Aksiyon, ayak yerden kesilince başlar: Mehmet Sander

Röportaj: Ekin Sanaç - Kolaj: Sadi Güran

“12 Eylül dönemiydi. 13 yaşındaydım, hayatımı değiştiren David Bowie fotoğrafıyla o zaman karşılaştım. Her zaman taktığı altın bileziği vardı kolunda. Bence kesin 1978’deki hâliydi. Heroes’dan bir yıl sonrası olduğunu düşünüyorum. Tabii bunları şimdi söylüyorum, yoksa o zaman hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Sigara içerken lense bakıyordu ama sanki bana bakıyor gibi hissettim. Hiçbir makyaj yok, sadece göz kalemi var. Saçları sarıydı ve o gözlere öyle bir vurulmuştum ki. Resmen bana bakıyorlardı.”

Mehmet Sander’le SALT Galata’nın avlusunda oturuyoruz. Görkemli işlerinin Sahnede 90’lar sergisinde yer alması vesilesiyle, uzundur kendisinden dinlemek istediğim hikâyesini kayıt altına almak için buluştuk. Sohbete David Bowie ile başlamamız şaşırtıcı değil. Nitekim Sander’i 10 küsur yıldır aynı anda bulunduğumuz konserlerden de tanıyorum. Müziğin bir hayat memat meselesi olduğuna dair inancımı hep diri tutan bir varlığı var benim için.

O dönem babasının üye olduğu, köprü ayağında yer alan İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü’nün kantinindeki bir gazetede karşılaşmış Bowie’nin bu fotoğrafıyla. O an nasıl çarpıldıysa, ben de Mehmet Sander’in “Single Space” eserine ait siyah-beyaz fotoğraflarla ve YouTube’daki videolarıyla karşılaştığımda aynı oranda çarpıldığımı söyleyebilirim. SALT Galata’da 12 Şubat’a kadar açık olan sergi sizi Sander’in manifestosuyla karşılıyor ve sekiz işini bir video sunumunda bir araya getiriyor. Zemindeki beyaz şeritler 90’larda hazırladığı eserlerinde koli bandıyla çektiği geometrik sınırlara, metal direklerse nesne kullanan işlerine gönderme yapıyor. Bir monitördeki iş bitince yan monitördeki başlıyor. Canlı gösteri yaptıkları yıllarda da hep altı eser sergilerlermiş art arda. Şu detayı vermesiyle serginin kurulum tercihleri konusunda bir aydınlanma yaşıyorum: “Ben antrakt denen şeye tamamen karşıyım. Kronometreyle eğitmiştim dansçılarımı. Kan ter içinde de olsa 50 saniyede tayt değiştiriyor, şak diye sahneye çıkıyorduk.”

Mehmet Sander, Center for Contemporary Arts, Glasgow, İskoçya
Mehmet Sander Dans Grubu, Schoenberg Hall, UCLA, Los Angeles

Bu arşiv sergisinin anlamı büyük. Ne de olsa 1996 yılında eski AKM’de Mehmet Sander ve dansçılarının iki gece peş peşe kapalı gişe yaptığı gösterileri (ki bunlar Türkiye’de o dönem yaptığı tek gösterilerdi) kaçırdık. Ama Mehmet Sander’in bize kötü bir haberi var: “Videolar tam olarak hakkını vermiyor. Aslında fiziksel olarak çok sarsıcı bir deneyimdi izleyici için. Diyaframa yumruk yemek gibi bir his…” Yani bir de bu ortamı dansçıların bedenlerinin çıkardığı seslerin hassas mikrofonlar tarafından 100-150 bin watt güçteki acı verici seviyede seyirciye iletildiği versiyonu hayal ediniz. “Çünkü bence olup biten her şeyle toplum onlara rahatlık verecek eserler görmeyi hak etmiyor. Zaten hayat da öyle değil. Böyle olması çok daha gerçekçi.”

