanız neydi? Gizli yaşayan gayleri konu olarak ele almak mı yoksa bir haber mi okudunuz ya da bir karakter mi sizi bu projeye sürükledi?
Jeyan Kader Gülşen: Mustafa benim Cihangir’deki emlakçı bir arkadaşımın yanında çalışıyordu. Ben oraya gidip gelirken Mustafa ile sohbet etmeye başladık. Tatlı ve çok güzel bir enerjisi var. Kendi sosyokültürel yapısı ve eğitimine göre de çok daha yüksek bir entelektüel zekâya sahip. Böyle güzel güzel konuşurken “Benim de bir sevgilim var, sevgilim evli.” dedi. Ben o zamana kadar bu durumu veya bunun bir mesele olduğunu bilmiyordum. Hani hep böyle açık gayler üzerine düşünüyoruz ama gizli gayler, kadınla evlenmiş, çocuk yapmış gayler sınıfından bu kadar haberdar değildim işin gerçeği. Sonra merak ettim, sorular sordum. O “Evet evli hatta biraz dindar, muhafazakâr biri.” dedi. Gözlerim daha da büyümeye başladı. Eğitimini, sınıfını sordum. “Kadınla evli, iki çocuğu var ama bana da çok âşık.” İnsan senelerdir bir kadınla evli, iki çocuklu olur ama aynı zamanda bir erkeğe de senelerce âşık olabilir mi? Acaba karısına mı âşık yoksa Mustafa’ya mı? Aşk nedir? Aşk kadın ve erkek ilişkilerinin tekelinde midir? Biz heterolara ait bir şey midir? İlgimi çektikçe daha çok gidip geldim, Mustafa’yla konuştum bir iki hafta boyunca.
Sonra bana çok kritik bir şey söyledi. Bunu şu an burada ilk kez söylüyoruz. Aslında proje beni buradan çok yaraladı. Daha sonra Zekiye’ye anlattığımda Zekiye de bayağı sarsıldı. Mustafa’nın ricası üzerine, hem de acaba şiddeti över miyiz, meseleleri çok mu karıştırırız kaygısıyla birçok yerde söylemedik, filme de koymadık. Mehmet ilişkilerinin ilk iki senesi boyunca her sevişmelerinden sonra şiddet uyguluyor. Pişmanlık duyuyor, bir türlü eşcinsel olduğunu kabul etmiyor. Zaten filmde de görüyorsunuz; Mehmet uzun zaman uğraşmış, genelevlere gitmiş, parayla kadınlarla olmuş. Böyle her şeyi denemiş. Ben “Her seviştikten sonra seni dövmesi nasıl bir şey?” dedim. Bir kadın olarak cinsel özgürlüğünü yaşadığı ve insanın bütünleştiği, bir olduğu partnerinden şiddet görmesi beni çok üzdü. Böyle bir hafta boyunca düşündüm, sarsıldım.
Biz de o zamanlar Zekiye’yle Al Jazeera’den ayrıldık, kendi bağımsız projelerimizi kurmak istiyoruz. Zekiye’ye anlattığımda o da bir kadın olarak etkilendi ve çok üzüldü. Ne hayatlar var burnumuzun dibinde, ne kadar zor diye düşündük. Kendini saklamak için evliliği tercih etmesi, iç çatışmaları, aile baskısı… Neresinden baksan bir buhran ve burnumuzun dibinde oluyor, komşumuz yani, yan sokak. Hani böyle Nişantaşı’nda Bebek’te yaşayan, New York’ta okumuş gelmiş, belli bir sosyokültürel yapı ve bilinçle kendi ekonomik özgürlüğünü kazandıktan sonra ailesinin bunu bilmesi ve desteklemesiyle karşımıza çıkan gayler değil. Orta sınıf bir aileden gelen, muhafazakâr kasabalardan köylerden şehirlere göçmüş, bir kadınla evlenmek zorunda kalmış ama hem kadını mutsuz hem kendini mutsuz etmiş bir gayin hikâyesi olduğunu gördük.
