Yaralarımızı sevebilmenin şifası ve iflah olmaz bağ kurma arzumuz: Kae Tempest ile “bağlar üzerine”
Röportaj: Ekin Sanaç
Kae Tempest, hangi medyum ona aracı olursa olsun, düşünsel niteliği benzersiz anlatılar ortaya koyan bir ruh. Sesini bulmaya Londra’nın spoken-word, rap, şiir ortamlarında başlamış ve her ölçekte, her çeşit mekânın tozunu yutarak ilerlemiş.
Mikrofonu her eline aldığında yalnızca (dinleyici olarak) siz değil, sanki o da büyük bir minnet duyuyor. Şiirinde müzik, müziğinde de şiir vazgeçilmezi; izin varsa en derinlere inebiliyor ve yine izin varsa mutlaka kapılar açıyor.
Everybody Down, Let Them Eat Chaos, The Book of Traps and Lessons’ın ardından son albümü The Line Is a Curve 2022’de, Nice Idea EP’si de albümden kısa süre sonra yayınlandı. Alışkanlık yapan, prodüktör Dan Carey’le ortaklaştığı bu şaheserler, insanın hem zihninde özgürce süzülmesine hem de çimdiklenerek uyanmasına izin veriyor ve yer yer heyecandan yüreği ağza getiren bir dinleme deneyimine dönüşüyor. Kae Tempest bir şey yapıyorsa varını yoğunu ortaya koyuyor ve şarkıları hem müziğin akışında hem kendinde hem de dokunduğu dinleyicide yeni katmanlar açığa çıkarıyor.
Kae Tempest’ın kendini gizleyebilen, göz önünde bulunmamaktan hoşnut olan yazar kimliği ile sahnenin en ortasına atılmak zorunda kalan müzisyen kimliği arasında hissettiği acı verici çelişkilerin, kendini keşfetme ve açılma süreciyle çözümlenmeye başlamasına tanıklık ediyoruz bir süredir. “Love Harder” parçasının sözlerinden birebir alıntıyla, “Pronounlarını they/them olarak düzeltiyor, he/him de olur” diyor ve ekliyor,
Ateş ne zaman parlarsa
Benim gibi bir âşık savaşmayı öğrenir
Hava ne zaman kararırsa
Benim gibi bir savaşçı daha çok sevmeyi öğrenir.
Kae Tempest, bazılarımız için kesinlikle çağın en ilham verici şair / yazar / düşünür / müzisyenleri arasında. Bugüne kadar birçok şiir koleksiyonu hazırladı, oyunlar yazdı ve bir tane de romanı var (The Bricks That Built the Houses, 2016). 2020’de ise kurgusal olmayan ilk kitabını yayımladı: On Connection, Kae Tempest’ın kendi deneyimi üzerinden yaratıcılığı kutlayan ve yaratıcılık ile başka türlü kuramayacağımız bağlar kurabilme ihtimalimiz üzerine düşünen, felsefi yanı ağır basan çok etkileyici, zihin açıcı bir metin. Sanatçılığa indirgemiyor yaratıcılığı; merakımızı, var olma hâllerimizi, ilişkilenmelerimizi kapsayan dürtüsel bir yerden yaklaşıyor ona ve yaratıcılığı bağ kurabileceğimiz müşterek bir zemin olarak sunuyor manifestosunda.
Kae Tempest’ın böyle bir kitap yazdığından Aylin (Güngör) sayesinde haberim olmuştu. Belirli aralıklarla birbirimize fırlattığımız, çoğunlukla akıl sağlığı üzerine olan ve daima iyi gelen metinlerden biri olarak paylaştıydı benimle. Kader öyle ki bundan kısa bir süre sonra, tam da bu kitapla beraber yapmakta olduğum bir otobüs yolculuğu esnasında bağımsız yayınevi Onagöre’nin On Connection’ın Türkçe çevirisini yayımlamaya hazırlandığı haberini aldım! Bağlar Üzerine, Aralık 2023’te Onagöre’nin yayımladığı ilk çeviri olarak raflara çıktı. Mina Çakmak’ın çevirisi, Deniz Başar’ın editörlüğü ve İrem Yıldırım’ın tasarımıyla. Kendisi aynı zamanda da Kae Tempest’ın Türkçeye çevrilmiş ilk eseri. Yani bence, n’olur, okuyun!
Bağlar Üzerine vesilesiyle geçtiğimiz haftalarda Kae Tempest ile bir zoom seansında bir araya geldik. Kitap ekseninde konuşarak; hayatta kalma, başkalarını “kendi hikâyemizin bir aksesuarı olarak değil de kendi hikâyelerinin baş kahramanı olarak görebilme” ihtimali ve ayrıştırıcılığın şiddetinin, şiddetin ayrıştırıcılığının zirvede yaşandığı böyle bir dönemde bağ kurma arzusu üzerine derinlere daldık. Yoğun programına rağmen buna yer açan Kae Tempest’a başta olmak üzere, Onagöre ekibine ve okuyan herkese sevgi ve minnet. Örneğin twitter açıksa bir süreliğine kapayarak, kesintisiz bir akışta Kae Tempest’ın anlattıklarına kapılmanız tavsiye.
*Bu röportaj, Bant Mag. Mayıs 2024 sayısında yayımlanmıştır.

Bağlar Üzerine ile başlayalım istiyorum. Kitabının Türkçeye kazandırıldığını düşündükçe içim açılıyor. Bu kitap üzerinden, zaman geçtikçe üretimlerinle arandaki ilişkinin nasıl şekil değiştirdiğinden biraz bahsedebilir misin? Sen bu kitabı yazalı epey oldu nitekim. Şu an içinde nerelere oturuyor?