Kariyeri boyunca çağdaş dansın geleneksel kalıplarına ve dayattığı sınırlamalara meydan okuyan Mehmet Sander’in 80’lerin sonunda zihninde şekillendirmeye başladığı manifestosu, “Her dans eserinin konusu hareketlerin kendisidir.” cümlesiyle başlıyor. Müziği “dansın bir numaralı düşmanı” ilan etmesi ve pratiğinden tamamen çıkarması ise bu manifestonun gerçek dayanaklarını ortaya çıkarıyor: Mimari ve fizik kanunları. Madem her müziğe dans etme zorunluluğu yok, neden her dansın bir müzikle eşleşmesi gereksin ki? Koreografların sırf müzik olsun diye yapabildiği rastgele seçimlere, izleyicinin hoparlörden duyacağı tanıdık seslerle gevşemesine hiç tahammülü yok. Komşusu Viktor Albukrek Bey’in de dediği gibi, “Beyin melodiye gitmesin, gözler ‘aksiyonu’ takip etsin.” istiyor ve “dansçı” yerine “aksiyon mimarı” ismini böylece sahipleniyor. Zaten bize (bildiğimiz anlamda) dans dışında her şeyden beslenmiş bir dans hikâyesi anlatıyor. Dansı müzikten özgürleştiren Mehmet Sander’in özgürleşme hikâyesine müzikten başlamak ise bilinçli yaptığımız bir tercih oluyor.

Bowie’nin fotoğrafıyla karşılaşmanın ardından tek amacı Unkapanı’nda, Karaköy’deki kaçakçılarda, Osmanbey’deki adını Metronom olarak hatırladığı mekânda Bowie albümlerine ulaşmak oluyor. İstanbul’da da otobüslerde sıkı ithal mal aramalarının olduğu bu dönemde Diamond Dogs albümünü yakalamasıyla bütün bir yıl boyunca onu dinliyor ve onun için aralanan yeni dünyanın kapısından tereddütsüz içeri dalıyor: “Bowie’yi ihtirasla seven herkes Roxy Music’i bulur bir şekilde. Benim için de öyle oldu. Sonra Brian Eno’yu buldum. Zincir gibi geldi ve baya övündüğüm plak koleksiyonum oluşmaya başladı.” Lisedeyken grup tişörtleri, yabancı dergiler ya da posterler yok, “hayalini bile kurmuyor”. Ama Bowie’yi üzerinde taşıyabilmek için bulduğu bir Bowie yazısını kesip seloteyple okul kemerinin üzerine yapıştırıyor.

Nitekim İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü’ne asla yüzmek için değil de Çarşamba akşamları kulüpte düzenlenen Disco Night etkinliklerinde DJ’lik yapmak için gittiğini anlatıyor. Yolunu çizmek, müzik ve dans tutkularını keşfetmek, kim olduğunu bulmakta ailesinin, özellikle annesinin onun için ne kadar önemli olduğunu ve hikâyesinin ne kadar şanslı da bir hikâye olduğunu bildiğini her fırsatta hissettirmeye çalışıyor. Büyüdüğü evde de müziğin önemli olduğu hissediliyor. Grace Jones’u eve annesinin getirdiğini, harçlık alıp ilk 45liğini edindiğinde (Suzi Quatro) 5 yaşında olduğunu, 1981’den beri babasının icadı olarak ailecek Tears for Fears grubuna gönderme olarak Cheers for Fears diye kadeh kaldırdıklarını anlatıyor.

Dans ve performans da bu büyüme hikâyesinin en ortasında bir yerde. 16-17 yaşında evde yalnız kaldığında komşuları Ertem Teyze’yi çağırıp ona gösteri yapma ritüeli başlıyor. Henüz modern dansa dair herhangi bir fikri yok ama salondaki eşyaları çekiştirerek kendine bir sahne yaratıyor. Jean Michelle Jarre’ın Oxygène albümünün A yüzü eşlikçisi. Bu günlerden birinde basılmasıyla dansa olan merakını annesi de keşfediyor. O sene annesi bir sergide İstanbul’da kendi dans grubunu kurmaya hazırlanan koreograf Geyvan McMillen’ın bir arkadaşıyla tanışıyor ve Sander, idealizminden son derece etkilendiği Geyvan McMillen ile bu sayede dans çalışmaya başlıyor.

