“Karakterlerin içlerini acıtan özyıkımcı hınç hissiyatı”: Barış Sarhan ile “Cemil Şov” üzerine

Tarzı, etkinlikleri ve film seçkisiyle dünya festival haritasında kendine özgü bir yere sahip olan Rotterdam Film Festivali geçtiğimiz haftalarda gerçekleşti. Bu yılki programda Türkiye’den tek bir film vardı, bir ilk filmdi ve “Big Screen” bölümünde yarıştı: Cemil Şov. Yeşilçam hortlağıyla uğraşan bir güvenlik görevlisinin oyuncu olma hayalini, stilize görsel dünyası ve kara mizahıyla takip eden filmi, yönetmeni Barış Sarhan ile konuştuk.  

Röportaj: Müge Turan

Genelde yönetmenler kısa filmi uzun metraja giden bir basamak olarak görürler. Sende durum biraz daha farklı. Çektiğin kısa film, uzun metrajlıya evrilmiş. Çıkış noktandan bahsedelim dilersen. Yeşilçam ile bir hesaplaşma var mı? Yoksa Cemil gibi bir karakterle mi ilgilenmek istedin? İlhamını merak ediyorum bu bağlamda.

İlk çıkış noktası, bulunduğum AVM’deki ünlü bir fast food zincirinin o esnada açılan arka kapısındaki karanlık ve pejmürde halini görmemdi. Arka ile ön tarafın farkını kıyaslayan bir film yapsak ne güzel olur diye düşündüm. Reklamcılık yaptığım günlerdi. Mesleğim ruhumu tüketerek beni fazlasıyla yoruyordu ve kendini olduğundan farklı gösteren, sosyal medyayı gereğinden fazla kullanan insanlara karşı büyük bir öfke vardı içimde. Gittikçe artan ve hatta arkadaşlarıma da karşı hissettiğim bu öfkenin nedenini düşünerek kendimi de sorguluyordum aynı zamanda. Ardından, bu hissiyat farklı bir noktaya evrildi, arka planda kendini göstermeye çalışan bir insanın hikâyesi üzerinden olaylar gelişti. Ben reklamcılığı bıraktım, New York’a gittim. Biraz uzaklaşarak yazmaya başladım. Uzun bir süreç oldu: 2013’te başladım yazmaya, 2019 yılında da çektim. Bu arada, uzun metrajı yazdıktan sonra Saraybosna’da bir Talent Campus’a kabul edilmiştim. Orada bir İngiliz yönetmenin de önerisiyle önce kısa film ile başlama fikri aklıma yattı.

“Hikâyeye, sanki bana ait değilmiş gibi bir yorgan örtüyorum ve o yorganın, hayatımda yaşamayacağım kadar renkli, büyük ya da kafa karıştırıcı olmasını arzuluyorum.”

Ozan Çelik de bu uzun sürecin baştan beri parçası olmuş. Doğaçlamanın hissedildiği sahneler, kendi kendine oynadığı, tek kişilik bir gösteriymiş havası veren anlar var. Aksiyona geçmesi için herhangi bir etki beklemeden dans ettiği ve duygularını farklı yollarla ifade ettiği anlar. Ozan Çelik ile ilişkiniz nasıl başladı ve gelişti?

O zamanlar cast direktörüm çok yetenekli bir oyuncum var diyerek, Sivas filminde de oynayan Ozan ile tanıştırdı beni. Daha gelir gelmez farkını ortaya koymuştu Ozan. Hiç unutmuyorum, ortasından yol geçen, bir tarafı yanmış, diğer tarafı yanmamış iki ayrı ormanın olduğu bir fotoğraf göstermişti bana. “Karakteri böyle getiriyorum” diyerek önüme koymuştu, o tavrı beni etkilemişti. Punch-Drunk Love ve Tony Manero’daki karakterler gibi. Ben de iki karakteri birbirine kırdırma niyetindeydim ve öyle bir şey olsun ki ne yapacağını, nasıl davranacağını kestiremeyelim istiyordum. Vahşi, güdüsel ve içten yanmalı bir oyunculuğa ihtiyacım vardı. Ozan, karakteriyle, oyunculuğa bakış açısıyla en doğru isimdi. Onun için de zor bir süreç oldu, çünkü filmimiz çeşitli sıkıntılarla yüzleşti. Benden sonra, bu en çok Ozan zorlandı. Hatta ön çalışmaya başladık, roller falan belirlendi ama ilerleyemedik. Her şeye rağmen, karakter Ozan’ın oyunculuk tarzı ile çok bütünleşti. Çok geniş bir yelpazede ilerleyen bir oyunculuğu var, umarım gelecekteki projelerinde ona daha farklı fırsatlar tanıtır ve Ozan da çok daha renkli karakterler yaratır.

