PODCAST: Kalben ve Sezin Akbaşoğulları’nın sesinden Etgar Keret hikâyeleri

Nimrod Çıldırışları, Uç Artık ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü gibi kitaplarıyla tanıdığımız İsrailli yazar Etgar Keret’in yakında Siren Yayınları’ndan yayımlanacak iki çok yeni hikâyesi, Türkiye’de ilk kez Bant Mag.’da paylaşılıyor. Üstelik Kalben ve Sezin Akbaşoğulları’nın sesiyle.

Etgar Keret

Çağdaş edebiyatın hınzır, yaratıcı ve kıvrak kalemlerinden Etgar Keret’in Zeytin ya da Dünyanın Sonu İçin Blues hikâyesini Kalben seslendirdi. Yazarın dünya prömiyerini Bant Mag.’da yapan bir diğer hikâyesi Kahve ve Sigara’yı da Sezin Akbaşoğulları’nın sesinden dinliyoruz. Dosyada gördüğünüz harika illüstrasyonlar da bugünlerde Bant Mag. Havuz / Bina’da gerçekleştirmeyi planladığımız ama malum sebeplerden ileri bir tarihe ertelenen TLV in 360 by Citykat Stories sergisinden çalışmalar. Sergi, Tel Avivli beş sanatçının işlerinden oluşuyor. İllüstrasyonlarda göreceğiniz mekân, Keret’in hikâyelerinde de geçen mekân.

Pera Müzesi’nde 21 Mart – 9 Nisan tarihlerinde gerçekleşmesi planlanan ”Çarpıcı Gündelik Yaşamlar: Etgar Keret” gösterim programı yeni tip koronavirüs (COVID-19) salgınının yayılmasını önlemek amacıyla ileri bir tarihe ertelendi. Programın yeni tarihleri, Pera Müzesi web sitesi ve Pera Film’in sosyal medya kanallarından duyurulacak.

Etgar Keret’in “ZEYTİN YA DA DÜNYANIN SONU İÇİN BLUES” hikâyesini Kalben’den dinleyin. (Çeviren: Avi Pardo)

Yazarın ve Siren Yayınları’nın izniyle yayımlanmıştır.

Dünya sona ermek üzere ve ben zeytin yiyorum. Aslında esas planım pizza yemekti, fakat markete girip boş rafları gördüğümde pizza hamurunu ve domates sosunu unutmam gerektiğini kavradım. Ekspres kasadaki kasiyere soru sormaya çalıştım, biriyle cep telefonunda Skype aracılığıyla İspanyolca konuşan yaşlıca bir kadındı, bana başını kaldırmadan cevap verdi. Dehşete kapılmış gibi bir hali vardı. “Her şeyi satın aldılar,” diye mırıldandı, “Ped ve turşu dışında hiçbir şey kalmadı.” 

Turşu rafındaki tek şey biberli zeytindi, en sevdiğim. 

Kasaya geldiğimde kasiyer kadın ağlıyordu. “Sıcacık bir somun ekmek gibiydi,” dedi, “benim tatlı torunum. Onu bir daha göremeyeceğim, onu bir daha koklayamayacağım, tekrar sarılamayacağım bebeğime.” 

Cevap vereceğim yerde kavanozu taşıyıcı kayışın üstüne koydum ve cebimden bir ellilik çıkardım. “Sorun yok,” dedim, parayı almayacağını anladığımda. “Para üstü gerekmez.” 

“Para mı?” dedi hafif bir homurtuyla, “dünya sona ermek üzere ve sen bana para mı teklif ediyorsun? Ne yapacağım ben parayla?” 

Omuz silktim. “Bu zeytinleri gerçekten istiyorum. Elli şekel yeterli değilse daha fazla veririm, kaça mal olursa olsun…” 

“Bir sarılma,” dedi gözyaşlarına boğulmuş kasiyer kadın sözümü kesip kollarını açarak. “Sana bir sarılmaya mal olur…” 

Şimdi evimin balkonunda oturmuş televizyon seyrederek peynir zeytin yiyorum. Televizyonu balkona çıkarmak kolay olmadı, fakat sonumuz geldiyse yıldızlı bir gökyüzü ve berbat bir Arjantin dizisiyle bitirmekten daha iyisi olamaz. 436. bölüm ve karakterlerden hiçbirini tanımıyorum. Çok güzeller, çok duygusallar, birbirlerine İspanyolca bağırıyorlar. Altyazı yok, bu yüzden neye dair bağırdıklarını anlamak kolay değil. Gözlerimi kapatıp marketteki kasiyer kadını düşünüyorum. Birbirimize sarıldığımızda kendimi olduğumdan küçük ve sıcak kılmak, yeni doğmuşum gibi kokmak istedim. 