Ben Al Jazeera’de dış işlerde yapımcı yönetmen, Zekiye iç işlerde yapımcı yönetmendi. Muazzam etkili bir hikâyeydi ve ben “Al Jazeera’de olsam bana böyle bir proje gelse hemen yaptırtırdım.” dedim. Zekiye de “Neden biz yapmıyoruz?” dedi. Ben “Çok yorgunum.” dedim. Bu sıralar Türkiye’deki politik iklimden, meselelerden biliyoruz bu konuları biraz… Zekiye “Hayır hayır, ikimiz birlikte yaparsak yorulmayız, başka ne işimiz var?” dedi. Ondan sonra Mustafa’ya “Mehmet de dâhil olur mu?” dedim. Çünkü Mehmet olmazsa bu hikâye olmaz. O da “Mehmet benim için her şeyi yapar, olur, ikna ederim.” dedi.
Hikâyenin eksik kalabileceğini düşündük sonrasında, aile ve toplum baskısını yoğun hisseden başka bir karaktere daha ihtiyacımız vardı. Mustafa’nın çevresinden birçok arkadaşıyla görüştük. Bunlar tamamen gerçek hikâyeler, gerçek karakterler ve onun kendi çevresindeki arkadaşları. Onlarca arkadaşı ile görüştük, bir kadınla evli ve erkek sevgilileri olan. Sonra toplum ve gelenek baskısının en ağır hissedildiği karakter olarak Yusuf’a karar verdik. Böylece açık ve kapalı, iç çatışmalarını en fazla hissettiğimiz karakterler ortaya çıkmış oldu. Aslında bu proje kamera koyduk, çektik gibi dursa da hiç öyle değil. Çok yoğun iki senelik süreç boyunca psikiyatrlarla çalıştık. Yönelim mi, tercih mi? Bu arada Yusuf’un daha başka travmaları var ama filme koymadık çünkü çok dağılmış olacaktı. Sonuç olarak hepsi bilinçli seçilen karakterler.
Filmin en büyük gücü, alametifarikası hatta inanılmaz gelen kısmı bu oturttuğunuz güven ilişkisi. Yani o anlamda da çok cesur bir film olduğunu düşünüyorum.
J.K.G.: Yani şansımız insani bir yerden bakarak iletişimdeki samimiyeti ve onların sıkışmasını kalbimizde bir kadın olarak hissetmek ve onlara geçirmek oldu. Onların da anlatmaya ve sıkışmışlıktan kurtulmaya ihtiyaçları varmış. Bütün film boyunca bunu hissettik.
Zekiye Kaçak: Hiç kimseye anlatmamışlar ya şimdiye kadar. Her ilk uzun röportajda ağladılar. Yaptığımız bir saatlik uzun röportajda Yusuf kendiyle yüzleşti; bir psikoloğa anlatır gibi, yakın bir arkadaşıyla paylaşır gibi tekrar o anları yaşadı. Sonra Mehmet zaten “Bacım bacım…” diyor bize. Çok sevdi bizi, biz de onu çok sevdik. İlk başta önyargılıydık şiddete eğilimli biri diye ama gerçekten tanıdıkça kendini sevdirdi Mehmet. Üzüldük ona…
J.K.G.: İlk başta “Kadını da kullanırım paravan gibi, erkeği de severim. Var mı bana yan bakan?” gibi maço halleri vardı. Sonra bunun bir çaresizlik olduğunu ve bir çıkmaza girdiğini görünce üzülmeye, onunla birlikte aynı şeyleri yaşamaya başladık. Yusuf desen gerçekten inişleri çıkışları olan biri… Filmdeki sahnelerinde çatılara çıkardık, yere indirdik, metrolara bindi, şehrin içinde gezdi. Çünkü onun gerçekten inişli çıkışlı bir hayatı var. Berduş gibi savruluyor Yusuf. İç çatışmaları ve travmaları en fazla olanlardan biri.
“Polis telsizinden ses geliyordu ‘Özendirici yayınlar yapmasınlar, lütfen takip edin!’ diye.” – Zekiye Kaçak
Filmde kameranın varlığı önemli. Kamera bir yandan çok gizli olan bir şeyi ortaya çıkarıp kaydediyor bir yandan karakterlerin yüzlerini kapatıyor, onları görmemize izin vermiyor. Sürekli bir sırt kamerası var. Karakterlerin o kamerayla ilişkisini merak ediyorum, çünkü bazı yerlerde “Bu bir performans var mı yoksa gerçekten tamamen akışta mıydı?” sorusunu sordurtuyor.