Bu enteresan bir konu çünkü bir şey yeni bir yaşam ve yeni bir dil kazanınca hiç bilmediğim başka bir tona geçiyor. Bağlar Üzerine’nin Türkçesini kimlerin keşfettiği ve keşfedeceği benim dışımda yaşanan bir hadise. Aslında bu her üretimim için geçerli. Tamamlanmalarının ardından benden ayrılıyor, serbest kalıyorlar. Sonra beklenmedik harika anlarda bir şekilde bana uğruyorlar. Bir muhabbet esnasında bu kitabın ummadık bir yerde biriyle yolunun kesiştiğini, onu nasıl keşfettiğini ya da o esnada onun için neden önemli olduğunu öğrenirken buluyorum kendimi. Bunun dışında artık benim yolculuğum değil ve bu çok güzel bir şey. Bu kitabın onu keşfedenlere iyi geldiğini anlıyorum ve bu beni gururlandırıyor. İnsanlarla kurabildiği samimi ilişkinin çok güzel olduğuna inanıyorum. İletişim sınırlarımın ötesine geçerek başka başka dillerde yayımlanması fikri çok hoşuma gidiyor. Yani aslında şu an hayatımda başka bir noktada olduğum için bu kitabı yazarken hissettiklerime dönmem zor ama bunun hiçbir önemi de yok bir yandan.
Kitap tamamen kendi yolculuğunda.
Evet. Kitapta da yazdığım gibi.
“Metne hayat veren yaratım sancıları içinde yazar, bu gücün pilotudur. Bir fikrin kıyısında tek başlarına durur, onu oltasıyla çekmeye çalışır. Ancak yazar eseri teslim ettikten sonra, eser artık ona ait değildir; artık onu eline alıp tamamlayan kişiye aittir. Yazarın kendi eserine yönelik niyetleri, bir ebeveynin çocuğunun hayatına yönelik niyetleri kadar yanılgılıdır. Hayatlarının neye dönüşeceği hakkında gerçekten ne bilebilirsiniz?”
O artık benle değil, sizlerle ilgili. Okuyucuyla ilgili. Okuyucularının bulunduğu yerlerle ilgili. Bu kitap kendi hayatını yaşamaya başladığından beri onu yazarken bulunduğum yerlerle okuyucuların bulunduğu yerler arasında bir bağlantılar kuruyor. Kitapta da yazdığım gibi onu keşfedenlerin durduğu yerler de aynı derecede önemli. Hani aynı eser başka bir günde ya da başka bir mekânda farklı anlamlar kazanabilir ya. Örneğin bir albümü dinlediğinde sana hiçbir şey ifade etmeyebilir ama ertesi gün dinlediğinde içinde bir yere temas ediverir ve ona ihtiyaç duyduğunu fark edersin. Yani bu bir takas ve aradaki elektriği yaratan bu takasa ne getirdiğinle ilgili. Edebiyat ve şiir üzerinden yapılan keşifler bana bu yüzden çok özel geliyor. Benim bu kitaba dair rolüm sona erdi. O artık tamamen onu bulanlarla ilgili.
Bağlar Üzerine kurgusal olmamasıyla yazdığın diğer her şeyden ayrışıyor. Bir yazar / şair olarak kurgu ve kurgudışı arasında geçişleri nasıl deneyimliyorsun? Karakterler değil kendin üzerine yazarken, kendin olarak “ben”li cümleler kurarken yaklaşımın, zihnin, hatta metotların değişiyor mu?
Aslında şu sıralar yeni romanımı yazmakla boğuşuyorum.
Harika bir haber bu!
İlk taslağı iki gün önce tamamladım. Mahvolmuş, bitmiş bir hâldeyim. Bu romanı yazabilmek için çok derinlere inmem gerekti. Kurgusal bir roman, oyun ya da hikâye yazmak her ne kadar kendi deneyimlerimi birebir anlatmaktan çok farklı olsa da belirli açılardan yaramın çok daha derinine, hayatımın çok daha derinine indirebiliyor beni. Çünkü nihayetinde benimle hiçbir ilgisi olmayacak karakterleri yaratmak için kendi deneyimlerimde ciddi kazılar yapmam gerekiyor. Sonra bir an geliyor ve o karakterler bir yaşanmışlıktan ya da deneyimden yola çıksalar da benim tasarılarımın dışında başka hayatlar sürmeye başlıyorlar. O zaman bu karakterleri ortaya çıkarmanın ne kadar büyük bir çalışma olduğunun bilincine varıyorum. Karakterler onlarla birkaç yıl geçirmemin ardından bağımsızlıklarını ilan ediyor ve onlara söyletmeye, yaptırmaya çalıştıklarımdan başka şeyler yapıp söylüyorlar. O andan itibaren ben onlara ne söyleyeceklerini değil; onlar bana ne söyleyeceklerini anlatmaya başlıyor. Tüm bunlara rağmen Bağlar Üzerine gibi kurgudışı bir kitaba kıyasla kurgusal bir dünya yaratırken kendi deneyimimin, travmalarımın, bedenimin, tarihimin, ailemin ve kalbimin çok daha derinine indiğimi söyleyebilirim. Bağlar Üzerine elbette doğrudan kendi deneyiminle ilgili ama orası sınırların çok daha net olduğu, daha güvenli bir alan. Oysa bir romanın bilinçdışı dünyasının yazardaki yeri çok daha başka. Karakterin gördüğü kabusları, mücadele ettiği psikozları bilmen şart. Okuyucu bunları bilmese de senin bilmen, hissetmen şart. Bu yüzden kurgudışı ya da kendi deneyimimden yola çıkan şiirler yazdığımda “Ben” demek bazı açılardan daha katartik hissettirse de şu an üzerinde çalıştığım roman gibi deneyimimin tüm bant aralığını içeremiyor.
Belki de şu an bu roman çok taze olduğundan böyle hissediyorumdur ama kurgudışı dünyanın çok daha net sınırlar içinde daha güvenli bir alan sağladığına inanıyorum. Çünkü kurgudışı daha kamusal, kime hitap ettiğini daha iyi biliyorsun. “Şimdi size şu deneyimimden bahsedeceğim. Şöyle bir çatı kuruyorum, gezinmek istediğim parametreler bunlar, şu fikirlerimi size şöyle sunacağım.” diyorsun. Yani sen de dergi için bir yazı yazdığında benzer bir şey hissediyor olabilirsin. O yazı için her şeyini verebilirsin ama bunu ancak belli açılardan sınırlandırılmış bir formatın içinde yapabilirsin. Oysa kurgusal bir anlatıda baştan tanımlı kurallar olmaz. O dünyanın yerçekimi kanununu sen yazarsın. Yine aynı miktarda kurala ihtiyacın olur ama bunları sen belirlersin. Belki bu yüzden bu kadar tüketen bir süreç. Beni her süreç, her çalışma aynı şekilde tüketiyor ama örneğin sanki şiir yazarken şiir sana gelip gidiyor. Roman ise seni asla yalnız bırakmıyor. Bir şiiri tamamlayınca başka bir şey düşünebiliyorum ama bu romanla uğraşırken iki ay boyunca başka herhangi bir düşünce için yer açamadım.