“Çok sonradan fark ettim ki ben o ergen halimle meğer İstanbul’un ilk çağdaş dans merkezine giriyormuşum. Demek ki kimse ona destek vermemiş ki Geyvan çalışmak için Korukent’te bir apartman dairesi kiralamış. Salonda Martha Graham teknikleri öğretiyordu bize. Martha Graham tekniğiyle ilk kez sahneye de o dairenin olduğu sitenin avlusunda çıktım. Sonra oradan Maslak’ta farelerin cirit attığı, camları kırık bir basket salonuna geçtik. Hiçbir prova kaçırmadım. Ne sokağa çıkma yasağı, hiçbir şey bizi yıldırmazdı o zaman. Hep anlattığım bir anım var o salonda. Bazı arkadaşlar jöte atlarken fare geçtiği zaman krize giriyordu. Geyvan da bir keresinde provanın ahengi bozulmasın diye, ‘Fare değil o, Isadora Duncan reenkarnasyonla bizi izlemeye geldi’ demişti… Orada Taksim Devlet Sahnesi gösterisine hazırlandık. Geriye dönüp baktığımda o sahneye çıktığım müzik Philip Glass’tı. Yaşım daha 17. Öyle acayip bir deneyim.”

Mehmet Sander ve İpek Esen, Maslak’taki söz konusu basket salonunda, 1985

Mehmet Sander’in mesleki anlamda hayatını değiştiren, onu dansa kenetleyen bir gece var ki onu detaylandırmak şart: Efsanevi koreograf Merce Cunningham’ın müzik ortağı ve partneri John Cage ile İstanbul’daki 1984 performansı.

“O gün Marmaris’ten dönüyorduk. Annem İstanbul’a döneriz ve Açık Hava’da Cunningham’ı görürüz diye ikimize bilet almış. Ama trafikten dolayı işler planladığı gibi gitmemiş ve saatinde varamamışız İstanbul’a. Arabayı babam kullanıyor, kardeşim ve ben arkadayız. Ben hatırlamıyorum ama trafiğin ortasında annem bana demiş ki Mehmet al biletleri, kapıyı aç ve koş.”

Peki Cunningham’ın kim olduğunu biliyor muydu Açık Hava’ya giderken?

“Hayır, hiçbir fikrim yoktu. Tamamen annemle ilgili. Annem bilet aldığı için çok mühim bir şey izleyeceğimi biliyordum sadece. Rahmetli John Cage miks aletinin başında seyircinin ortasında oturuyordu. Önünde çok büyük boy bir kaktüs duruyordu. 90 bin-100 bin watt mı ne amplifikasyon vardı mikrofonda. Plastik bir tarakla çok ağır bir şekilde kaktüsü tarıyor, can yakıcı sesler çıkarıyordu. Küfrede ede salonu boşaltanlar oldu. Ben ise çakıldım. Bir de hiç renk yoktu sahnede. Tamamen hayatımı değiştiren bir deneyimdi. Bilinçaltıma yerleşti çıkmayacak şekilde.”

Küçük yaşta bilinçaltına yerleşmiş çok mühim bir deneyim daha var. O zamanlar bir hastanede psikiyatrist olarak çalışan annesinin onu Yeşilçam Sineması’nda 2001: A Space Odyssey’e götürdüğü gün: “2001: A Space Odyssey, bir Mary Poppins olmadığı için annem film esnasında ne yapacağını şaşırmış, çünkü ben yanında tüm filmi gözümü kırpmadan izlemişim. Beş yaşındayım. Eve gidince de tekrar izlemek için yalvarmışım. İkinci gece beni tekrar filme götürmek zorunda kalmış.” Hikâyesinde annesinin ne denli etkili olduğunu anlatırken Pedro Almodóvar’ın Annem Hakkında Her Şey’ine referans veriyor Sander.

Geyvan McMillen’ın dansçılarından biri olarak 18 yaşında, tekniğini daha da ileri taşımak üzere Londra Çağdaş Dans Okulu’na üst üste iki yıl yaz bursu alıyor. İkinci Londra ziyaretinde okuldaki derslere bir kez bile girmediğini de itiraf ediyor. Sene 1986 ve Londra tribe’larına ayrılmış hâlde; Gotikler, Teddy Boylar, New Romanticler… Hepsinin takıldığı mekânlar farklı ve hiç karışmıyorlar birbirlerine. O yıllarda Bauhaus, Sisters of Mercy, Siouxie and the Banshees’e gönlünü kaptıran Sander de kendi tribe’ını, gotikleri, burada keşfediyor. Tüm yazını bir kez bile okula uğramadan, squatlarda yaşayan yeni gotik arkadaşlarıyla geçiriyor: “Çok da iyi ettim bence. Zaten tekniğim oluşmuştu. Ben orada kimliğimi, duruşumu keşfettim. Efsanevi Batcave kulübü sık sık gittiğim bir yerdi. Ne kadar şanslıydım. Gender-bending yapıyordu herkes. Tüm hetero arkadaşlarım da stiletto PVC uzun botlar giyiyordu. Makyaj herkes içindi. Kim ne giyer, denen cinsiyet algısı silinmişti. Çok güzeldi…”

