Arda kalmış hayat parçaları: Fırat Özeler’le Kavur üzerine

Röportaj: Ezgi Oğraş

Şiirsel ve şahsına münhasır sinemasıyla Anayurt Oteli’nden Gizli Yüz’e, Gece Yolculuğu’ndan Kırık Bir Aşk Hikâyesi’ne Türkiye sinemasına nice başyapıtlar kazandırmış Ömer Kavur; bir sinemasal üretimin yaratıcısı değil, öznesi olarak karşımıza çıkıyor bu defa. Dünya prömiyerini 52. Rotterdam Film Festivali’nde yapan, hem yurt içinde hem de yurt dışındaki çeşitli festivallerde seyircinin yoğun ilgisiyle karşılaşan yapım; yönetmeni Fırat Özeler’in sözleriyle, “bir Kavur filmi gibi olma gayesiyle çekilmiş bir Kavur belgeseli”.

Filmin gösterimleri sürmeye devam ederken, Fırat Özeler’den Ömer Kavur’u ve ilk uzun metrajı Kavur’u dinliyoruz: Mesafeyi korurken sınırları aşmamak, yarım kalana temas etmek, sinemaya dair kaygılar ve dahası…

“Aynı filmlerindeki karakterler gibiydi çünkü; hüzünlüydü, yalnızdı, mücadeleciydi ve sürekli arayıştaydı.”

Ömer Kavur hayatına nasıl, hangi filmiyle girdi? 

Bu çok net hatırladığım bir an. Gizli Yüz ile girdi, yaklaşık 14-15 yaşlarındaydım ve izlediğim şey beni büyülemişti. Hiçbir şey anlamamıştım ancak o kadar çekici bir gizem vardı ki filmde, daha sonra yıllarca o gizemin peşinden koşacağımı o sırada bilmiyordum. 

Ömer Kavur’un çalışmalarını ve sinemayla olan ilişkisini izletmekten ziyade iç dünyasını tüm yalınlığıyla anlatan bir belgesel var karşımızda. Kavur’un ruhunun derinliklerini anlamaya ve anlatmaya iten motivasyonunun oluşma sürecini nasıl anlatırsın? 

Benim Kavur ile tanışmam filmleri ile oldu. Önce filmlerini izledim. Yıllar içinde tekrar tekrar… Daha sonra nasıl bir insan olduğunu merak ettim. Asıl soru şuydu zihnimde: “Bu filmleri yapan bir nasıl bir insandır?” Ki araştırmalardan sonra da karşılaştıklarım iyi ki bu soruyu sormuşum dedirtti bana. Aynı filmlerindeki karakterler gibiydi çünkü; hüzünlüydü, yalnızdı, mücadeleciydi ve sürekli arayıştaydı.

Yalnızlığı, melankolisi, hiç bitmeyen arayışı ve tutkularıyla ne kadar fazla penceresi olduğunu görüyoruz Kavur’un. Filmin sonunda bir seyirci olarak yeni bir insanla tanıştığımı hissettim ve bundan fazlasıyla memnundum. Seyircinin zihninde bırakacağın Ömer Kavur’a dair endişelerin oldu mu? Onu yansıtırken nelere dikkat ettin?

Tabii ki oldu. Nihayetinde bir biyografi yapmak kendiliğinden böyle handikaplar doğuruyor. Bazı aşılmaması gereken sınırlar oluyor örneğin ama bir yandan da anlattığınız kişiyle kendi mesafenizi de korumanız gerekiyor. Çok zor bir denge bu. Ben de bazı sınırları aşmamaya dikkat ederken, bir yandan da ona karşı mesafemi kaybetmemeye çalışmakla çok mücadele ettim. Ama en nihayetinde iyisiyle kötüsüyle, başarılarıyla ve zaaflarıyla bir insanı anlatıyor olmak her zaman odak noktam oldu. Senin de bahsettiğin bir insanla tanışma hissini birçok izleyiciden duydum ve sanırım bunda etkisi olan şey de o odak noktası. Ortada ismini hep duyduğumuz, meşhur yönetmen yok bu sefer; sadece bir insan var. 