Uzun bir anlatı yaratmanın mücadelesine biraz aşinayım ama sen bunu inanılmaz güzel anlattın. Romanı yazmaya ne zaman başladığını merak ettim.
Ah. Beş yıl önce karakterler üzerine düşünmeye başladım ve yaklaşık iki yıl önce benden uzaklaşıp kendileri olmaya başladılar. Ardından tam bir yıl boyunca taslak üzerine taslak yazdım. Yani epey zaman oldu. Ama bir o kadar da taze. Söylediğim gibi henüz sadece ilk taslağı çıkarabildim. Daha birkaç yılı var anlayacağın. Muhtemelen yayımlanması için iki yıla daha ihtiyacım var. Böylece bir önceki romanımdan on sene sonra çıkmış olacak. Roman büyük bir hadise. Eğer mücadele veriyorsan tam doğru yerde olduğunu söyleyebilirim.
Bir hikâye anlatıcısı olarak seninle birlikte farklı mecralarda yol almak ve bu mecraların sınırsızlığını deneyimleyip, onlarla beraber kurallardan kurtulmak çok sürükleyici, çok ilham verici. İlk romanın The Bricks That Built the Houses’ı okuma fırsatım oldu. Becky, Harry ve Pete’in hikâyelerinin müziğinle, bir albüm olarak başlayıp sonra bu romana dönüşmesi fikrini çok seviyorum. Bu romandan; müziğine, şarkı sözlerine, şiirlerine tutulduktan sonraki dönemde haberim olmuştu. Okurken de tamamen kendimi kaptırdım. Romanda da okuyucu müziği, ritmi, akışı resmen duyabiliyor, çok da şiirsel. Sanki metinlerine müziği ya da ritmi çağırmıyorsun, onlar zaten oradalar. Metin ve müzik, yazılı dil ve sözlü dil arasındaki akışkanlığı nasıl deneyimlediğini biraz daha açabilir misiniz?
Sanırım benim için dilsel olan her şey müzikte ortaklaşıyor. Ne yapıyor olursam olayım, hangi formda çalışırsam çalışayım müzik hep dipten akıyor çünkü benim için her şey müzikle başladı. Kelimelerle oynamaya müzikle başladım ve yaratıcılığımı şarkı sözü yazarak keşfettim. Kafiye yapıyordum, gruplarda çalıyordum, DJ’lerle çalışıyordum, partilerde şarkı söylüyordum. Kelimelere duyduğum yakınlığımı müzik aracılığıyla öğrendim. Yani beni müzik eğitti. Beni şekillendiren yılların tamamı ritmlerin içinde geçti.
Şöyle de bir şey var ki müziği bir kez duydunuz mu asla geri alamazsınız. Benim için anlam kavramının en güzel ve en heyecan verici tezahürü bu: dilin müzikalliği ve lirizm. Beni çok heyecanlandırıyor. Bazı yazarların sahip olmadığı bir şeye sahibim. Bu yüzden bazen farklı formlar ile çalışırken yeterince iyi ya da zeki olmamaktan, sahip olmam gereken bazı becerilere sahip olmamaktan endişe duyabiliyorum ama sonra “Ben neye sahibim? Ne yapabiliyorum?” sorusuna geri dönünce tüm bunların aslında deneyimlere özgü olduğunu fark ediyorum.
Ben de pek çok yazarda olmayan bir lirizm ile bir şeyleri birbirine bağlayabiliyorum. Çünkü onlar benimle aynı yoldan geçmedi, benimle aynı müziği sevmedi ve orada değillerdi. İşte ben de ona sahibim. Dolayısıyla bir parçam yapıcı hareket ediyor, şarj ediyor; kendime kim olduğumu, hayatımın ve sesimin gücünü hatırlatıyor. Çünkü gözüm korkabiliyor, korkutucu. O yüzden bu, tutkumun nereden geldiğini kendime hatırlatan şarj cihazı gibi bir şey. Ama aynı zamanda da bilinçaltımda ve salt zevk almakla da ilgili. Ritmin zevkini almak.
Şiirin ne olduğunu ve şiirin müzikle kurduğu ilişkileri anlamaya başladıkça, bunun ne kadar farklı bir dünya olduğunu kavradım. Bir sayfadaki müzik kulakta ya da sesteki müzikten çok farklı. Bu nedenle müziğe dair yeni bir kapı açıldı bana. Bu yüzden farklı bir müzikalite öğrenmek zorunda kaldım ve bu son şiir kitabıma çok ilham verdi. Biçim meselesine, şiirsel formun müziğine, arkaik biçimlere, sonelere kaptırdım tamamen kendimi. Sayfanın müziği nasıl icra edebildiğini; göze ve kulaklara nasıl talimat verebildiğini keşfetmeye başladım. Bu yoldan ilerledikçe de yazmayı bırakamadım. Flow üzerine o güne kadar öğrendiklerimi bir kenara koydum ve bu farklı formlara kafayı taktım. Bir nevi şeytan çıkarma ayini gibiydi, içimden bir şeytan çıkarmam gerekliydi.
Tabii aynı zamanda sırf bunların uğruna çok şiirsel bir dile sapmamaya da çalışıyorum. Ne bileyim, hani bir şarkıda sebepsiz yere saksafon solosu istemezsiniz ya. Aynı onun gibi. Ben bir şeylerin sade, derinden hissedilen ve net olmasını seviyorum. Altta ritim nabız gibi atsın ve üzerine gelecek tüm hareketler tüm alevlenmeler hak edildiği için yaşansın. Dili kullanmayı çok seviyorum ve müzikte teğet seslere ya da lirik patlamalara gitmeyi de çok seviyorum ama gerçekten de eğer hikâyeye hizmet etmiyorsa, onu yolunuzdan çekmelisiniz. Bu da hayat boyu öğrenmem gereken derslerden biri.
