Bir kurgu olarak güven ve katıksız zorbalık: Killers of The Flower Moon

Yazı: Zeynep Naz Günsal

Martin Scorsese’nin önceki projesi The Irishman (2019) hâlâ gündemdeyken beklemeye geçilmiş, çokça konuşulan filmi Killers of The Flower Moon (Dolunay Avcıları), İKSV Galaları kapsamında Maslak UNIQ Hall’da Türkiye prömiyerini yapmıştı. 20 Ekim itibarıyla da vizyona girmiş bulunmakta. Yönetmenin -tabiri caiz midir- “mob noir” stilinden western janrı bağlamında prosedürel bir drama yaratarak Osage ulusunun bu dönemde yaşadıklarını ve onlara karşı işlenmiş büyük ihanet ve suçların aktörlerini irdelediği filmin kadrosunda Leonardo DiCaprio, Robert De Niro, rahatlıkla filmin yıldızı olduğu söylenebilecek Lily Gladstone’un yanı sıra Jesse Plemons, Brendan Fraser ve John Lithgow da var. 

200 milyon dolarlık bütçesiyle Scorsese’nin şimdiye kadarki en pahalı işi olan filmin yapımcıları arasında Paul Thomas Anderson’ın uzun soluklu partneri Daniel Lupi’nin de yer alması merak uyandıran detaylardan.

*Bu yazı, filmi henüz izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân

1920-26 yılları arası Fairfax, Osage County; Oklahoma.

Konu nedir?

Osage halkına tahsis edilirken herkesçe verimsiz olduğu varsayılan bir topraktan devasa miktarda petrol çıkan Oklahoma’da bu sayede bol varlık edinmiş Osage ulusu üyeleri, teker teker muallak koşullar altında cinayetlere kurban gitmeye başlamıştır. Bölgenin eski para babası William King Hale’in dar kafalı yeğeni Ernst Burkhart’ın savaştan dönünce evlendiği Mollie Kyle’ın aile üyeleri de bu katliamın hedefi olur. O sırada yöneticilik kariyerinin ilk yıllarındaki J. Edgar Hoover’ın başını çektiği BOI’ın -FBI’ın o zamanki ünvanı “Bureau of Investigation”- ve ilk vakasına atadığı Tom White’ın sorumlusu olduğu bir soruşturma başlar.

İzlemeden önce bilinmesi gerekenler

*Filmin esin kaynağı, gazeteci David Gann’ın Killers of The Flower Moon: The Osage Murders and The Birth of The FBI adlı kurgu dışı romanı. 

*Scorsese ve adaptasyon denince aklına gelen ilk isimlerden Eric Roth’un birlikte uyarladığı kitabın hakları, yayımlandığı gibi beş milyon dolara alınıyor. Pandemi veThe Irishman derken, filmin neredeyse dokuz yıllık bir ön yapım dönemi var.

*Osage halkı ve baş şefi Geoffrey Standing Bear prodüksiyonun hatırı sayılır bir parçası; senaryoda epey söz hakları olmuş. Tarihsel ve dilbilimsel danışmanlarla sıkı çalışıldığı belirtilen yapım için De Niro, DiCaprio ve Gladstone da dâhil olmak üzere oyuncuların hepsi Osage dili öğrenmiş. Ayrıca filmin tümü lokasyonda, Osage rezervasyonunda çekilmiş.

*Filmin blues’lu, karamsar ve tekinsiz baslı müzikleri, on yıllarca yönetmenle ortaklık yapmış kalender dostu Robbie Robertson’ın bu yılki vefatından önce ürettiği son soundtrack.

*Streaming platformları söz konusu olduğunda çok fark eden bir etmen olmuyor belki ama üç buçuk saatlik bir materyalle sinema salonunda baş başa kalmak apayrı bir deneyim olduğu kadar süresi gereği baya yorucu; hazırlıklı olun.