Z.K.: Biz tek kamera çalıştık. Çok küçük bir ekiptik. Mahremlerini paylaşacakları için küçük bir ekip olmaya çok dikkat ettik. Proje biraz uzun sürdüğü için birden fazla görüntü yönetmeniyle çalıştık.
J.K.G.: Mehmet ve Yusuf’un evinde de değiliz, Mustafa’da olduğu gibi. Aile hayatını çekemiyoruz ama baskısını hissettirmemiz lazım. Orada ekibi mümkün olduğunca küçük tuttuk. Direkt kendi yaşam alanlarında çektiğimiz için kamerayı da küçük tuttuk, toplumdan tepki almak istemedik. Çünkü o an “Ne çekiyorsunuz?” diye soruyorlar, konuşuyorlar ve konuştuklarını almak zorundayız. Bu yazılmış bir metin değil. “Mustafa’yı seviyor musun?” dendiğinde Mehmet çekinerek etrafına bakıyordu, balıkçılar bizi dinlemeye çalışıyordu. “Kısa metraj çekiyoruz, diyalog öyle…” diye yalan söylüyorduk. Polis gelip “Ne çekiyorsunuz?” diyordu, her yerden iznimiz vardı ama “Eşcinselliğe özendirmeyin!” diyordu.
Z.K.: Sonra izin yazımızı değiştirdik. Dürüst olmak işe yaramıyor, konu başlığına “LGBTİ+” yazınca her yerde çok engelle karşılaştık çünkü zaten eşcinselliğe karşı önyargıların olduğu bir toplum… Polis telsizinden ses geliyordu “Özendirici yayınlar yapmasınlar, lütfen takip edin!” diye. Sonra tekrar valiliğe başvurup genel bir izin yazısı çıkardık, ondan sonra rahat ettik.
J.K.G.: Bizim de kamerayı unutmamız lazımdı. Biz unutalım ki onlar da unutsun. Çok zaman geçirdik birlikte…
Başka türlü olamazdı herhalde…
J.K.G.: Olmazdı ama zaten doğası öyle gelişti. Bu planlı “Zaman geçirelim de işimiz olsun da…” değildi. İş belki olmayabilirdi, başka küçük bir hikâyeye dönüşebilirdi. Deneme çekimlerdi yaptık, Türkiye’nin hiçbir yerinde para bulamadık bu projeyle ilgili ki ikimiz de kıdemli televizyoncularız. Mesela Mehmet’in ısrarıyla Mustafa üstünü başını düzeltti. “Jean giy, o kumaş pantolonla gelme.” dedi. Biz hiç kimsenin hiçbir şeyine müdahale ettirmedik.
Peki sizce Mustafa, Mehmet’i nasıl ikna etti?
J.K.G.: “Ben bu filmde olmak istiyorum, bu kızları çok sevdim.” diyen aktivist bir kişiliği var. Ben o zamanları hatırlıyorum, hiç dil dökmedi bile Mustafa.
“…pozitif bir şey yapıyoruz derken bu insanları hedef göstermeyelim, hayatlarını zorlaştırmayalım diye düşündük; hep bu ilkede durduk.” – Jeyan Kader Gülşen
Az önce mahrem kelimesi geçti ya bu kelime bir yandan gizli, dokunulmaz, yasak olana işaret ediyor; bir yandan da İslam’da kadın bedeninin kapatılması, yabancı erkeğin bakışından korunması gerekliliğini anlatıyor. Filmin kamerası da bunu yapmaya çalışıyor gibi. Bir yandan gizli ve kutsal bir aşk var, onu ortaya çıkarmak istiyor; bir yandan da kapatılması gereken yerler var.