1985-1986 döneminde Londra’dan İstanbul’a kimliğini yaratarak dönüyor. Geyvan McMillen’ın grubuyla çalışmalar da Boğaziçi Üniversitesi’ndeki tiyatro salonuna taşınıyor. Mehmet Sander’in en başından beri her şeyi saklayıp belgelemesi ve neredeyse tüm gösterilerini kayıt altına alması çok değerli. SALT’taki bu sergiyi mümkün kılan da bu. Sohbetimiz için yanında getirdiği siyah dosyada da en eski gösterilerinin el yapımı flyer’larından fotoğraflarına, basında çıkmış küpürlere olağanüstü bir arşiv var. 1985 yılında Taksim Devlet Sahnesi’nde yaptıkları performansın programını çıkarıyor dosyadan ve elime iliştirdiğinde heyecanını paylaşıyorum: “Düşünebiliyor musun? Türkiye’de 1985’te bir modern dans grubu Frankie Goes to Hollywood eşliğinde gösteri yaptı!”

Aynı dönemde McMillen’a kanser teşhisi konuluyor ne yazık ki ve ameliyat olmaya ABD’ye giderken grubunu Sander’e emanet ediyor. “Geyvan ve Dansçıları” da böylece (gayrıresmi olarak) “Bolşoy Punk Balesi” topluluğuna dönüşüyor. Mehmet Sander’in zaten kurcalamakta olduğu sorular kafasında daha da belirginleşmeye başlıyor: Neden hemen hemen tüm çağdaş dans eserleri avangart müziklerle sergilenir? Neden Sex Pistols’la da dans edilmesin? Neden sahneye kendi müzikleriyle çıkmasın?

Levent isimli arkadaşıyla 2-3 pikap toparlayarak DAF, Velvet Underground, The Fall, Bauhaus, Siouxsie & The Banshees, Paul Anka ve Sex Pistols şarkılarından bir miks hazırlıyorlar ve Boğaziçi Üniversitesi’nde bu miksle sahneye çıktıkları bir gösteri yapıyorlar. “İstanbul’da pancake makyajıyla gezen belki de tek kişiydim ve bu gösteri çok mühimdi. Flyer’ını ben hazırladım. Sıfırdan ışık kurduk, hoparlör getirdik, her şeyi kendimiz yaptık. ‘Anarchy in the UK’ çalarken filan baya rock desibelindeydi ses, dans gösterisi gibi düşünme…”

İşte Boğaziçi’ndeki bu çağdaş dans gösterisinin bizzat Mehmet Sander tarafından hazırlanmış flyer’ı aşağıda. Flyer’daki çizimi, bir deha olarak tanımladığı Keith LeBlanc’ın ilk albüm kapağının fotokopisini çekerek üretmiş. O zamanlar bu tip hareketleri kontrol eden mekanizmalardan bihaber olunduğunu ve beğendiği bu kapaktan flyer’ı dürtüsel olarak yaptığını anlatıyor. Gösteriye isim belirlerken de “Neden bir The Smiths şarkısı olmasın ki?” diyor ve “What difference does it make?”i yapıştırıp yüzlerce bastırıyor.

Boğaziçi Üniversitesi Dans Kulübü, What difference does it make? gösterisi flyer görseli

İki gece kapalı gişe izlenen dans gösterisine gelmiş insanlara bugün hâlâ rastladığı oluyormuş. Henüz adı ortada olmasa da grupça do-it-yourself punk etiğini benimsedikleri bir dönemi yaşadıklarını anlatıyor. Kardeşinin pijama altı ve tişörtünün yanı sıra sahnede giydikleri kıyafetler arasında Sander’in AIDS’e bağlı kaybettiği biricik arkadaşlarından olan, modacı Arif İlhan’ın kendilerine hediye ettiği siyah tütü de yer alıyor. Sadece kıyafetler ya da afiş de değil; Boğaziçi’ndeki sahneye yolda buldukları üç kişilik koltuğu ve okuldan çaldıkları çöp tenekesini de taşıyorlar. Tüm planların merkez üssünün Sander’in simsiyaha bürünmüş yatak odası olduğunu anlıyoruz. Tavanından, yine Arif İlhan’ın verdiği siyah tüller sarkıyor. “Londra’da olsak ilginç olmayabilirdi tüm bunlar, ne olacak ki Mehmet gibi bir sürü insan vardır, denebilirdi. Ama burada yoktu öyle bir şey.”