Uzun süren, hummalı bir arşiv çalışması olduğu belli. Ömer Kavur’un daha önce gösterilmemiş iki kısa filminden de haberdar oluyoruz filmde. Araştırma sürecinden, kısa filmleri bulmanın çalışmana olan etkisinden bahseder misin? Hazırlık aşaması ne kadar sürdü?

Çekimlere başlamadan bir yıl sadece arşiv çalışması yaptık. Ancak bu süreç hiç bitmedi. Üç yıl boyunca, hatta kurgunun dahi son dönemlerine kadar arşiv çalışması sürdü. Kurgunun son bir – iki ayındaydık ve hâlâ yeni şeyler ortaya çıkıyordu. Kısa filmleri bulmamız ise çekimleri bitirip kurguya henüz başlamadığımız sürece denk geliyor. Zaten filmlerden haberdardık; varlığını öğrenmiştik ve gerekli iletişimleri sağlamıştık. Bir akşam bir telefon aldım Mehmet Rado’dan; Kavur’un lise arkadaşı… “Fırat, filmler çıktı depodan.” dedi. O ânı unutamıyorum. Belki filmin tüm kaderinin değiştiği an değildi ancak benim içtenlikle “Tüm emeklerimize değdi.” dediğim bir andı. 

Kurmaca ve belgeselin, hayaller ve gerçekliğin iç içe geçtiği bir anlatım dilin var. Yolculuğa çıkan bir kadın ve Ömer Kavur’u, aidiyet arayışı üzerinden hayalî diyaloglarla konuşturuyorsun. Ömer Kavur’un filmografisindeki hayalî kadınlara ve yolculuk gibi belirgin temalara, kişisel bir mektubun eklendiği yeni bir Kavur filmi gibi. Bu anlatım diline yönlendiren temel etken neydi? 

O kadar güzel tarif ettin ki. Tam da Ömer Kavur’un kendi diliydi aslında beni bu anlatıma yönelten. “Bir Kavur filmi gibi bir Kavur belgeseli” olsun istiyordum bu film. Yine yolculuklar olsun, yine birbirini o kadar da tanımayan ve yolda keşfeden insanlar olsun. Biraz gizem olsun örneğin, kayıp bir film aransın. Ya da ana karakter bir kadın olsun; sanki onun filmlerinden fırlayıp gelmiş, “Bu sefer arama sırası bende.” diyen bir kadın… Tüm bunlara Kavur’un kendi sinema dili ilham oldu diyebilirim. 

“Ben Kavur ile Tanpınar’ı birbirine çok benzetiyorum. Hayata bakışları, mücadele ettikleri şeyler, üretim kaygıları o kadar benzer ki…”

Bir yol filmi de diyebiliriz Kavur için. Ömer Kavur’un hayatında iz bırakmış şehirlerden ve mekânlardan geçmek; çevresindeki insanlara, eşyalarına temas etmek nasıl bir his uyandırdı sende? 

Yarım kalmış bir hayata devam etmeye çalışmak gibi bu. Mektuplar, eşyalar, insanlar… Bir bilgisayar mesela, bilgisayarın içinde yarım kalmış bir oyun… Tüm bunlar çok garipti benim için. Yarım kalmış, sanki yaşansa size hiç ulaşmayacak bir hayat var ortada. Ve o yarım kalan şeyleri sizin tamamlamanız gerekiyor. Aslında gerekmiyor da siz kendinize böyle bir rol biçiyorsunuz. Belgesel yapmak bu yüzden biraz da insanın kendiyle mücadelesine dönüşüyor sanırım. Sınırlar devreye giriyor, kendinize bir misyon edinmiş oluyorsunuz ama en nihayetinde sadece bir film yapacaksınız. Ama basit bir iş de değil bu, ortada koca bir hayat var. İşte tüm bunlar o arda kalmış eşyaların bende uyandırdıklarıydı. Tanpınar “arda kalmış hayat parçaları” diyor bu geride kalan şeyler için. Biraz o parçaları bir araya getirme, toparlama işi bu sanırım. 