J.K.G.: Kurguda da çok zorlandık biz. “Docudrama”da çekim öncesi senaryo vardır. Oturduk Zekiye’yle bunun üzerine çalıştık. Mesela, ben Mustafa ile bir şeyler içerken tesadüfen arkadaşları geldi ve “Siz kadınlarla evleniyorsunuz, niye bunu yapıyorsunuz, yazık değil mi?” gibi bir tartışma başladı. Hemen Zekiye’yi aradım. O sahne için “Burayı çeksek olur mu?” dedik. Çekim öncesi ve sonrası senaryoyla baş başa kaldığımızda günlerce ara verdik. Kendi homofobimizi sorguladık, empati kurduk, pozitif bir şey yapıyoruz derken bu insanları hedef göstermeyelim, hayatlarını zorlaştırmayalım diye düşündük; hep bu ilkede durduk. İnsan ve kadın duyarlılığıyla hep “Biz olsak ne yapardık?” tarafından baktık.
Z.K.: Bazı sahneler doğalında gelişti. Mesela çekim sırasında Mustafa’nın evinde röportaj yaparken sokağı çektiğimiz sahnede tepeden bir şey silkeleyen “Mustafa, Mustafa!” diyen bir kadın var, kahveye çağırıyor ve çok sempatik. Öyle sahneler doğaçlama çıktı ve sonradan ekledik kurguya.
Sırt kamerası demiştik, daha çok Mustafa’yı takip ediyoruz ama bir yandan da İstanbul sokakları var…
J.K.G.: “Benim İstanbul’um, bizim İstanbul’umuz…” diyordum, Zekiye “Senin İstanbul’un değil artık, niye doymuyorsun?” diyordu. Ben Almanya’dayken çok özlüyordum İstanbul’u ve Zekiye “Senin İstanbul’un filmi bitirmemize engel oluyor. Bu görüntüler çok güzel, neden tekrar çekelim?” dedi, yine de birlikte gidip tekrar çekiyorduk. Muazzam büyük bir yük gemisi geçiyor ya gece… O sahne için bekledik; ışıklar gitsin, yük gemisi gelsin, ezan sesi duyulsun. Örneğin ezanı koyup koymamak oryantalist olur mu diye düşündük. Her yer cami İstanbul’da. Bunları nasıl dengeleyeceğiz? Turistik bir şey yapmak istemedik. Bizim İstanbul’umuz, bizim insanımız, bizim sorunumuz ama sanatın gücüyle evrensel bir sorunu dünyaya gösterelim dedik.
Demin yük gemisi dedin ya, transit bir yer gibi İstanbul da. Hem karakterler hem de senin Almanya’dan dönüşün gibi bağlantılarla İstanbul hep “gelinen” bir yer olmuş, dolayısıyla üç karakter için de İstanbul gizledikleri şeyi dışarıya vurabildikleri, cinsel eğilimlerini yaşayabildikleri bir yer olmuş.
J.K.G.: Karakterler de Karadeniz ve Akdenizli mesela, biz o dengeye de dikkat ettik. Özellikle Türkiye’de, Doğuluların çoğunun eşcinsel olduğuna dair bir kanı var. Bu bir bölgeye ait değil, böyle göstermek doğru değil. Biri Karadenizli, biri Akdenizli, biri Doğulu… Üçünün de sosyokültürel yapıları farklı ama aynı sorunu yaşıyorlar. Karadeniz’de öldürülme korkusu yok ama Doğu’da var, Akdenizli daha arada hissediyor gibi. O orta sınıfa, küçük geleneksel ailelerin eşcinsel oğullarıyla kurdukları ilişkiye, aile ilişkileri içinde geçişlerine baktık. Kendi içinde sayfa sayfa çevirdiğimizde katmanlar çıksın istedik, yapabildiysek ne mutlu!
“Kendimizle hesaplaştık, insani ve vicdani olarak. Gerçekten enkaz hâlinde çıktık projeden.” – Jeyan Kader Gülşen
Filmin başarılarından biri de yeni bir söylem olarak gaylik ve sınıf ilişkisini çok güzel kurması ve gerçekten de en geleneksel olan kutsal aileye de çomak sokması aslında…
J.K.G.: Evet. Aile ve toplum baskısı, kendi iç buhranlarımız… Biz iki sene boyunca alanında çok iyi iki danışman ve psikiyatrla görüştük. Dünya sinemasından da 30-40’lık bir film listesi çıkardık Zekiye’yle. Sabahlara kadar izledik. Prayers for Bobby, The Danish Girl… Sinemada, Orta Doğu’da neler var, burada neler var, din ne diyor? “Erkek çocuk tacize ya da tecavüze uğradıysa gay oluyor” söylemi çok sık çıktı karşımıza. Psikiyatrlar ne diyor, çocuklar ne diyor, biz kendimiz neye inanıyoruz? Belli bir sınıfın belli bir sorununu, kendi iç çatışmalarıyla beraber götürmek istedik.