Peki metin üzerine çalışırken, yazı yazarkenki kurgu, edit sürecinden biraz bahsedebilir misin?
Dört gün önce sabah 02.00 civarında yaşadığım sevinç ânını paylaşayım. Gün boyu üzerine çalıştığım taslaktan bir anda 10 bin kelimeyi sildim. Çünkü o kelimelerin aslında hiçbirine ihtiyacım yoktu. Birbirleriyle konuşmalarını sevdiğim karakterlerle ilgili üç sahneydi, benim için önemliydi, güzeldi ama dediğim gibi hikâyeyi bir yere götürmüyordu. Onlardan kurtulur kurtulmaz bir hafiflik hissettim. Bu yüzden yazarken bir fikrin başından en sonuna kadar nasıl göründüğüne, nasıl duyulduğuna çok takılmadan gitmek bence çok önemli. Yani sadece A’dan Z’ye gitmek. Bir arkadaşım buna “Taslak 0” diyor. İlk taslak bile değil. Sadece nereye gittiğinizi bilmek. Ben o noktada kendimi hiç düzenlemiyorum, ne kadar kötü olduğu konusunda endişelenmiyorum. Sadece bitiriyorum.
Bir hikâyenin ancak nereye gitmeye çalıştığına dair bir fikre sahip olduğunuzda oraya ulaşmanın daha iyi bir yolunu düşünmeye başlayabilirsiniz. İlerlerken düzenleme yaparsanız, oraya asla ulaşamayabilirsiniz. Çünkü yol boyu kendinizi sürekli yargılarsınız ve hikâye her an her yere gidebilir çünkü sizin hayal ettiğiniz bir dünya orası. Bu yüzden sona ulaşmadan önce sürekli müdahale ederseniz, gerçekte var olmayan, parametreleri olmayan, sağlamlığı bulunmayan bir dünyada bulabilirsiniz kendinizi. Kafanız karışır, yorulursunuz, korkarsınız. Sonraki düzenleme sürecim sadece kırpmak ve saçmalıklardan kurtulmaktan ibaret. Kelimeler konusunda ısrarcı değilim. Şunu öğreniyorum ki eğer bir cümleyi sadece sesi için seviyorsam, onu atmalıyım. Bir cümleyi kaybedecek olmak bana acı veriyorsa, onu da atmalıyım. Muhtemelen yazar olduğum için seviyorum o cümleyi ama büyük olasılıkla lanet hikâyedeki en kötü cümle.
Karakter hakkında sizin bilmediğiniz bir şey bildiğim için de seviyor olabilirim bir cümleyi. Tam da bu yüzden ondan nasıl kopacağımı öğrenmem lazım. Sakin, net ve doğrudan yazılmış metinleri seviyorum. Yazar olarak da sevdiğim, böyle yazmak. Yazdıklarımın bu çekim gücüne, güce ve doğrudanlığa sahip olmasını istediğim için hep anlama, hikâyeye nasıl yaklaşacağımı düşünmeye çalışıyorum. Bence kelimeler anlama doğru bir harita oluşturuyor. Yolculuk ise okuyucunun bu haritayı eline alıp yolculuğa çıktığında neler olduğuyla ilgili. Harita sadece bir rehber. Esas sihir, hayal gücü işin içine girdiğinde gerçekleşir.
Ben de yazarken sonra bir noktada daha girift bir şekilde ve satır satır ilerlemeye başlıyorum. The Bricks That Built the Houses benim ilk romanımdı ve buna henüz hazır değildim. Bu fırsat karşıma çıktığında elimdeki süre de sınırlıydı. Roman matbaaya gittiği âna kadar düzenlemeye devam ettim. Dolayısıyla o romanla ilgili bazı sorunlarım var. Çünkü artık daha iyi olabileceğini biliyorum. Ama başlamaya hazır olmak için ilk romanını sonuna kadar getirmelisin. İlk roman öyle bir şey ki hiçbir şey seni ona hazırlayamaz. Ne kadar kötü olduğunun da ancak tamamladıktan sonra farkına varırsın. Tekrar böyle büyük bir şeyle yüzleşecek güveni geri kazanmam bunca zamanımı aldı. Kısacası, metin üzerinde aslında sonsuza kadar düzenleme yapabilirsin. Ama deadline geldiğinde kesmen gerekir. Açıkçası elimde olsa hâlâ editliyor olabilirdim.
Hayat bazen çok tüketici hâle gelebiliyor. Böyle zamanlarda bir şey yaratmak, bağ kurmak için enerjiyi sürdürmenin yollarını keşfetmek de başlı başına bir mücadele olabiliyor. Yaratıcılığını sürdürürken, hayatta yaşadığın duygusal, zihinsel veya fiziksel yorgunluklarla başa çıkmak için zaman içinde sen nasıl yöntemler keşfettin? Nasıl alışkanlıklar edindin? Rutinlerin var mı? Çok merak ediyorum.
Bu her seferinde ve hâlâ üzerine çalışmam gereken bir konu olarak karşıma çıkıyor. Hiçbir seferinde bununla yüzleşmeye daha hazır olmuyorum. Hani daha önce yapmış olmam asla tekrar yapmamı kolaylaştırmıyor. Bunu söylemekten nefret ediyorum. Zamanla kolaylaştığını, artık bir şeyleri daha iyi anladığımı söyleyebilmeyi çok isterdim ama durum öyle değil.
Mesela turneye çıkacaksam fiziksel olarak iyi hissetmem gerekir. Güçlü olmam gerekir. Egzersiz yapmış olmam, kendimi bedenimde hissetmem, nefesimin doğru şekilde hareket ettiğini hissetmem gerekir. Ama iş yazmaya gelince farklı. Yazmanın nereden geldiği başlı başına bir gizem olduğu için az önce bahsettiğim tüm konular bir anda çöpe gidiyor. Sabah saat 3’e kadar stüdyoda kalmam, dışarıdan yemem, sigaralar içmem, bira içmem, yani beni sahnede insanların önüne çıkmaya hazırlıksız hâle getirecek her şeyi yapmam gerekiyorsa, bunu atlatmak için ne yapmam gerekiyorsa yapıyorum açıkçası ve bu gerçekten kolay değil çünkü ben aslında rutinleri çok seven biriyim. Her sabah aynı saatte kalkan, ritüelleri olan ve rutinlere sadık kalan bir yazar olmayı çok isterdim. Ama bunu uygulamak zor. Hele de partnerinizle, ailenizle veya sevdiklerinizle.