Senin Yeşilçam ile ilişkin nasıl? Filmine neden bir Yeşilçam karakterini dahil ettin? Başlangıçta hep ötelenen, eleştirel baktığımız ve belki mesafeli durduğumuz bir ilişkimiz var Yeşilçam ile. Senin karakterin ise, aksine, mesafe tanımadan Yeşilçam’ın içine düşüyor, aşka geliyor. Diğer taraftan, özellikle 70’lerden itibaren Yeşilçam’da sıkça gördüğümüz güç ve intikam peşinde olan bir erkek egemenliği var. Bunun Cemil karakterindeki yansıması nedir?

Aslında filmleri tamamen kendim için, kendi hikâyemden yola çıkarak üretiyorum. Sinemaya bakış açım bu yönde. Fakat yazdığım hikâyeye, sanki bana ait değilmiş gibi bir yorgan örtüyorum ve o yorganın, hayatımda yaşamayacağım kadar renkli, büyük ya da kafa karıştırıcı olmasını arzuluyorum. Bunun altında farklı karakterleri anlamaktan ziyade kendimi anlamaya çalışmam yatıyor. Bence, hoş bir durum da değil bu kendi adıma. Hepimizin içinde benzerleri var mı bilmiyorum ama kimse Cemil gibi olmak istemez sonuçta. Kendini bu kadar gösterme ve kanıtlama arzusu, peşinde kendini başkaları ile kıyaslamayı getiriyor. “Ben neredeyim, gösterebildim mi kendimi yeterince?” gibi sorular yani. Krallar ve kraliçeler vardı daima benim hayatımda. “Bergman şöyle yapmış, Ahmet Hamdi Tanpınar böyle üretmiş” gibi. Bu yüzden Cemil’in karakterinde de kendinden daha üstte olacak ama, aynı zamanda, kader ortaklığı da yapacak bir krala ihtiyaç vardı. Dediğim gibi, dürtüsel yazdım bu hikâyeyi. Eski gücünü kaybedip yenik bir kral olması gerektiğine emindim. Türkiye’de çok rastlarız böylelerine. Bu sebeple, benim ilişkim bütünüyle Yeşilçam ile değildi pek; Yeşilçam’ın yenik krallarıylaydı. Sonrasında, filmdeki yenik kralın zamanında büyük işler yapmış, fakat günümüzde kimsenin hatırlamadığı, içindeki meslek arzusu devam eden bir Yeşilçam oyuncusu olsun istedim ve bu yenik kral, benim için arzusunda boğulmuş olan Metin Erksan’dan başkası değildi tabii ki. Her gün kendi filmlerini seyreden Zeki Müren de ayrı bir ilham kaynağı oldu. İnanılmaz bir narsisizm. Bence, şeytani anlamda olmasa da Metin Erksan’ın da Zeki Müren’in de için de “kötü” kavramı var. Hırslarından kaynaklanan bu durum. Böyle bir damar yakalayınca çok sevindim ve oradan Yeşilçam’a ilerledim. “Kendinden beklentileri olan ve kötü tarafını algıladığımız bir karakteri barındıran Yeşilçam filmi ne?” diye sordum kendime. Aylarca aradım, seyrettim; en sonunda 1973 yapımı Özleyiş çıktı karşıma. Bence, kötüyü anlama konusunda gerçek potansiyele sahip bir film.

“Sahici olmayan bir şeyin taklitten ibaret olduğunu göstererek, içi boş tarafı aktarmak istedim bu filmde.”

Feminist bakış açısından da kadınların kendini özdeşleştirdiği veya potansiyel gördüğü karakterler genelde kötü olanlardır. Çünkü hikâyede hiçbir özelliği, iradesi ve gücü yoktur iyi kadınların ama fettan olanların, kötü taraftakilerin en azından bir konumu vardır. Onların replikleri daha kalıcıdır ilginç bir şekilde.