İlk intiba

Azınlıkların istismarına, temelleri bu istismarla atılan toplumsal yapılara dair sayısız örneğin ve bu dehşetengiz günlerle temas eden güncel anlatılar; stüdyo devlerince “Eveet, artık buradayız!” gibisinden bir ilanla üstleniliyor. Bazen samimiyetine inanması zor, bunu inkâr etmenin de tehlikeli bir hâli var. “Bu kişinin böyle bir filmi şu anda yapması sadece başka bir ‘ben de beyazım ama doğru yönü gösteriyorum’ hevesinde bir jest mi? Bu ardı arkası kesilmeyen tanıtım kliplerine, erdemli beyânlara ne ölçüde kanabilirim?” Spesifik olarak bu filmin niyetinden o kadar da şüphe etmiyorum fakat birer izleyici-tüketici olarak böyle sorular sormaya çok uzun süreler devam edeceğimizi düşünüyorum. 

Prodüksiyon kalitesinden, bunun akıl almaz cazibesinden bahsetmeye pek gerek yok; zira kimseyi şaşırtmayacak biçimde o ihtişamlı bir yapım. Jack Fisk’in prodüksiyon tasarımı hem çok görkemli hem de tam ayarında yalınlıkta. Sıkça birlikte çalıştıkları görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto yine döktürmüş. Yönetmenin kadim editörü, gölgelerdeki kahraman Thelma Schoonmaker ise filmin uzunluğunu ritme ustalıkla yedirmiş.

Scorsese’nin projeye kariyerindeki belki de bütün filmlerde olduğundan daha hırslı bir biçimde atıldığı çok net anlaşılıyor. Tematik ve teknik açıdan yeni bir hedefle işe koyulmak, kendi sınırlarını zorlamak, belki de yönetmenin gerek duyduğu bir şeydi. Fakat seyirci olarak filmi bizatihi deneyimlemek, bu denli köklü bir mirasa sahip bir sinemacının yaratıcı hırsının yaşı geçtikçe daha da koyulaştığını, algısının yenilendiğini, farklı şeyler deneyip gelişme çabasının hâlâ mevcut olduğunu görmek hakikaten heyecan uyandırıyor.

Mollie ve Osage ulusunun çektiği akıl almaz çile ve gösterdiği dirayet, hikâyenin çok önemli bir parçası. Bu geçmişin içtenlikle işlendiğine inanıyorum. Ancak William King Hale ve ona biat edenler hikâyede Osage halkının, Ernst’ün riyakarlığının ve Mollie’nin mücadelesinin önüne geçiyor bazen. Bunun kasıtlı gelişmiş bir durum olduğunu sanmıyorum. Daha çok Scorsese’nin yazım alışkanlıklarına dayanıyor. Antagoniste kanalize olmaktan kendini alamaması, yönetmenin şimdiye kadarki külliyatı ve inşa etmekte usta olduğu türden arketipler düşünüldüğünde anlaşılır bir şey. 

Filmin en öne çıkan yanı; Scorsese’nin hareket ettiği alanın az çok öncekilerle benzer ama alametifarikası olagelen şiddet öğelerinin içerikteki yeri ve faydalanılma biçiminin bambaşka bir anlama sahip olması. Bunu bilerek ve hedefleyerek istifade ediyor cinayet, kan ve entrikadan. Şiddetin yıkımını böylesine politik ve sarsıcı bir bağlamda ele almasının etkisi yer yer şok edici, fazlasıyla yoğun ve duygusal anlamda tüketici. 

Ernst Burkhart’ın sadece buzdağının tepesini temsil ettiği bu yapı üzerinden; başkalarının sözlerinden kolayca etkilenen, bilgisiz, yönergesiz insanlardan tarihin en büyük yıkımını yaratan topluluklarının nasıl yaratıldığını okumak dehşet verici. Hale’in on yıllar süresince, piyonlarını varlıklı Osage ailelerinin çocuklarıyla evlendirerek inşa ettiği bu düzendeki vahşet ve iğrençliğin, bu kurgunun birer parçası olanlar için nasıl, ne zaman bu kadar sıradanlaştığını tüm detaylarıyla görüp, yine de buna anlam verememek çok fena.

