Burada olmanın dehşeti: Kardeşlerimi Arıyorum

Yazı: Deniz Dursun - Fotoğraf: Gökhan Polat

“Hiçbir şey hissetmez sigarası parmaklarını yaktığında
‘Burada’ olmanın dehşetine dalmıştır artık.”
(Sargon Boulus)

Jonas Hassen Khemiri’nin ünlü metnini Barış Gönenen rejisiyle buluşturan, Ara Sahne yapımı Kardeşlerimi Arıyorum, Stockholm’de yaşanan bir saldırıdan hareketle göç ve kimlik meselesi etrafında dolanırken; geçmiş ile bugün, normal ile anormal, hayal ile gerçek arasındaki sularda yüzüyor. Buse Külekci, Can Sertaç Adalıer, Gülin Bakkaloğlu, Metehan Kaya ve Uğur Uzunel’in performanslarıyla sahnelenen oyunun en yakın temsili 27 Mart’ta. Biletler burada

Konu nedir?

Stockholm’de patlayan bir bombalı araç. Şüpheli listesinin başını çeken göçmenler. Şehri çevreleyen bir kaos. Kaosun eşlikçisi korku ve endişe. Kaybedilen seçimlerin, karalanan kimliklerin, akla kazınan eşgallerin, sorulan hüviyetlerin, dağılmış ailelerin ortasında aksak ritimli, ansızın değişen hayatlar. Ve işte orada, Amor. Amor’un 24 saati. Aslında köklerini arayanların, önyargılardan nasibini alanların, aşkları yarım kalanların, telefonu susmayanların, sınırları sık sık bulanıklaşanların ve yüklerini dertop edip bir bavula sıkıştırmadan, arka cebine de bir bıçak koymadan yola çıkamayanların 24 saati.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Yazdığı roman ve oyunlarda kimlik, göç, aidiyet meselelerini eşeleyen Jonas Hassen Khemiri, -anne tarafından İsveçli, baba tarafından Tunuslu- bir göçmen. Aynı zamanda 2013’te İsveç Adalet Bakanı’na yazdığı açık mektupla gündeme oturmuştu. Mektubun bir yerinde şöyle söylüyordu: “Size çok basit bir isteğimi iletmek üzere yazıyorum, Beatrice Ask. Keşke vücudumuzu ve deneyimlerimizi değiş tokuş edebilsek, bir 24 saat için vücutlarımızı değiştirebilsek. İlk önce ben sizin vücudunuzda erkek egemen politik bir dünyada bir kadın olmanın nasıl bir duygu olduğunu hissetsem, daha sonra siz benim bedenimden sokağa çıkıp ya bir metro çıkışında ya da bir alışveriş merkezinin ortasında, kanunun yanında durduğu, size yaklaşıp sizden suçsuzluğunuzu kanıtlamanızı isteme hakkına sahip olan bir polisle yüzleşmenin nasıl bir şey olduğunu hissedebilseniz.”

İlk intiba?

İzine dünyanın her yerinde rastlanan, yaşadığımız coğrafyadan da bolca aşina olduğumuz çok temel bir meselenin “E tamam da bunları hep duyduk, izledik.” dedirtmeden aklıma düşürdüklerinden çok hoşlandım. Karşılaşmaları ve hep birlikte bir deneyime ortak olmayı mümkün kılan tiyatronun, performanslarından rejisine su gibi akan, oyunsu anlar ile anlatının kendisi arasında tutturulan dengesine hasret kalmışken bunu bizatihi görmek, hissetmek, yaşamak iyi geldi.

En çok neyi sevdin?

Ötekileştirilmeye, ırkçılığa, yabancılığa dair dert edindiği meseleyi didaktik bir yöne kaymadan ve kanırtmadan ele almasını. Mizahın güzelce yedirildiği, gülmeyi hatırlatan ve gülerken aptallaştırmayan oyuncaklı hâli. İlk akla gelenin ötesindeki, ince düşünülmüş rejisini. Akışın şarkılarla bölündüğü / tamamlandığı anları.

En çok hangi âna yükseldin? 

Uzundur bu soruya belli bir ânı işaret etmeden cevap veremediğim olmamıştı. Hiçbir ânı birbirinden ayıramadığım, bütününün ruhumu doyurduğu bir iş izlediğim için, sanıyorum baştan sona her âna. Fakat dengeli bir yükseklik ve doygunluktan bahsediyorum burada; kalbimi avucunda büzüp sıkıştıran, yakama yapışıp beni katarsise zorlayan, hayatın gerçeklerini parmak sallayarak yüzüme vuran yanıltıcı / bunaltıcı bir duygudan değil.