Fotoğraf: Sevil Sert

“Annemin Handan Hayat marka eteği, altına siyah skinny trousers. Annemin rahmetli babasının bıraktığı smokin gömleği, smokin saten papyon, rugan ayakkabılar, gözüme çok az kalem… Dışarı çıkarkenki hazırlığım böyleydi.”

Kıyafetleri ve makyajıyla dışarıya çıkmanın ona herhangi bir korku yaşatıp yaşatmadığını sorduğumda o zaman bunu hiç düşünmediğini, sadece olduğu gibi hareket ettiğini söylüyor. Arif İlhan’ı sık sık özlemle anıyor bugünlerden bahsederken. Bu dönemi hep yan yana geçirmişler.

“İlhan’ı çok özlüyorum. İlhan dememeliyim aslında. Queen Victoria’ydı o. Queen Victoria muhteşem giyinirdi. Bir yerin kapısından girdi mi herkesi etkisi altına alırdı. Kraliçe Victoria’yla Taksim’e her çıkışımız Harbiye’deki Hilton’un ikonik barında başlardı, oradan rahmetli Ceylan Çaplı’nın sahibi olduğu gay bara ya da nereye gidersek giderdik.”

Queen Victoria’nın onu bir gün evine çağırdığında Grace Jones’un Night Clubbing albümünün çaldığını anımsarken aynı heyecanı yeniden yaşıyor ve “Bence bağlarımızı müzikle kuruyoruz işte” diyor, “Bizim için böyle giyinmek de çok doğal bir şeydi. Zaten benim kafamda her yerde fonda David Bowie çalıyordu. Çok insana gerek yok hayatta, seni anlayan bir dostun olsun, tamam, derim hep. O da Queen Victoria’ydı benim için.”

Levent’teki Airport isimli mekân da o günlerde açılmış. Popüler olan müziklerin çalındığı Airport’ta saat gece 3’ten sabah 5’e 6’ya kadar DJ’liği devralmak için bir anlaşma yapmış Mehmet Sander. Valizle taşıdığı albümlerini çalarken mekânda dinleyen kişi sayısı çok az olsa da harika bir ortam yakaladıklarını söylüyor: “Talking Heads çok ticari kaçıyordu getirdiğim müziklerin arasında, öyle diyeyim.”

Mehmet Sander ve arkadaşlarının dans performansı için sıradaki sahne, yine Levent’te açılan Planet isimli kulüp oluyor: “Bana bir gece verin, ekibimle gösteri yapmak istiyoruz dedim. Onlar da sadece Cumartesi gecesi saat 1:00’i verdiler. Kulüp senin, ne istersen yap, dediler. Zeynep [Günsür], Canan, Funda, Cemal ve ben… Yine müzik bakımından aynı doğrultuda bir gece yaptık ama bu sefer İtalyan sahne yerine mekânın dans pistinde oldu bu gösteri.” Arşiv dosyasından yine kendisinin tasarladığı ve o gece için binlerce bastırdığı, olağanüstü punk flyer’ı çıkarıyor. Fotoğrafta Mehmet Sander 19 yaşında. Geyvan’ın o dönem bir reklam şirketi sahibi olan eşi Paul McMillen çekmiş. Gecenin adı ise Sex Pistols’un aynı isimli şarkısından hareketle: No fun.

15 Ocak 1987, Planet “No Fun” performansı flyer görseli

Planet’taki bu gösteriye kimler gitmişti? Dans gösterisinin mi peşindeydiler? Çalınan müziklerin peşinde olan bir kitlenin olup olmadığı da merak uyandırıcı. Gecenin ortamını biraz solumamızı sağlıyor Mehmet Sander.

“Dekor demek istemem ama yuvarlak bir dans pisti düşün. Bir buzdolabı var. Nereden taşıdığımızı hatırlamıyorum. Tek kişilik bir kadife koltuk, mobilyalar, abajur… Müzik olarak Nina Hagen, The Clash, D.A.F., Siouxsie and the Banshees kullandık. Annemle babam da oradaydı. Tabii ki herkes sigara içebiliyordu. O kadar kalabalıktı ki herkes yerde oturdu. Desibelin kulüp seviyesinde olduğunu hayal et. İstanbul’da o dönem böyle bir şey oldu. O zaman bir scene yaratayım diye bir amacım yoktu benim.”