Özleyiş’te, Zeynep Değirmencioğlu’nun karakteri intikam almak için Cem Erman’ın canlandığı karakteri baştan çıkartıyor. Sonunda da Erman’ın karakteri onunla birlikte olmak istemeyenlerden intikam almak olarak açıklıyor kötülüğünü. Bir kötü karaktere empati duyulan az Yeşilçam filmi var. O nedenle, Cem Erman filmlerini seyrettim, karakterini inceledim. Yeşilçam ile bağlantım da böyle başladı. Bir noktada prodüksiyon başladı ve benim Yeşilçam sahneleri yazmam gerekiyordu. Çünkü, kurduğum dramatik yapıdaki Yeşilçam filmleri bizim ana aksımızı değiştiriyor ve dönüştürüyordu. Arşiv görüntüleri bulamazdım o yüzden, ayrıca telif durumları işin içine giriyordu. Biz de kendimiz çektik sahnelerimizi. Bu kısımda, işin üstesinden iyi bir şekilde geldiğimizi düşünüyorum. Tüm prodüksiyon ekibi adına büyük bir başarıydı. İyi gözükmeyeceği düşüncesiyle melodram çekmekten vazgeçtik. Çünkü melodramı değiştiremem, neyse öyle çekmek durumundayım. Böyle düşünerek kendimi 70’lerden 50’lere ışınladım; o dönemin sinemasına odaklandım. Sevdiğim şeyi yapmak istedim temelinde. “Metin Erksan gibi, Suçlular Aramızda, Kanun Namına ve Sevmek Zamanı gibi bir film yapayım; hem yazarken hem çekerken mutlu olurum” dedim. Ayrıca, iyi ışık kullanımı da var o dönemin filmlerinde. Kötü ışığı taklit etmek çok zor, iyi ışığı taklit etmek daha kolay.

O zaman sen aslında belki üstten ve eleştirel baktığın Yeşilçam’ı yeniden yaratmak gibi bir işe kalkışmışsın. Bir şekilde yüzleşmen ve hesaplaşman gerekiyormuş belki.

Evet, büyük bir işe kalkıştım. Yazmak da çok zordu, lügata da hâkim değildim; o yüzden sekiz sene sürdü yazmam. Yeşilçam aynı zaman da baba figürü demek ve Türkiye’ye dair önemli şeyler sunuyor. Benim için buradaki en önemli noktalardan bir tanesi Yeşilçam’ın bir taklit sineması oluşuydu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çok güzel bir tespiti var: Türkiye yalnız taklit sanat üretebilir, lâkin ürettiğinin taklit sanat olduğu ile yüzleşir ve kabullenirse o zaman iyi bir iş üretebilir”. Ben de sahici olmayan bir şeyin taklitten ibaret olduğunu göstererek, içi boş tarafı aktarmak istedim bu filmde. Mesela, Cemil karakterinin içi boş oluşuna dair eleştiriler geliyor. Onun nedeni de çok açık; tamamen taklit olması. O kanlar o yüzden makyaj gibi, gerçekçi olamayacak bir karakter çünkü. Bir Turgay Göral değil yani, kendi dünyasında ona öykünen biri sadece. Göral’in karakterleri de İtalyan, Fransız ve Amerikan Sineması’nda bulunanların benzerleri. Bu sebeple, taklit bir karakteri kopyalayan bir karakter yarattım.

“Zamanında büyük yerlerde olmuş ve sonrasında konumunu kaybetmiş insanların içinde biriken o kor alev benim için çok değerli ve hüzünlüydü.”

Daha farklı bir yerden bakıyormuşsun ama anlıyorum ne demek istediğini. Mesafeyi bırakarak içine girince, kontrol memurluğunu bırakınca başka şeyler görüyorsun. Fakat, az önce de söylediğin gibi, eğer bu Tony Manero gibi bir karakter analizi ise biz Cemil ile ilgili hiçbir şey bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, oyuncu olmak istediği ve bir karaktere öykündüğü, sarıldığı. Bu benim aklıma, her ne kadar özellikle yapmamış olsan da Yeşilçam’daki güçlü bir erkek olma arzusunu ama yetim kalmış olmanın da getirdiği hınç duygusunu getirdi.