Bir boşlukta var olmuyoruz çünkü. Sabah 4’te kalkıp stüdyoma gitmek ve orada olmak benim için en iyi şey olsa bile, aynı zamanda ben birinin partneri, birinin kardeşi, birinin arkadaşı da olmak zorundayım. Her şeyin etrafında gerçek hayatını da konumlamak zorundasın. Ben bir şey üzerinde derinlemesine çalışırken hayatta neredeyse başka bir varlık göstermiyorum. Her şeyim üzerinde çalıştığım şeye gidiyor. Stüdyodan geliyorum ve orada oturuyorum ama sanki aslında orada değilim, yokum. Sanki her taraf yanıyor. Dududududu!
Bundan kurtulmama ve sevdiklerimle bağ kurmaya alan açmama yardımcı şeyler arasında doğada yürümek, yemek yapmak gibi gerçekten topraklayıcı etkisi olan şeyler var. Telefonu kapıyorum, interneti kapıyorum, televizyonu kapıyorum, eğer yapabilirsem her şeyi sakinleştiriyorum. İyi besleniyorum, sebze yiyorum, böyle iyi hissettirdiğini bildiğim şeyler inmeme yardımcı oluyor.
Ama bir şeyler üretirken, yaratırken tüm bunlar benim için çöpe gidiyor. Adeta uzay boşluğunda süzülüyor gibi oluyorum. Onu takip etmek dışında yapabileceğim bir şey yok. Stüdyoda kaç gün geçirdiğimi bile bilmiyorum. Stüdyoda üç haftadır bu roman üzerinde çalışıyor olabilirim. Bir gün bile ara verdiğimi sanmıyorum. Gerçekten bilmiyorum. Çok yorucu. Başka bir yazar 8’den 12’ye kadar çalıştığını söyleyebilir. Ben bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Belki de bir gün öğrenirim.
Belki öğrenirsin. Ya da belki hiçbir zaman öğreneceğin bir şey olmayabilir.
Evet ama böyle çok zor. Bu hâlde pek sürdürülebilir hissettirmiyor. Şimdiye kadar pek çok şey yazmış olmama rağmen, herhangi bir kavrayışa sahip olduğumu düşünmüyorum. Hâlâ yapıp yapamayacağımı, başa çıkıp çıkamayacağımı ya da onun için gerekenlere sahip olup olmadığımı bilmiyorum. Bir sürü fikrim var. Ama bir fikre sahip olmanın verdiği heyecanın arkasında daima onunla başa çıkamama korkusu da vardır. Harika bir fikrim olduğunu düşündüğümde dehşete düşüyorum. Çünkü beni tüketeceğini, düzgün bir şekilde yapamayabileceğimi biliyorum. Daha hazır, süreci artık daha iyi tanıyor olmak, beyninde aynı anda 15 maraton koşmak gibi hissettiriyor. “Bunu tekrar yapmaya hazır mısın?” diye soruyorsun kendine. Bunu yapmak benim istediğim tek şey. Ve aynı zamanda da istediğim son şey.

Tutku dediğimiz şey sanırım biraz böyle işliyor. Başka bir şey soracağım şimdi. Belki hiç umursamadığın bir konudur ama senin şiirlerine, çalışmalarına bugüne kadar hep yaş bağlamında birçok atıfta bulunuldu. Bir hikâye anlatıcısı olarak şöyle dönüp baktığında, senden sıklıkla “genç şair”, “yeni nesil şair”, “bir jenerasyonun sesi” gibi bahsedilmiş olması hakkında nasıl hissediyorsun? Bu “genç” etiketinin göz ardı edilen zorlukları olmalı mutlaka?
Aslında bence bu kimin söylediğine bağlı.
Hahahahha. Ne kadar doğru.
Şair bakımından genç; az gelişmiş, ciddi olmayan gibi anlamlara da gelebilir. Bu yüzden gerçekten kimin söylediğine bağlı. Küçümsendiğimi ya da yanlış anlaşıldığımı, yanlış temsil edildiğimi hissediyorum ama aynı zamanda da önemli olan tek şey senin yaptığın işle olan ilişkin ve insanların onu nasıl duyduğu, nasıl algıladığı, onunla ilgili neler düşündüğü. Ve eğer bunlar üzerine düşünmeye kalkarsan kendini delirtirsin çünkü insanların yaptığın şeyi nasıl anladıkları konusunda yapabileceğin hiçbir şey yok. Çok güzel ve çok ayrıcalıklı bir yerdeyim ben; fikirlerim olabiliyor ve bu fikirleri eser olarak ortaya koyabiliyorum. Bu çok ama çok güzel. Evet, her zaman birilerinin seni nasıl algıladığına ya da senin hakkında ne düşündüğüne takılırsın ve hatta bunlar çok tuhaf gelir. Çünkü ben kendimi hiç de genç bir şair gibi hissetmiyordum. 15 yaşındaydım ve kendimi en büyük şey olmaya hazır hissediyordum. Tüm bu süreçte kendimi ancak şu an biraz genç hissettiğimi söyleyebilirim. 20 yıldır içindeyim ve şu an yeni yeni genç hissediyorum. Az önce de sana söylediğim gibi, sanki hiçbir şey bilmiyormuşum gibi hissediyorum. Ama 18, 19, 20 yaşındayken her şeyi bildiğimi her şeyi çözdüğümü sanıyordum. Belki de “genç şair” derken kastedilen de tam olarak budur. Hiçbir fikrim yok. Ama asıl olay, sana kimin böyle dediği. Eğer diğer “gençler” diyorsa hiçbir sorun yok. Başka bir nesilden geliyorsa anlaşmamız biraz zor çünkü yaratıcı gelişimin yaşla bir ilgisi olamaz. 50 yıl eğitim almış biri olarak yaratıcılığınızda genç olabilirsiniz ya da 12 yaşında yaratıcılığınızda çok olgun olabilirsiniz.