Ömer Kavur’un Yeşilçam’a dair kaygılarından, kapatılan sinema salonlarından, yaratıcılığına ket vuran sektörel baskıdan bahsediliyor filmde. Bir alıntıyla şöyle diyordu: “Yeni kültüre alışamıyorum. Mücadele gücümüzün zayıflığından habire yok olup gidiyoruz.” Yaşanılan kaygılar günümüzde de farklı biçimlerde ortaya çıkıyor. Sen sinemanın varoluşu ve geleceğiyle ilgili neler düşünüyorsun? Umutlu bir taraftan bakabiliyor musun bu kendini yeniden var eden döngüye?

Maalesef bakamıyorum. Kavur bu cümleyi tam 12 Eylül’den sonra, 1980’lerin başında söylemişti. Aradan 40 yıl geçmiş olmasına rağmen değişen neredeyse hiçbir şey yok. Sektörün sıkıntıları aynı, olduğu gibi duruyor. Ülkenin dertleri de aynı şekilde. İnsan durup sakince düşündüğünde karamsarlığa kapılmadan ve maalesef şunu sormadan edemiyor: “Ben ne yapabilirim ki hiç değişmeyecek bir düzen için?” Ama işte bu noktada da film yapma arzusu kendi kendini tekrar üretiyor. “Film yapabilirim.” oluyor genelde cevap. Bilmiyorum, en azından benim için bu böyle.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’undan alıntılanmış cümlelerle açılan dört farklı bölüme ayrılıyor Kavur ve “Her Şey Yerli Yerinde” şiiri de eşlik ediyor. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kavur’u birleştiren ne oldu? Çalışmalarına ışık tutan başka edebiyatçılar varsa söyleyebilir misin?

Ben Kavur ile Tanpınar’ı birbirine çok benzetiyorum. Hayata bakışları, mücadele ettikleri şeyler, üretim kaygıları o kadar benzer ki… Bunu Huzur’u okuduğumda daha iyi anlamıştım. Huzur’u Gece Yolculuğu’na çok benzetiyorum o açıdan. İki eser de yaratıcısının kendisiyle hesaplaşma aracına dönüşüyordu. Daha sonra bu benzerliği detaylandırmaya çalışınca, bu eşlik kaçınılmaz oldu. Tanpınar’ı anlamak Kavur’u, Kavur’u anlamak da Tanpınar’ı daha iyi anlamama sebep oluyordu. Böylece karar verdim, birbiriyle hiç karşılaşmamış iki insanın hayali bir yolculuğa çıktığı bir filmde neden üçüncü bir karşılaşma olmasın? 

Estetik olarak etkileyici, senaryoyla bağlantılı bir şekilde mekânın ruhuna hapseden görüntü tercihlerin var. Tabii Başar Ünder’in müziklerinin filmin atmosferine olan katkısını es geçmemek lazım. Filmin sinematografisini, ses tasarımını nasıl şekillendirdin? 

Aslında Kavur’un filmleri belirleyiciydi. Onun dünyasının belirgin, belli başlı imgelerini, seslerini, müziklerini yeniden yaratmaya çalışan biraz oyuncu bir yapı gibi… Bunun dışında benim kişisel tercihlerim zaten her zaman manzarayı, mekânı ve oranın seslerini canlı bir varlığa dönüştürüp, karakter hâline getirmekten yana oluyor. Bunu başarmak için çok uğraştığımızı söyleyebilirim. Bu noktada kendimi inanılmaz şanslı hissediyorum. Hem Başar’ın müzikleri hem de Yalın (Özgencil), Taylan (Geçit) ve Utku’nun (Gürler) ses tasarımı olmasa film sanırım bu kadar katmanlı ve çok boyutlu bir dünyaya sahip olmazdı. 

Gelecekte bizi nasıl projeler bekliyor?

Şu an bir kurmaca üzerine çalışıyorum. İlk kurmacam olacak ve sanırım yine yollarda ve bazı şeyleri arayarak geçecek.