Süper! Kesinlikle öyle. Hınç doğru bir nokta. Bütün karakterler kin dolu.

Aynı zamanda, kadın karakter de, hayatta olmasına rağmen kendisine hiçbir şekilde ilgi göstermeyen babası yüzünden yetim gibi. Yine, bir noktada Yeşilçam’ın bitmek tükenmeyen baba figürü ve onunla olan hesaplaşmaya varıyor gibi.

Bunları ben de hissediyordum ama senden daha farklı tarif ediyordum. İşime daha dürtüsel yaklaştığım için, sonrasında da Yeşilçam üzerine okumadım. İçimden gelenler Yeşilçam’dan daha büyüktü çünkü. Umarım bir yerde karşılaşacaklar diyordum, fakat doğru yolda ilerlediğimden de emindim. Açıkçası, “yetimlik” veya “baba figürü” gibi konuları bilemiyorum; hınç duygusundan eminim ama. Zamanında büyük yerlerde olmuş ve sonrasında konumunu kaybetmiş insanların içinde biriken o kor alev, benim için çok değerli ve hüzünlüydü. Komik de bir taraftan. Turgay Göral’ın günlüklerini yazarken gülünç olmasını amaçladım. Büyük bir risk aldım aslında, olmayan, yetersiz ve kokan bir şeyden ilerlemek zordu biraz.

“Benim için mühim olan karakterlerin içlerini acıtan özyıkımcı hınç hissiyatıydı.”

Durduğun yer belli anladığım kadarıyla, nasıl baktığını biliyorsun. Bu sayede, tonunu da ona göre ayarlamışsın ve Yeşilçam ile olan ilişkin belirlemiş filmin nasıl ilerleyeceğini. Hayranlık duysan başka olurdu, farklı bakış açıları ile ele alsan da değişik yöne evrilirdi.

Çok doğru diyorsun. Benim için mühim olan karakterlerin içlerini acıtan özyıkımcı hınç hissiyatıydı. Yeşilçam yalnızca bir örnek oldu bu bağlamda. Bunların aynısını edebiyat dünyasında da yapabilirdim.

Peki senin için tipik bir Yeşilçam filmi nasıldır? Aklına gelen ilk kelime ne oluyor bununla ilgili?

70’lerin melodram filmleri, Ediz Hun ve Filiz Akın geliyor benim aklıma. Pek sevmesem de o filmleri. İyi bir yönetmen görmek istiyorum çünkü.

Henüz çocukken, eleştirel gözünün bu kadar açık olmadığı zamanlarda da mı maruz kalmadın bu filmlere?

Maruz kaldım elbette. Özel bir ilişkim yoktu buna rağmen ama sinemacı olmaya karar verip arzu dolu yönetmenleri keşfedince tekrar o ilişkim başladı. Metin Erksan, Lütfi Akad ve Atıf Yılmaz gibi isimleri daha yakından tanıdıkça sanatsal anlamda çok etkilenmeye başladım. 

Umut Tümay Arslan tipik bir Yeşilçam filminin “aşırılık” olduğunu söyler. Belirleyen şey aşırılıktır yani, dublaj da bunun bir parçası olabilir. Filmin kendi sınırlarında ifade edilemeyen duyguların, dublaj esnasında kendini göstermesi mümkün. Senin filminde de Yeşilçam sahneleri dublajlı. Çekimler nasıldı? Sana ilkel mi geliyor mesela dublajlı olması?