Buradan Bağlar Üzerine kitabına dönmek istiyorum. Aslında kitabında “hayatta kalma” kavramını bir kez bile kullanmasan da bağ kurma üzerine önerdiğin teori hayatta kalmaya dair çok güzel bir yaklaşım öneriyor. Kendini tanımanın, bilmenin hayatta kalmakla nasıl derinden ilişkili olduğunu düşündürüyorsun. Hayatta kalmanın “yaratmak” için nasıl bir güç sunabileceğini, yaratma ve bağ kurma döngülerinin nasıl hem yazar hem de okuyucu ya da dinleyici için hayatta kalma eylemleri olabileceğini düşündürüyorsun. Bağ kurmak ve hayatta kalmak arasındaki ilişkilenmelere yazar Tempest, okuyucu Tempest ve dinleyici Tempest olarak nasıl yaklaşıyorsun? Neresinden konuşmak istersen…
Kitapta bunu bulmuş olman çok güzel bir anlayış bence. Kitabı böyle okumuş olman beni çok müteşekkir hissettiriyor. Bu çok güzel. Çünkü benim için kesinlikle hayatta kalmamın nedeni bu. Yaratıcılığım sayesinde hayatta kaldım. Beni bu dünyada tutan tek şey yaratıcılığım. Ciddiyim ve bundan çok memnunum. Şu an hayatımda daha önce bilmediğim bir ferahlığı ve mutluluğu deneyimliyorum. Eğer bu yola devam etmeseydim böyle bir huzurun varlığından haberim olmayacaktı. Dolayısıyla ona karşı duyduğum bu bağlılık, aynı zamanda bana hayatımı verdiği ve beni bu dünyada tuttuğu için duyduğum derin bir minnettarlık. Yaratıcılık benim hayatta kalma sebebim olmaya devam ediyor. Bana hayatımdaki en güçlü anları verdiğini düşünüyorum. Bana her şeyi verdi. Tüm bakış açımı, felsefemi, insanlar hakkında hissettiklerimi, bunların hepsini yaratıcılık sayesinde öğrendim. Dünya ile dünya hakkında öğrendiğim tüm karanlık şeyleri dengeledi. Varoluşa dair daha korkunç olan unsurlar, bu güzel şeye erişerek dengeleniyor. Bunun için gerçekten çok minnettarım.
Biz de öyle. Bağlar Üzerine’de altını çizdiğim ve çok önemsediğim bölümlerden biri şurası: “Artık kimsenin fikrini değiştirmek istemiyorum. Sadece bağ kurmak istiyorum.” Yaratım sürecindeki bu dönüşüm sanırım çok önemli ve bunu biraz açmanı isteyeceğim.
Kitaptan bir diğer alıntı yapmam gerekirse: “…alternatif topluluklar yaratmanın önemi nedeniyle, farklılıklarımıza bağımlı benlikler kurduğumuz bir yere geldik. Topluluklar birbirlerine karşıt olarak gelişiyor. İnternet giderek kendimizi şu ya da bu inanç sistemini paylaşan ve aynı fikirde olmayan insanlara şüpheyle yaklaşan şu ya da bu kabilenin üyeleri olarak tanımladığımız ve yeniden onayladığımız bir yer hâline geliyor.”
Bir alıntı daha: [Çevrimiçi dünya bağlamında] “İnsanların gerçekte oldukları kadar karmaşık ve çok boyutlu olmalarından nefret ediyoruz. İnsanları parantez içinde tutmayı, onların bizimle nasıl ilişki kurduklarına dair keyfi sınıflandırmalarla düzgünce tertiplemeyi seviyoruz.”
Yine kitaptan bir alıntı: “Böylesine ayrıştırıcılığın yaşandığı bir dönemde, bağlanma ve evrensellik çağrısının bile sorunlu olduğunu biliyorum. (…) Birliktelik çağrısı, temel hak ve özgürlükler için mücadele eden insanların gerekliliğini küçümseme riski taşıyor. Aramızda açılan uçurumların sağlam sebepleri var. ‘Aramızdaki farkların bir önemi yok’ fikrine katılmıyorum ya da hepimizin aynı olduğu fikrine. Farklılıklarımızın toplumsal, tarihsel ve siyasi bağlamlarını ve bunların hayatlarımız üzerindeki etkilerini kabul ediyorum. Ancak, doğrudan yaşanmış deneyimlerimiz ve irsi ya da atalarımızdan kalma deneyimlerimizin –biricik kültür ve kimliklerimizin– altında bir ortaklık olduğunu da düşünüyorum, ve inanıyorum ki bu, hepimizin yaratıcılık yoluyla ulaşabileceği bir şey.”
Sen bu bahsettiğin ve seni sadece bağ kurmaya yönlendiren dönüşüm içinde, farklı “kabilelerde” olsan bile biriyle bağ kurma dürtüsü/arzusu ile nasıl yüzleştin? Bu bağ kurma dürtüsünün kitapta da yazdığın gibi “temel hak ve özgürlükler için yürütülen mücadeleleri küçümseme riskini” nasıl bir kenara koydun? Hayatında böyle karşılaşmalar yaşıyor musun? Bunu özellikle sormak istiyorum. Çünkü bu sanki birçoğumuz için ortak bir tıkanıklık ve sen bunu açmaya dönük bir şeyler öneriyorsun.
Bu zor bir konu çünkü eğer birisi benim gibi birinin ölmesi, cezalandırılması gerektiğine; doğası gereği iğrenç olduğuna inanıyorsa bu benim içimde kendine zarar veren ya da kendinden nefret eden bir eğilim yaratabilir. Ve biliyoruz ki bunlar gerçekten insanlar tarafından yaygın olarak benimsenen inançlar. Ben o kişinin gözlerinin içine nasıl bakabilir ve onunla sadece bağ kurmak istediğimi söyleyebilirim? Tüm bunları göz önünde bulundurursak, nasıl isteyebilirim ki bunu? Ama istiyorum işte.