Ambiyans / ortam / mekân / kurgu / dekor için neler söyleyebilirsin?

Metnin / hikâyenin seyirciyi içine alması bir yana; seyir zevki yüksek bir iş izleyecek olmanın ipuçlarını oyunun, tüm oyuncuların sahnede olduğu, hoş bir koreografiye göz kırpan müzikli açılışıyla ufak ufak kavrarken; tertemiz ve görsel açıdan da epey doyurucu, oyunun tonunu tastamam yakalayan bir dekorla birlikte böyle bir anlatıyı sahnede görmek ayrıca anlam buldu. 

Şu da var: Oyun sonrasında kulağına Bedouin Burger’den “Dabkeh”i takıp İstiklal’i arşınlayacak olanlar belki oyundan önce de egzersiz niyetine dinleyebilir. Ya da bilmiyorum, belki şarkının hikmeti, hayatımıza oyunla birlikte girmesidir.

Oyun, modunu nasıl etkiledi?

Hem sıkışık hem ferahlamış hissettim. Zihnimde kendi yabancılığımızla kurduğumuz ilişkiye, uzak görünen hayatların burun ucu mesafesindeki yakınlığına dair dağınık düşünceler belirdi. Tiyatronun potansiyelini ve birbirimize tutunmanın nefes aldıran, yüreği genişleten gücünü çok içeriden bir yerden hatırladım.

Oyunculuk için neler söyleyebilirsin?

Ekibin uyumunun ve sürecin tahminimce başından beri hem birbirlerine hem de işe sarılmalarının yansımasını görebildiğim, kuvvetini iddiasızlığından alan, özgür performanslar “Oh be!” dedirtti, aktı gitti. Oyun oynamaktan keyif alanları seyretmenin keyfini özlemişim.

Kimler sever? 

Güzel bir hikâyeye “boğulmadan” dalmaya hevesliler. Hem gözünü hem ruhunu doyurmak isteyenler. 

Bunu seven şunları da sever

Reggae ve rock türündeki Arapça müzikleriyle öne çıkan Suriyeli grup TootArd’ın özellikle Migrant Birds albümü, hem oyunun ritmine / tonuna yakınlığı hem de grubun müziğe yaklaşımı ve hayatta durduğu yer bağlamında zihnimde dönüp durdu. Oyunu seven bu grubu da albümü de sever; artıyorum, loop’a bile alır.

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar… 

Batı’nın göçmenlerden yekpare bir ulus yaratmaya yemin ettiği bir döngünün içinde yaşıyoruz. Böyle gelmiş böyle mi gidecek? Bu, ilk sorum. Bence böylesi bir zamanda ayaklarımızın nereye bastığını bilmek, kimden taraf olduğumuzu seçmek mühim. Ayrıcalıklı doğanlar, ayrıcalıklı olanlar ve ayrıcalığın yanına bile yaklaşamayanlardan oluşan bir toplamın içinde imtiyazlardan vazgeçmek çok kolay ve mümkün olmasa da belki en azından suçluyu işaret etmeye hevesli parmaklarımızın yönüne dikkat edebiliriz. Başka başka “ötekiler”le kendi ötekiliğimiz arasında ilişki kurabilir, daimi bir göz hapsinde olma hâlinin ürküten yoruculuğunu kavramaya çalışabiliriz. Kendimize, bizden olmayanın imajına dair yerleşik kabullerin gücünü nereden aldığını, kimin iktidarını ne şekilde pekiştirdiğini sorabiliriz.

Toni Morrison Ötekilerin Kökeni’nde 20. yüzyıl ABD’sinden bahsettiği bölümde Oklahoma’da, siyahların yaşadığı bir kasabayı anlatırken şöyle diyor: “…buralara yerleşip kasabaları kuracak olanların melez olması da tercih ediliyordu. Bunu, gördüğüm fotoğraflardan çıkarıyorum. Bu fotoğraflarda muhafızlık etmekle görevlendirilmiş topu topu bir iki kopkoyu tenli adama rastladım. Belli ki Siyahların gelişip serpilmekte olan kasabalarına, görece daha açık tenli insanlar, yani damarlarında ‘beyaz’ kanı taşıyanlar yerleştirilmişti.” Bir yerde de şunu söylüyor: “Siyahların içlerinde taşıdıkları korku ne kendi zihinlerinde yarattıkları bir hayalin ürünü ne de patolojik bir durumun göstergesiydi.”

Poşusu boynunda, siyah çantasını sırtlamış, bir sokaktan öbürüne yürüyen Amor’un tedirginliği ve sayıklamaları, attığı her adımın takibi ve o gecenin bütün harareti gülsek de ağlasak da hep çok tanıdık ve gerçek.