Bir yandan 15 yıla yayılmış bir aşk hikâyesi anlatıyorsunuz. Sanki bu aşk hikâyesi Mehmet’in Samsun’a gitmesiyle bir kırılma noktası yaşıyor, filmdeki dram da. Siz de gitmişsiniz o fındık toplama zamanına ve başka bir kılıfla gitmişsiniz aslında…
J.K.G.: Nasıl başka türlü gidebilirdik? Oraya kadar gitmek bile çok değerliydi.
Orada siz de bir şekilde o ikisinin suç hikâyesine ortak olmuşsunuz gibi…
J.K.G.: Ortak olduk, evet. Biz de yalan söylemek zorunda kaldık bizi ağırlayan, o güzel kahvaltı sofralarını kuran insanlara. Kendimizle hesaplaştık, insani ve vicdani olarak. Gerçekten enkaz hâlinde çıktık projeden. Her gün konuştuğun insana yalan söylüyorsun, “Fındık toplama belgeseli yapıyoruz.” diyorsun. O, onun evladı yani. Rahat değildik, yapmak zorundaydık ama zorlandık.
Neden gittiniz oraya? Hep konuştuk aslında; karakterleri İstanbul odaklı takip ederken Samsun’a gitmek, sanki filmin de kırılma noktası gibi…
Z.K.: Ön görüşmeler sırasında, o şiddet olayından sonra uzun bir ayrılık yaşadıklarını söylemişlerdi ama birbirlerinin aileleriyle tanışıyorlar ve iki yılda bir Samsun’a fındık toplamaya gidiyorlar ya da Antalya’da buluşuyorlar. Ailece görüşme devam etmiş yani.
J.K.G.: Zaten her sene Mustafa onunla fındık toplamaya gidiyor. Aslında sana bir kırılma gibi gelen şey, onların rutini. Mustafa gidip ona her zaman fındık toplamada yardım ediyor, o kadar iç içeler.
Z.K.: Gittikleri bir dönem sürekli fotoğraf attılar, o göl sahnesi oradan çıktı mesela…
J.K.G.: Mehmet’in evine, mahallesine giremiyoruz; kamera var ama yok olmalı. Bunları hobisine konumlandırdık işte, aslında tesadüfi görünen her şeyin filmde bir karşılığı var. Mehmet için deniz kenarı, balık, olta… Orada rahatlıyor. Mustafa oraya geliyor, flörtleşiyorlar. Filmde sinematografik olarak kaçınılmaz bir aşk yolculuğu olacaktı zaten: İstanbul’u bırakıp Karadeniz’de Mustafa’yla yaşlanmak isteyen bir adam… Onun için biz de o yalana ortak olmak zorunda kaldık sinemacılar olarak, bu kaçınılmazdı, sağ olsunlar.
“…sonradan filmden çıkardığımız kişi, benim için de Jeyan Kader için de çok derin bir kadın mağduriyeti barındırıyor. Bunu hissettirememiş olma endişesindeyiz ve üzgünüz, keşke verebilseydik!” – Zekiye Kaçak
Gay karakterlerin sıkışmış hayatları var. Rol yapmaktan, yalan söylemekten bunalmışlar. Bu tamam ama dolaylı yoldan bu dünyadaki kadın mağduriyeti de göze çarpıyor. Ben ister istemez Mustafa’yı, Mehmet’i, Yusuf’u izlerken onların bahsettikleri, yüzlerini görmediğimiz kadınları da düşündüm ve hissettim. Siz bu konuda iki kadın yönetmen olarak neler hissettiniz, çekim sürecinin başında duygularınız neydi ve zamanla nasıl değişti?
J.K.G.: Bunu Zekiye yanıtlasın ama ben sadece şunu söyleyeyim: Biz bir karakter bulduk ama filmin dramını çok dağıtıyor diye çıkardık. Muhtemelen ikinci proje bu olacak, bizim de kalbimiz acıyor o konuda.