“Bu çağın tinini” (spirit of the times) çok güçlü bir şekilde yaşadığımıza inanıyorum. Ama altta başka bir tin var: “derinliklerin tini” (spirit of the depths). İkisine de erişemediğimizde deliririz. İster birine ister diğerine yönelirsin ve bu kişisel deliliktir. Ama aynı zamanda kolektif delilik diye bir şey de var. Derinliklerin tini, alttaki, köklü olan ve benim için “ben”in gürültüsünü dışarıda bırakan; müziğin, şiirin bizi götürdüğü yer. İnançlar, ilkeler ne kadar önemli olsalar da tüm bunların altında biz varız, biz. Ve bu biz sadece insanları değil; üzerinde yaşadığımız gezegeni kapsıyor. Hayvanları, kökleri, toprakları. Benim bahsettiğim titreşim de bu.
Bunları söylemem kolay değil ve böyle şeyler söyleyerek komünitemin benim onlara ihanet ettiğimi düşünmesini istemem. Çünkü ölene kadar komünitem için ayağa kalkacak ve mücadele edeceğim. Bunu da biliyor ve hissediyorum. Yani bizlere karşı bu kadar çok şiddetin olduğu böyle bir zamanda bu ifadenin arkasında nasıl durabilirim ki? Ama bunu yapmalıyım. Çünkü bu gerçekten hissettiğim bir şey, kafa karıştırıcı ve zor bir şey. Belki de böyle hissettiğim için içimde bir miktar utanç var. Ama bu benim inandığım bir şey. Bu bağ kurma ve bir yarayı sevme arzusuyla motive olmak kolay değil. Kesinlikle kolay değil ama meditasyonlarımda sık sık döndüğüm bir şey. Beni her zaman bu şeye geri getiriyor. Bu zor olan şeyleri açıklığa kavuşturur mu, bilmiyorum.
Biraz bakış açılarını değiştirmekle, durmanla ve çağdan uzaklaşman gerektiğini hissetmenle ilgili. Daha derin seviyelerin iyileştirebileceğine inanıyorum. Bir yabancıda gözlemlediğiniz ve sizi onun bir insan olarak kırılganlığına geri götüren, korkuttuğunu veya tehdit ettiğini hissettiğiniz bir şey var mı? Örneğin geçen gün metroda partnerim, etrafındaki insan kalabalığından tamamen yabancılaşma hissine kapılmış gibiydi. “Anlamıyorum, bu insanların hiçbirini anlamıyorum” diyordu, kendini onlar tarafından tehdit edilmiş hissediyordu. Ben de tamam dedim, o kişinin uyuyamadığını düşünelim, o kişi belki üç haftadır uyuyamıyor. Çünkü herkes acı çekiyor, her bir kişi her ne şekilde olursa olsun elinden gelenin en iyisini yapıyor. Elinden gelenin en iyisi, benim için, bizim için tehlikeli olabilir. Ama sizi o kişinin kişiliğinin ötesinde, insanlığını tanıyabileceğiniz bir yere geri götürebilecek bir şey var mı? Kendisini ortaya koymadan önce böyle bir an vardır. Bu an edebiyatın, filmlerin, hikâyelerin de birincil işlevi. Yazar, size “bu benim acım, bu benim neşem, bu benim arzum” der ve insanlığa dair o andan ulaşmaya çalışır ve sizi kendinize yaklaştırır. Bu bağ dünyayı aydınlatır.
Dünya çok korkunç, tuhaf ve iğrenç. Yaptığımız şeyler, bunları nasıl yaptığımız, insanı korkunç bir depresyona sokacak kadar iğrenç. Ama sonra bir kitap okuyarak, bir plak dinleyerek, bir konser izleyerek, bir film seyrederek yaşayabileceğiniz bir deneyim var ve size hayatın imkânsızlığının yanı sıra hayatın imkânını da hatırlatıyor.
Biliyor musun? Büyürken etrafımda benden çok farklı insanlar oldu hep. Hiç queer, trans insan tanımıyordum. Bir hayli misojinist bir ortamda büyüdüm. İçselleştirilmiş homofobim çok yüksekti. Ama aynı zamanda bana böyle hissettiren insanlardaki güzelliği de gördüm. Çirkin çirkin fikirleri olan güzel insanlar. Bunun nedeni çoğu zaman bilmemeleri. Onların cehaleti beni incitebilir ama benim cehaletim de onları incitebilir. Bu tek yönlü bir sokak değil. Benim de bilmediğimi bilmediğim bir sürü şey var.
Bir ekran uyarlaması için teklif aldın mı hiç? Ya da bu mecra için bir şeyler yaratmakla ilgileniyor musunuz?
Evet. Bir fikrim var aslında. Aklımdaki bir hikâyeyi keşfetmek için ekranın doğru yer olabileceğini düşünüyorum. Ben bir biçime yaklaşmayı ve keyfi bir şekilde onun benim için çalışmasını istemeyi sevmiyorum. Oturduğum yerde bir hikâye anlatmak için denemek istediğim biçimleri işaretliyor değilim. Benim için her şey fikirle ilgili. Fikre soruyorum, “Sen nesin? Benden ne istiyorsun? Seni nasıl ifade edeyim?” Mesela çok uzun zaman boyunca bir roman yazmak istiyordum. Ama bu istek oturup roman yazmam için yeterli bir sebep değil. Eğer elinde sadece bir senaryo yazmak isteği olursa o senaryo bok gibi olur. Ama sana “Ben bir filmim, ben bir diziyim” diyen bir fikrin varsa, o zaman o işi yapmamın zamanı gelmiş demektir.
Benim de şu anda görsel olduğunu düşündüğüm bir hikâye fikrim var. Ama bilmiyorum. Onu çözmek 10 yılımı alabilir. Aslında şu anda epey bunu düşünüyorum. Bir sonraki şey bu olabilir. Önce bu roman, ardından albümüm ve sonra da görsel olabilecek bu şey ve bu fikir.

The Line is a Curve müthişti, sürekli döndürüyorum. Yeni albüm üzerine çalıştığını duymak harika. Anladığım kadarıyla Kae Tempest’ın şimdiden sonraki ilk yayını bu albüm olacak?