Etgar Keret’in “KAHVE VE SİGARA” hikâyesini Sezin Akbaşoğulları’ndan dinleyin. (Çeviren: Avi Pardo)

Yazarın ve Siren Yayınları’nın izniyle yayımlanmıştır.

Ben altı yaşındayken babam Tel Aviv plajlarından birinin yakınındaki bir havuzun büfesinde çalışıyordu. Her gün, sabahın beşinde havuza gitmek üzere evden çıkar, iki kilometre yüzer, sadece üyelere mahsus sıcak soyunma odasında duş aldıktan sonra işe koyulurdu. Eve gelişi akşam dokuzu bulurdu. Günde on dört saat, haftanın yedi günü Gordon kumsalı yakınındaki o havuzun büfesinde meşrubat kasalarını indirir, tost yapar, pırıl pırıl bardaklara demli kahve koyardı.  

Yıllar sonra babam o günlerin hayatının en güzel zamanı olduğunu söyledi, denizden esen tuzlu havanın akciğerlerinde kahve ve büfede sattığı ithal sigaraların kokularına karışmasını özemle andı. Babamın en çok sevdiği üç şey kahve, sigara ve denizdi. 

O günler benim için o kadar da mutlu sayılmazdı. Babam işten geldiğinde her zaman yatmış olurdum ve annemle onu havuzda ziyaret ettiğimiz cumartesi günleri dışında onu hiç görmezdim. Bu yüzden üzülmezdim ama. Altı yaşındaki çocuklar babalarının onlara daha fazla zaman ayırabileceği farklı bir dünya hayal edemezler kendileri için; gerçeği kabullenirler. Yine de babamı çok özlüyordum. Annem bunu fark etti ve her sabah babamla havuza gidip yüzmemi, okula oradan taksiyle gitmemi önerdi. Her gün buz gibi suya atladığımda tokat etkisi yapan soğuk dışında o sabah yüzmelerinden aklımda pek bir şey kalmadı, fakat babamla yaptığımız araba yolculukları zihnimde gayet berrak; gümüş rengi Peugot 504’ümüzde otururduk, babam Kent sigarası içer ve bana başka bir boyutta var olan paralel evrenlerden söz ederdi, her şeyin bizim evrenimizle tıpatıp aynı olduğu evrenler -aynı yol, aynı trafik lambaları, babamın ağzının köşesinde aynı sigara- ufacık, tek bir fark dışında. Babam bu küçük farkı her sabah değiştirirdi. Bizim evrenimizden farklı olan o tek ayrıntı her sabah başka olurdu; oradayız işte, paralel bir evrende, aynı kavşakta ışığın değişmesini bekliyoruz, fakat o evrende gümüş rengi Peugeot yerine bir ejdere binmişiz. Bir tane daha; üzerimdeki rengi solmuş eşofmanın altında meğer yüzgeçler gizliymiş, yakında suyun altında balık gibi soluk alabilecekmişim. 

Ben dokuz yaşına bastığımda babam yeni bir iş buldu. Artık sabahları o kadar erken kalkması gerekmiyordu. Akşamları birlikte yemek yiyor, akşam haberlerini birlikte izliyorduk. Annemle babamın evinden taşındığımda yirmi iki yaşındaydım, fakat onları haftada en az iki kez ziyaret etmeye ve cumartesi günleri babamla eskiden çalıştığı havuzda yüzmeye özen gösterdim. Kırk üç yaşına geldiğimde babama kanser teşhisi kondu. Elli yıl sigara içmenin sonucunda dil kanseri. Doktorlar tümörü saptadıklarında kanser ilerlemişti ve bu konuda tek kelime bile etmemesine rağmen ikimiz de yakında öleceğini biliyorduk. 

Pazar günleri onu fizik tedaviye götürürdüm. Bekleme odasında oturup İngiliz aksanlı fizyoterapisti beklerken babam bazen tek bir fark dışında her şeyin evrenimizle aynı olduğu paralel evrenleri anlatırdı yine. Köpeklerin konuşabildikleri bir evren örneğin. Ya da insanların zihin okuyabildikleri bir evren. Ya da gökyüzünün mor olduğu ve süt beyaz bulutların süzülürken yenecek kadar lezzetli göründükleri bir evren. 