Z.K.: Bir karakter vardı, uzun zaman görüştük. Türkçe öğretmeni bir kadın ve 27 yıl sonra öğrenmiş. 27 yıl kocasının kendini sevmediğini hatta aldattığını düşünmüş. “Bir insan nasıl bu kadar kötü olabilir, mutsuz olabilir?” demişti. İstanbul’da onunla deneme çekimleri yaptık aslında. Çok güzel ifade etti kendini, duygulandı da. Hiç kimseye anlatmamış, bir iki arkadaşı dışında. Yani kameranın önünde ruhsal bir rahatlama yaşadı kadın anlatarak. Çok etkileyiciydi.
J.K.G.: Mustafa’yı tanımak istedi. “Benim kocamın karşı tarafı olan biri kim?” dedi. Biz Mustafa’yla onları arkadaşça buluşturduk. Hatta bunları çektik. Ama biz bunu o hikâyenin içine girmek, arka planını görmek için kullandık. Mustafa’ya eşine soramadığı bir sürü soruyu sordu çünkü artık eşine ulaşamıyor sayılır.
Z.K.: Evet, biz kurguda yerleştiremedik bunu, bir şeyler denedik ama sanki hep farklı bir hikâyenin karakteri gibiydi.
J.K.G.: Bu konunun seri olması gerektiren bir kumaşı var. Az koysan rahatsızlık, hiç değinmesen rahatsızlık… Biz de Yusuf’la Mustafa’nın arasındaki diyaloglardan bu mağduriyeti hissettirmeye çalıştık.
Z.K.: Orada benim bir arkadaşım var dediği kişi, bizim karakterimiz olan ve sonradan filmden çıkardığımız kişi, benim için de Jeyan Kader için de çok derin bir kadın mağduriyeti barındırıyor ve bunu hissettirememiş olma endişesindeyiz ve üzgünüz, keşke verebilseydik! İkinci projeye pas atarız diye düşündük çünkü o gerçekten başka, dolu dolu ve ağır bir hikâye.
Haklısın, ağır ve o da saklı, bilinmeyen bir hikâye. Sanırım ikinci bir filmi hak ediyor ve umarım devam edersiniz.
J.K.G.: Finans bulursak bakarız ama belgesel için para bulmak çok zor, sinema yapmak zor.
Peki iki kadın yönetmen bir arada çalışmak nasıl bir şey?
Z.K.: Biz çok yakın arkadaşız Jeyan’la. Al Jazeera’de tanıştık, yapımcı yönetmen olarak çalışıyorduk. Belgesel hazırlıyoruz falan derken orada çok yakın arkadaş olduk. O fasıl kapanınca bu sefer birlikte ne yapabiliriz diye düşündük çünkü çok iyi anlaşıyoruz ve kafa yapımız çok uyuyor, duygu birlikteliğimiz var.
J.K.G.: Ben Zekiye’nin kalbini, hayata karşı duruşunu çok seviyorum. Bunları sevince mesleki olarak da birbirimizi dengeliyoruz. Tabii ki çatıştığımız, tartıştığımız, birbirimize mesleki olarak ters düştüğümüz oldu ama duygudaşız, çok aynı yerden bakıyoruz. Hiçbir zaman Zekiye “Şu ağlamayı neden koymuyoruz?” demedi mesela. Bu kadar bütün olduğumuzu biz de bu projede gördük. Bizim hayattaki duruşumuz benzerdi; insan hakları, onur yürüyüşleri, sergiler… Ama mesleki duygudaş olmak da bizi çok rahatlattı. İki kadının omuz omuza verip “Kadın kadının yurdudur.” diyip “Biz aşkı en güzel şekilde anlatırız, erkek aşkını da anlatırız, aşk hiçbirimizin tekelinde değil!” demesi tatlı bir şey. Bunu da her yerde göstermeyi, bütün röportajlara birlikte çıkmayı düşünüyoruz. İki kadın yönetmen olmak sanıldığı kadar yorucu değil, insani olarak ortak noktalarınız varsa.
Röportaj: Müge Turan
Bant Mag. No:78 (Eylül 2022)