Evet, yayın sıralamasında bu albüm var. Çalışıyorum, çok yaklaştım. Birkaç şey üzerinde çalışıyorum.
Şarkılar hazır gibi mi yani? Ne paylaşabilirsin?
Evet. Bazıları en azından. Epey iyi hissediyorum, çok heyecan verici.
Biz de kollarımızı açtık bekliyoruz… Bu arada son zamanlarda keşfettiğin, dinlediğin, okuduğun, yeni, eski herhangi bir şeyler paylaşmak ister misin?
Geçenlerde James Baldwin’in Another Country’sini ilk kez okudum. Yani yeni bir öneri elbette değil ama beni tam anlamıyla paramparça etti. İnanılmaz.
Müziğe gelirsem, New York’tan Your Old Droog adlı gerçekten çok sevdiğim bir rapçi var. Geçen yıl birkaç ay içinde üç tane albüm çıkardı. Onu baya seviyorum, kirli beatlerini seviyorum. Gerçekten old school hissettiriyor. Ama imgelemlerinde kopup gidiyor. Onu sık sık dinliyorum. Bu soru her zaman zordur. Yarın sorarsan farklı olur.
Evet, sevimsiz ve saçma bir soru olduğunun farkındayım ama insan merak ediyor… Bu arada belgeselin yayımlandı kısa süre önce. Being Kae Tempest belgeseli için Emily McDonald ile çalışmak nasıldı? Bu belgeseli paylaşmak sana nasıl hissettiriyor? Biraz açabilir misin?
Bu konuda tam olarak ne hissettiğimi bilmiyorum. Sonunda çok güzel bir deneyim oldu çünkü yönetmenle arkadaş olduk. Harika ve çok güzel bir insan. Bence bu süreçte beraber bir keşif yaptık ve bu keşif ikimizde de çok derinlere dokundu.
Ama kendimi böyle ortaya koymak benim için her zaman sinir bozucu. Yazmayı sevmemin nedeni yazar olarak ortadan kaybolabilmem. Yazarken yeteneğiniz ve zanaatınız ortada ama kendiniz kaybolabiliyorsunuz. Bu yüzden sizin için tehlikeli değil. Müzisyen ise hep ön planda. Sahnede, insanların önünde, insanlar ona bakıyor, insanlar onu dinliyor. Benim de bu iki yaratıcı kimliğim arasında her zaman bir çatışma var; elinde mikrofonu tutan ön planda olmak ve görülmek istiyor, yazar ise kaybolmak ve görünmez olmak istiyor.
Belgesel bu yüzden beni geriyor çünkü bir şeylerimi açıyorum ve bu korkutucu gelebiliyor. Aynı zamanda gelen tepkileri bilmiyorum çünkü çevrimiçi değilim. Bilmek de istemiyorum, tüm o gürültüyü duymak istemiyorum. Bu yüzden internetten kayboldum. Ama yüz yüze geldiğim insanlardan duyduğum bazı şeyler oluyor. Biri, cinsiyet uyum sürecimi politik olarak değil çok nazikçe bir yerden anlayabildiği için çok etkilendiğini söyledi. Bu kişinin torunu da cinsiyet uyum sürecinden geçiyor ve arkadaşımla torununun neler yaşadığını ve bu yaşadıklarının güzelliğini anlamasına bu belgeselin gerçekten çok yardımcı olduğunu paylaşmış.
İşte böyle bir şey aslında. Bana gelen bu küçük hikâye, bunun yapılmasının ne kadar önemli olduğunu düşündürüyor. Çünkü BBC’de anaakım izleyici karşısında bu belgesel. Ve translara dair anaakım anlatılar genellikle korkutucu, şeytani insanların çocuklarını ellerinden almak için gelmeleri kıvamında. Dolayısıyla trans komünitemize böyle bir katkı sunabilmenin gücünün farkındayım. Öte yandan bu filmin uyum sürecimle bir ilgisi olması bile gerekmiyordu. Sadece müziğim, çalışmalarım, onları nasıl yaptığımla ilgili bir film olacaktı ama öyle olmadı. Çünkü bu süreci de yaşıyordum o sırada ve bunu saklamak istemedim.
Film burada mevcut değil, izlenemiyor. Bulmamız ve izlememiz gerek. Geçen hafta YouTube’da London Trans Pride 2023’te yaptığın konuşma ve performansı dinledim. Son olarak, Türkiye’de yaşayan queer, trans, LGBTİ+ komünitelerimize söylemek, onlarla paylaşmak istediğin bir mesajı buradan iletelim mi? Hatta özellikle LGBTİ+ hikâye anlatıcılarına da bir mesaj iletmek ister misin acaba? Şimdiden çok teşekkür ederim!
Tek söyleyebileceğim şu, sizi seviyorum. Lanet olsun, sizi çok seviyorum! Hayatta kalmanızı ve yaşamaya devam etmenizi istiyorum. Sadece yaşamaya devam edin. Hikâye anlatıcıları için, yaralarımızdan bir şey yaratabilmek ne büyük bir armağan değil mi? Görülmek, tanınmak, kendini tanımak ne kadar güzel. Yapabileceğiniz en güçlü en önemli şeylerden biri, birilerine görüldüklerini, bilindiklerini ve tanındıklarını hissettirecek, o bağı kuracak bir an yaratan bir hikâye sunmak olabilir. Özellikle de kaybolmanız, görülmemeniz ve tanınmamanız için üzerinizde çok fazla baskı olan bir yerdeyken. Böylesi baskılar altında kendimizi tanımak ve birbirimizi görmek en gerçek ve en güzel şey. Birbirimiz için bu yaptığımız şeyin zaten kendisi queer. Birbirimiz için ortaya çıkmaktan daha güzel ne olabilir. Ve biliyorum ki kendimiz için ortaya çıkmak, birbirimiz için ortaya çıkmaktan hep çok daha zor. Ama şöyle düşünebiliriz, bugün kendim için ortaya çıkmak, komünitem için ortaya çıkmam demek. Bunun düşüncesi bile şu an beni çok duygulandırıyor. Sizi seviyorum. Söyleyebileceğim şey bu. Sizi seviyorum.