Kitaba duyulan aşkın uyarlaması: Küçük Prens

Uzun yıllardır çalışmaları süren ve iki yıl önce uyarlandığı klasiğin telif hakları kalktıktan sonra tamamlanan, pek etkileyici Küçük Prens (The Little Prince), bu klasikten çok, onu okuma tecrübesinin beyazperde karşılığı…

Yazı: Melikşah Altuntaş

Pek çoğumuzun ilk ya da ortaöğrenimi sırasında keşfettiği, daha az şanslı bir kısmımızın ise ileriki yaşlarda okuduğu, hayat ve dünya değiştiren klasik Küçük Prens, yani Fransızca orijinal adıyla Le Petit Prince, bundan 72 yıl önce Antoine de Saint-Exupéry tarafından kaleme alınmış ve resimlendirilmişti. Aradan geçen zaman zarfında dünyanın en çok satan ve en sık hediye edilen eserlerinden biri olan bu hikâye kitabı, bizde de Küçük Prens adıyla Cemal Süreya, Tomris Uyar, Selim İleri gibi isimler ve daha niceleri tarafından defalarca çevrildi ve yayınlandı.

Küçük Prens’in telif hakları yazımının 70. yılının ardından dolunca, orijinal eserden gerçekleştirilen yeniden basımların ve onların yayınevlerinin sayısı da giderek arttı. Hemen her yayınevinin en az bir Küçük Prens basar olduğu günümüzde, uzun zamandır beklenen animasyon sinema filmi de sonunda, geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde perdeye yansıdı.

Festivalin son günlerine doğru gerçekleşen Cannes prömiyerinde, akşam saatlerinde kırmızı halıyı dolduran film ekibi, festival davetlileri, yüzlerce sinefil ve çok sayıda Küçük Prens hayranı, yıllardır kavuşmayı bekledikleri filmle ilgili oldukça heyecanlıydı. Her ne kadar bu, eserin beyazperdeye ilk uyarlaması değilse de, geniş kitleleri tatmin etmesi beklenen ve eserin Fransızcadaki özünü bozmadan gerçekleştirilen bu Amerikan ortaklı animasyondan beklenti büyüktü. Yaklaşık 2 bin kişilik Lumiere salonu ağzına kadar doldu, filmin yıldızlarla dolu seslendirme kadrosundaki isimler ve yönetmen Mark Osborne alkışlarla içeri geçip yerine oturdu ve film başladı.

En son Kung Fu Panda’yla karşımıza çıkan yönetmen Osborne’un uyarlamasının, başladıktan sonraki ilk 20-25 dakikada salondakileri şaşkına çevirdiğini söylemek zor değildi. Zira karşımızda Küçük Prens’in dünyasına dair tek bir kare dahi olmamakla birlikte, izlediğimiz filmdeki animasyon tekniği ve yaratılan dünya da klişe bir üç boyutlu Hollywood animasyonu yavanlığındaydı. Hattâ öyle ki, seyircisinden sabır bekleyen, paketini şaşırtma üzerine kurmuş ve beklentileri aşama aşama karşılama kararı almış bu uyarlamaya şans vermeden salondan çıkanlar dahi oldu.

Annesi tarafından boğucu bir disiplin ve sonu gelmez ödevlere hapsedilmiş, yalnız ve hayal gücü geniş bir kız çocuğunun, hafif çatlak, yaşlı kapı komşusunun yarattığı ve kendisine sayfa sayfa ulaşan Küçük Prens hikâyesinin içine dalması ve bununla beraber uçsuz bucaksız bir maceraya kapılmasını konu alan film, kahramanımızın Küçük Prens dünyasına girişiyle birlikte çok büyük bir basamak atlayarak, izleyicisine tadına doyulmaz bir görsel ve düşsel dünya sunuyor.

Hem animasyon tekniği, hem de öykü anlatımı konusunda çok-katmanlı bir yapı sunan Küçük Prens’te Osborne’un gerçekleştirmeye çalıştığı uyarlama biçimi, her türden seyirci ve özellikle kitabın fanatikleri tarafından kabul görmeyebilir. Zira Osborne ve ekibi, eserin dünyasını birebir adapte etmekten çok, Küçük Prens’le onu okuyan herhangi biri arasında gerçekleşen etkileşimi ve elde edilen tecrübeyi hikâyesinin merkezine oturtmayı seçmiş. Eseri elinize aldığınız andan itibaren hissettikleriniz, hikâyenin üzerinizde yarattığı o ilk etki, son yaprağı kapattıktan sonra sahip olduğunuz yaşama sevinci ve gözde beliren bulutsu nemlilik, Osborne’un uyarlamasında nostaljik hissiyat olarak karşınızda duruyor.

Yazının tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:42’ye ulaşabilirsiniz.