Oyuncular ve karakterlere dair

Mollie ve Lily Gladstone filmin kalbi. Bu sistematik, stratejik ve şeytani katliamı kurgulayanlar tarafından hayatları tümüyle alaşağı edilen Osage halkını ve filmin vicdanını temsil ediyor. Öykünün ilerleyişinde rolü gittikçe edilgenleşmesine rağmen gücünü hiç yitirmeyen bir performans gerçekten. Çilesiyle mevcut koşullar ve aslında yazımının da yetersizliği gereği pasif bir karakterin içini öyle etkin biçimde dolduruyor ki aslında bütün film onun ve Mollie’nin omuzları üstünde. Ödül sezonunda adını çok fazla duyacağız anlaşılan.

Yozlaşmış ve yozlaştıran leş bir sistem tarafından naifliği istismar edilip, sonra açgözlülükten gözü kör olup, en nihayetinde vicdanıyla cebelleşemeyince kendini tüketmek… Scorsese’nin karakterlerinden en popüler olanlarını tamamen özetleyen eylem. Bu elbet ki Ernst Burkhart’ın da düştüğü bir çukur. Leonardo DiCaprio kendinden çok vermiş, fakat oyunculuğunun yer yer zorlama geldiğini de söylemeliyim.

Robert De Niro gerçekten kan donduruyor. Metotçu değildir, biliriz. Bu yüzden Oklahoma’nın göbeğinde New York aksanıyla döktürmesi bazen bir acayip geliyor. Fakat sahne mevcudiyeti, William King Hale’in tüm pis taraflarına eklemlendirdiği samimiyet ve kalenderlik, karakteri hepten daha da ürkütücü ve mide bulandırıcı yapıyor. Çünkü Hale’in en tedirgin eden tarafı, aşırı güvenilebilecek bir imajı olması. Tam olarak bu durumun tehlikesi ve ürkünçlüğü filmin öne çıkan taraflarından. Yıllarca emek vererek güttüğü sahte dostluk ve güveni sorgulamaya fırsat vermeden hissettirebilen biri oluşu, o insanların yerinde olsanız sizin de pekâlâ bu mizaca kanabileceğinizi kendinize itiraf edebildiğiniz noktada karakter hepten daha tekinsiz bir fikre dönüşüyor.

En çok hangi sahneye yükseldin? 

Açılışa… Amanın gerçekten!

Ayrıca finaldeki “Şimdi neredeler?”/ ”Onlara n’oldu?” görevindeki true crime radyo şovu sahnesi eğlendirdi ve şaşırttı. Yan karakterlere müzisyen atamış Scorsese’nin kadrosunda Jason Isbell ve Sturgill Simpson gibi aktör-müzisyenler var tabii. Ama ansızın Jack White’ı da dev ekranda görmek, sonra Scorsese’nin de gelip lafa girmesi sürpriz oldu.

Bir de sanırım herhangi bir yerde denk gelebileceğim en iyi sarhoş oyunculuğunu DiCaprio’dan izledim. Katiyen espri değil. Sonlara doğru bir sahnenin başında Ernst ufaktan sızarken, dirseğinin sandalye kolundan düştüğü kısacık bir an var ki buna mükemmel bir örnek. 

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…

Filmin bütününde Osage halkını uygun biçimde onurlandırabilmiş olduğuna inansalar bile ekipte Osage danışmanı olarak çalışmış Christopher Cote ve Janis Carpenter, filmin galasında The Hollywood Reporter’a verdikleri ropörtajda hikâyenin Ernst’ün perspektifinden anlatılması, ona bir vicdan verilmesi ve Mollie’ye olan duygusunun “aşk” olarak tanımlanması hakkında karışık hisleri olduğunu dile getirmişler. 

Bunu seven şunu da sever

Sanılanın aksine Killers of The Flower Moon, Di Caprio ve De Niro’nun birlikte yer aldığı ilk “Scorsese projesi” değil. Scorsese’nin Studio City Macau Otel ve kumarhanesi için çektiği 16 dakikalık kısa reklam filmi olan The Audition’da (2015), yönetmenin yeni filmindeki başrolü kapmak yolunda birbirine laf eden, sataşan ikilinin ellerinden rolü kapan ise bu sefer hapur hupur erişte yiyen Brad Pitt oluyor. Filmden çıktıktan bir süre sonra azıcık keyiflenmek isterseniz buyrunuz