Hayır, ilkel gelmiyor. Eskiden yapılan dublajlarda, kötü karakterleri canlandıran oyuncular her filmde çeşitli insanlar tarafından seslendiriliyor. Cüneyt Arkın’ın başka başka sesleri var mesela. Ben ise, karakteri oturtmak adına bunu nasıl çözeceğimi bilemedim. “Farklı dublaj sanatçıları ile mi çalışsam” diye düşündüm defalarca. Nihayetinde, tek dublaj sanatçısı ile çalıştım. Diğer taraftan, Cemil o dublajın aynısını yapmaya çalışıyor ve beceremiyor. O benzememe durumu benim için çok kıymetliydi. Genelde, Tony Manero gibi, başkasına öykünen karakterler genelde taklit ettiklerine benzerler ama burada Cemil ile Turgay Göral birbirinden bağımsız tamamen. Ozan (Çelik) ile Turgay Göral’ı canlandıran Başar Alemdar’ı aynı anda çalıştırdım. Birlikte ses ve duruş çalıştık ama Ozan istemedi öyle oynamayı, kendi oyunculuğunu aktarmak istedi. Ben aynı sesleri çıkartsınlar, benzer şekilde oynasınlar istiyordum, fakat aksi oldu. İyi ki de öyle oldu.

“Mesafeleri kaldırarak cehenneme dalmak istedim. Orası benim cehennemim aslında.”

Yeşilçam her ne kadar, senin dediğin gibi, taklitlerden ibaretse de aslında kendine has olma arzunu da her zaman taşıyor. Aslında Yeşilçam çok sesli bir sinema; zıtlıklarıyla, arzu ve saldırganlığıyla, hayal kırıklığıyla. Filmin görsel dünyasından bahsedelim biraz. Bir alışveriş merkezindeki güvenlik odası bir tiyatro kulisi gibiyken, otopark bir sete veya kulübe dönüşüyor. O kısmı nasıl çalıştın ve değerlendirdin?

Zaten filmin çıkış noktası orasıydı: arka ve ön tarafın aslında ne olduğu. Vitrinde veya vitrinin gerisinde olmak nedir, bunlar nasıl hislerdir? Bazı şeyleri ben hibrit olarak kurdum. Güvenlik odası yok esasen, çünkü güvenlik odasında bir kişi çalışmaz ve o kadar küçük olmaz. O odanın fazlalıkların, atılan eşyaların bulunduğu ve başkalarının ışıkları yanarken ışıksız kalan bir yer olmasını istedim. Tipik bir hapishane odası olarak tasarladım aslında, hatta hep başkalarını gördüğü, başkalarına maruz kaldığı ama dokunamadığı bir işkence odası gibi karakter için. Yine de sevdiği kadın da o inine kaçırıyor ve şovunu orada yapıyor, Quasimodo gibi. Bir bakıma orası kendi cehennemi oluyor. Ben de yönetmen olarak, dışarıdan mavi dünyaya bakan biriyken son kısımlara doğru karakterin dünyasına dahil olmak ve onun gördüğünü aktarmak istedim. Bu sebepten, o kırmızı şatafat tamamen karakterin hayal dünyasına ait. Ayrıca ben de mesafeleri kaldırarak cehenneme dalmak istedim. Orası benim cehennemim aslında.

Zaten o noktada, hayattaki gibi, sorumluluğu ele alıp neyse onu kabul ediyor Cemil ve harekete geçiyor. O andan itibaren de güçleniyor ve kendi yolunu tayin etmeye başlıyor, iyi ya da kötü.

Çünkü içine Turgay Göral’ın ruhu ve kararlılığı dahil oluyor. Hiç durmadan yürüyebilen bir insan Turgay Göral, kendini öyle ifade ediyor. Cemil de bunun etkisinde, hiç durmayan birine dönüşüyor.

Son olarak, Rotterdam’da, festivalin dijital ortamında yer almak nasıl bir histi?

“Bu film Avrupa’da kabul alacak mı, festivallere gidecek mi?” gibi soruları çok fazla sordum. Bizden bekledikleri nedir, filmi anlayabilecekler mi gibi kuşkularım vardı. Rotterdam’da gösterilmesi benim için çok değerli oldu, bu yüzden online olup olmaması pek mühim değildi. Ama online festivallerden memnun olduğumu söyleyemem. Çünkü festivaller film seyretmek için değil, daha ziyade o atmosferi yaşamak için. Festivalin anlamı o. Bir yerlerde bayraklar olmalı, bandolar çalmalı. Öyle bir gerçeklik yok yani. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın. Çok iyi yaptılar bu arada, müthiş bir online sistem vardı, Zoom toplantıları muhteşemdi. Ama yine de özünde bir festival gibi hissedilmedi. İzleyiciyle olamadı ama yurtdışı basını ile güzel bir etkileşim yakaladık.