Kola ve bira: Materialists

Yazı: Zelal Buldan

Past Lives ile güçlü bir çıkış yapan Celine Song’un ikinci filmiyle bu başarının üzerine ne koyacağı merakla bekleniyordu. Diyalog kurmadaki inceliği ve sessiz anlatımlardaki başarısıyla dikkat çeken Song’un kalemi ve gözünden romantik bir film izleyecek olmak, beklentileri oldukça yükseltti. Üstelik başrollerde Dakota Johnson, Pedro Pascal ve Chris Evans gibi yıldız isimler var. Bir filme heyecanlanmak için daha ne isteyebilirdik ki? Güven veren bir yönetmen ve büyük rollerin altından başarıyla kalkabilen bir oyuncu kadrosu. 

Materialists bu güçlü ekip ve beklentiler ile vizyona girdi. Yüksek beklentiler ile izlenen filmlerden mutlu çıkmanın çok kolay olmadığını akılda tutarak ama Celine Song’un çok büyük hayal kırıklığına uğratmayacağına da güvenerek izlenebilir Materialists

*Bu yazı, henüz Materialists filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.


İzlemeden önce bilmeniz gerekenler

Filmin girişi bizi geçmişe ve ilk insanların evlilik teklifine götürerek başlıyor. Aklınıza şu soru gelebilir: “Yüzükle yapılan ilk evlilik teklifi acaba ne zamandı?” Merak edenler için, belgelenmiş ilk mücevherli teklif 1477 yılında Avusturya Arşidükü Maximilian’ın Burgonyalı Mary’ye elmas yüzük ile yaptığı teklif olarak kabul ediliyor. 

Geçmişi bir kenara bırakıp günümüze gelirsek… Artık aşkı bulmak için binlerce yol var. Sadece Amerika’da 2 bine yakın resmî “matchmaking” yani çöpçatanlık şirketi faaliyet gösteriyor. 2010’ların sonlarında, New York’ta oyun yazarlığına yönelen Celine Song da bu dünyaya altı aylığına adım atmış ve bu şirketlerden birinde çalışmış. Çalışırken edindiği deneyimler ona Materialists adlı bu filmi yazması için ilham olmuş.

Film Türkçeye Tam Bana Göre ismiyle çevrilmiş olsa da orijinal adı filmin asıl derdine daha doğrudan işaret ediyor. Bu nedenle klasik bir romantik komedi beklentisiyle değil; aşk, ilişkiler ve maddiyat üzerine düşündüren bir hikâyeyle karşılaşmaya hazır gitmekte fayda var. Bu elbette gülmeyecekseniz anlamına gelmiyor.

Konu nedir?

Eski bir oyuncu olan Lucy, artık New York’ta seçkin bir çöpçatanlık şirketinde çalışmakta ve aşkın matematiğini ezbere bilmekte. Kimin, kime, neden aşık olacağını formüllerle açıklayabiliyor. Ancak katıldığı bir düğün, kendi aşk hayatında beklenmedik bir kıvılcımı ateşliyor. Üstelik tam da o anda geçmişten gelen bir eski aşk yeniden karşısına çıkıyor. Lucy kendini tam anlamıyla bir aşk üçgeninin içinde bulmasa da para, statü ve duygular arasında aşkı yeniden tanımlamak zorunda kalıyor.

İlk intiba

Film bir evlilik teklifi sahnesiyle açılıyor. Ama öyle parlak yüzüklerin, havalı organizasyonların olmadığı bir teklif bu. Aşkın henüz kirlenmediği, taktiklerle hesaplanmadığı, çöpçatanlık sitelerinin ve ilişki terimlerinin hayatımıza girmediği bir zamana götürüyor bizi yönetmen. Yani çok çok eskilere, bir mağaranın içinde, aşkın sadece içgüdülerle yaşandığı o ilk zamanlara. Bir adam, elindeki papatyayı yüzük hâline getiriyor ve mutluluğa ulaşmak işte bu kadar basit oluyor. 

Bu sade ama anlamlı açılış, izleyiciyi aşkın köklerine inmeye çağırıyor. Ardından hikâyemiz günümüze dönüyor. Artık aşk, Lucy gibi çöpçatanlık şirketlerinde çalışan uzmanların formüllerine, algoritmalarına, sınıflandırmalarına teslim olmuş hâlde. Aşk; sayısız romana, filme, felsefi tartışmaya, ritüele ve yıkıma konu olmuş karmaşık bir olgu. Bu film de tam da o karmaşanın ortasında cümlelerini söylemeye niyetli.  

Karakterlere dair

Filmin karakterler hakkında en çok ipucu veren mekânı, Lucy’nin katıldığı bir müşterisinin düğünü. Tören öncesinde gelin ani bir evlilik bunalımına girince, gelinin arkadaşları soluğu Lucy’nin yanında alıyor. Lucy arkasına takılan kadınlar ile beraber gelin odasına doğru yürürken kendinden emin duruşuyla etkili bir imaj çiziyor. Krizi hızlıca çözüyor; yerinde sözleriyle gelini sakinleştiriyor. Tüm bunların yanında zarif, sade ama şık bir giyim tarzına ve fit bir görünüme sahip. Yani modern zamanların idealize edilmiş kadın profiline fazlasıyla yakın. Bu da izleyicide ister istemez şu soruyu doğuruyor: Peki ya Lucy’nin aşk hayatı?