Her terapi seansının sonrasında fizyoterapist bana yürürken babamın kolunu nasıl tutmam gerektiğini gösterirdi, dengesini yitirme olasılığına karşı. Eve dönüş yolunda, King Solomon ile Arlozorov kavşağına yaklaştığımızda, babam mutlaka dururdu. “Kokuyu alıyor musun?” diye sorardı, köşedeki yeni açılmış kafeyi işaret ederek. “Kokusundan şehirdeki en iyi kahvenin orada olduğunu anlayabiliyorum.” Hastalığının bu aşamasında dil kanseri o kadar ilerlemişti ki artık ne yemek yiyebiliyor ne de sıvı içebiliyordu. Besinini ve sıvıyı doğrudan midesine inen şeffaf plastik bir tüpten alıyordu. 

O pazartesi günlerinden birinde, terapi sonrasında, King Solomon ve Arlozorov kavşağındaki kafenin önünden geçerken, her zaman yaptığı gibi durup mekânı öveceği yerde içeri girip bir fincan kahve içmeyi önerdi. “Baba,” dedim, bir an tereddüt ettikten sonra, “sen bir şey içemiyorsun. Tümör yemek borunu tıkıyor.” 

“Biliyorum,” dedi, sırtımı sıvazlayarak. “Ama sen içebilirsin.” 

Kaldırımın köşesindeki masaya oturduk. Ben güzel garson kıza bir latte ile bir bardak su söyledim; kız babama ne istediğini sorduğunda babam duble espresso sipariş etti. Ona şaşkınlıkla baktığımda gülümseyip omuz silkti. Garson kız babamın suçlu gülümsemesini fark ettiğinde bana soru sorar gibi bir bakış attı. Ne diyeceğimi bilemediğim için yulaflı kurabiye istedim.  

Kahve gelinceye kadar konuşmadan oturduk. Babama neden kahve sipariş ettiğini ya da bunun garson kızın güzelliğiyle ilgisi olup olmadığını sormak istiyordum, ama bir şey demedim. Babam gömlek cebinden sigara paketini ve gözlük kılıfında muhafaza ettiği çakmağını çıkarıp ikisini de masanın üstüne koydu. Bekledik. 

Birkaç dakika sonra garson kız tepsiyle geldi. Siparişlerimizi masaya bıraktı; bir latte, bir bardak su, benim önümdeki tabakta bir kurabiye ve babamın önünde bir duble espresso. 

Kahvemden aromalı bir duman yükseliyordu. İçmek istedim, fakat içersem babama büyük bir haksızlık yapacağımı düşünerek gözlerimi fincana diktim ve o anda, göz ucuyla, babamın masanın üstündeki espresso’yu kaptığı gibi tek dikişte içtiğini gördüm. 

Mümkün değildi. Mümkün olmadığını biliyordum. Onkolog bana ve anneme röntgende bir külahın üzerindeki bir kepçe vanilyalı dondurma gibi duran tümörü göstermişti, oradaydım. Doktor bunun ardından babamın hiçbir zaman sıvı içemeyeceğini söylemişti. Ve şimdi, o güzel yaz gününde, o havalı kafede birlikte oturuyorduk; ben buharı tütmeye devam eden fincana bakarak ve o, yanı başımda, duble espresso’sunu diktikten sonra, gülümseyerek. Bir an için, belki paralel bir evrendeyiz diye geçirdim içimden, belki çocukluğumdan beri bana evrenimizin sızlayan kalbinde bir delik açmaya yetecek kadar hikâye anlatmıştı ve o delikten bizimkiyle birebir aynı, paralel bir evrene çekilmiştik, fakat bir fark dışında – bu evrende babam istediği kadar yiyip içebiliyordu ve birkaç ay sonra ölmeyecekti. 

Kaynar sıcaklıktaki kahve babamın soluk borusundan doğruca ciğerlerine aktı. Ciğerlerine vardığında babam boğulmaya başladı. Kafenin ortasında durup iki eliyle boğazını kavradı. Çıkardığı ıslak hırıltılar korkunçtu, ciğerlerine sıcak kahve dolmuş bir adamın sesleri. Garson kız dehşet içinde izliyordu. Yanımızdaki masada oturan gözlüklü adam yerinden fırlayıp babama yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordu. Ben iskemlemde donup kalmıştım. Babamla az önce paylaştığım paralel evren yok olmuş, beni çok daha kötü bir evrene göndermişti. Babam bir süre gargara yaparmış gibi sesler çıkardıktan sonra sonra öne eğilip kafenin zeminine ciğerlerini dolduran o mükemmel İtalyan espresso’sunu boşalttı. Bitirdiğinde hiçbir şey olmamış gibi kahve ve balgam birikintisinden birkaç santim ötedeki iskemlesine oturdu ve bir sigara yaktı. Etrafımızdaki masalarda oturan insanlar büyülenmiş gibi onu izliyorlardı. 

“Ne dedim sana?” dedi, gülümseyip burun deliklerinden duman üfleyerek. “Şehrin en iyi kahvesi burada demedim mi?”