İşte tam da bu sorular kafada şekillenmeye başlamışken sahneye Harry çıkıyor, Lucy ile tanışmak isteyen yakışıklı bir adam. Yani beyaz atlı prens! Klasik bir romantik komedi olsaydı, Lucy ve Harry romantik bir karşılaşmanın ardından büyük bir aşka yelken açardı. Ama ne demiştik? Bu film bizi o tanıdık formüllerin içine sokmak yerine, biraz matematik yapmaya çağırıyor. Sözelciler korkmasın; aşkın matematiği sandığınız kadar karmaşık değil. Mağarada matematik mi vardı?

Lucy ve Harry aşk üzerine derin bir sohbete dalmışken Harry, ona ne içmek istediğini soruyor. Lucy’nin cevabı tuhaf ama anlamlı: “Kola ve bira.” Bu cevap, onun içinde bulunduğu kararsızlığı, aidiyet krizini ve kimlik ikilemini açıkça yansıtıyor. Ne tamamen geleneksel ne de tamamen özgür ruhlu biri Lucy; bu iki içecek arasında kalmışlığı, aslında kendi içsel çelişkileri. Ve tam bu karmaşık cümle ağzından dökülürken, garson beliriyor elinde bir kola ve bir bira ile. Garson, Lucy’nin eski sevgilisi John. İşte şimdi tadı damaklara geldi kola ve biranın.

Film, John ve Harry’nin karakterlerini derinlemesine çözümlemektense aralarındaki uçurumu gözler önüne sererek anlatımını kuruyor. Harry ne kadar ayrıcalıklıysa John o kadar mütevazı; Harry iş dünyasında yükselmiş, lüks içinde yaşıyor, John ise hâlâ tutunmaya çalışan bir tiyatro oyuncusu. Harry’nin evi steril, modern, kusursuz; John’unki ise dağınık, küçük ve başkalarıyla paylaştığı, mutfağında bile mahremiyetin olmadığı, başkasının prezervatife basılabilen bir alan. Bu karşıtlık, sadece maddi koşullara değil; Lucy’nin iki farklı hayat tarzı ve değer sistemi arasında sıkışmışlığına da işaret ediyor. 

En çok neyi sevdin?

Ses tasarımı ve sahne geçişleriyle film, klasik bir aşk üçgeni hikâyesi olmadığının altını sık sık çiziyor. Bu, Lucy’nin hikâyesi. Bu nedenle Harry’yi de John’u da yalnızca Lucy’nin bakış açısının izin verdiği kadarıyla tanıyoruz. John’un evini ancak Lucy onun kapısını çaldığında görebiliyoruz. John’un maddi durumunu da geçmişte yaşadıkları bir tartışmanın Lucy üzerindeki etkisi sayesinde fark ediyoruz. 

Film tüm dünyasını Lucy’nin etrafında kuruyor. Aşkı analiz eden, ölçen, biçen, formüllerle açıklayan kişi Lucy. Ama aynı zamanda aşkın gerçekliğini, kaotik doğasını da deneyimleyen kişi yine o. Başta söylediği gibi:

“Aşk kolaydır. Çünkü elimizde değil. Sadece bazen hayatlarımıza girer.”

Bu kez, eski bir aşk Lucy’nin hayatına tekrardan giriyor. Hesaplanmadan, planlanmadan. Sürpriz gibi. Tüm bu içsel dönüşümün yalnızca sesle, geçişlerle ve bakışla anlatılması, Lucy’nin zihnini yansıtışı filmin en sevilesi yanlarından biri. 

En az nesini sevdin?

Filmin en az sevdiğim yanı, belki de en çok sevdiğim yönüyle doğrudan bağlantılı. John’u yalnızca Lucy’nin gözünden tanıdığımız için aralarındaki aşk zaman zaman inandırıcılığını yitiriyor. Bu bakış açısı tercihi filmi güçlü kılıyor ama aynı zamanda John’u gölgede bırakarak duygusal bağ kurmamızı zorlaştırıyor. Yönetmenin diğer karakterler ile bağ kurmakla pek de işi olmasa da formülü çözmemiz için önce aşka inanmamız gerekmez mi?

Az sevdiğimi geçip, filme gerçekten zarar verdiğini düşündüğüm bir başka detay da afişi. Seyirciye bir aşk üçgeni vaadinde bulunan bu görsel, filmi tamamen Lucy’nin iç dünyasında geçen bir anlatıya dönüştüren yönetmenle çelişiyor. 

Nasıl hissettirdi?

Filmin finalinin, giriş sahnesindeki ilk insanlara göz kırparak sonlandığı düşünüldüğünde; ben de oldukça eskiye, milattan önceye uzanıp filme ve aşka dair hislerimi oyun yazarı Terentius’un çok sevdiğim bir cümlesiyle aktarabilirim:

“Mantığı ve ölçüsü olmayan şeyi mantıkla yönetemezsin.”

Ne dersin Lucy? Dilersen çöpçatanlık şirketinden istifa dilekçene bu cümleyi ekleyebilirsin.