15 Ocak 1987, Planet “No Fun” performansından bir fotoğraf

Aynı yıllardan bir performansı daha anmak gerek. İzzet Öz, Türkiye’de ikinci televizyon kanalının açılışından hemen önce, TRT’de hazırladığı Süpervizyon programı için Geyvan McMillen’a “Funda, Çiğdem, Mehmet gibi harika dansçıların var, onlarla bir klip yap.” diyor. Telefondan Paul McMillan’ın çektiği fotoğrafların montajıyla başlayan yanar döner klibi izlerken Sander, makyajlarını o zaman 14 yaşında olan kardeşi Seher’in yaptığını söylüyor ve bu tarzın özel hayatındaki giyim tarzı olduğunu vurguluyor: “Yani marjinal denmez de ne denir?” “İkonik.” diye yanıtlıyorum. İşte İzzet Öz’ün sunumuyla “üç genç dansçı: Mehmet, Funda ve Çiğdem, sizlerle.”

Manifestosunu yazma sürecini biraz detaylandırmasını istiyorum.

“Birikimim olmasaydı çok radikal bir şey yapamazdım diye düşünüyorum. Sev ya da sevme, teknik önemli. 18-19-20 yaşlarımda anlamlandıramadığım birçok şey vardı. Mesela insanlar neden hiç gösteri mekânını sorgulamıyordu? Neden İtalyan sahneyi gösteri alanı olarak farz ediyorlardı? Hız dediğimiz şey ne kadar ya da kime göre hızlıydı? Ekstra hıza çıksak ne olurdu? Neye şiddetli, neye zarif diyoruz? Niye dansta cinsiyet var? Utanç verici olsa da bence hâlâ çağdaş dans en cinsiyetçi alanlardan biri. Örneğin kadınlara göre koreografi yapılıyor. Yani manifestoyu yazmadan evvel de hep bunlar vardı aklımda.”

Mehmet Sander, Merce Cunningham’ı Açık Hava sahnesinde gördüğü anda “Amerika” diye çizmiş yolunu kafasında ve Long Beach Üniversitesindeki dans programına erişme şansı elde etmiş: “Bir baktım fakültenin başında 60’lı yıllarda Cunningham’ın baş dansçısı olan Jeff Slayton var. Muhteşem ve çok da sert bir hocaydı. Teknik eğitimim orada devam etti. Çok harika ve burs imkânı çok iyi olan bir fakülteydi. Eyaletlerarası dans yarışmaları olurdu. Seçmelerde benim yaptığım dans birçok kez okulu temsil etmek için seçildi. Öğrenci gösterileri dans stüdyosunda olurdu. Onlar için hep ful prodüksiyon yaptım, onlara deneyim olarak bakardım hep. 1989’da yaptığım ‘Alchemy and Overdose’ adlı eser de seçilip birinci oldu ve bana burs kazandırdı. Müziklerde Einstürzende Neubautenn ve Bauhaus kullanmıştık strobe light eşliğinde. Hastaneden aldığım bir tekerlekli iskemle kullandım. Geriye baktığımda o eserde yer çekimini, düşmeyi keşfimi, o evrilmeyi hissedebiliyorum.”

Sander’in 1989’da dans alanında sorgulamaya başladığı en önemli meselelerden oluyor yer çekimi. Sahiden de gözümüzü kapayıp kafamızda bir dans temsili canlandıralım desek, dansın hep izleyiciye yer çekimi yokmuşçasına bir his yaşatmaya çalıştığını fark edebiliriz. Herkesin ağırlığının hiçe sayıldığı, tüy gibi olmanın makbul sayıldığı bu düzen Sander’e seyirciyi kandırmak gibi gelmeye başlıyor.

Üniversitelerarası yarışmalardaki anılarını anlatmaya devam ederken HIV salgını ile AIDS’e bağlı ölümlerin patladığı bu günlerin ABD’deki homofobiyi ve sansürü körükleyişine nasıl yakından tanıklık ettiğini paylaşıyor. Meşhur fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe’un AIDS’e bağlı komplikasyonlar nedeniyle hayatını kaybettiği 1989 yılında Washington DC’deki bir müzede düzenlenen retrospektif sergisi için National Endowment for the Arts’ın fonu kestiğini ve tüm serginin iptal edildiğini anlatıyor: “Bu kadar büyük bir fotoğrafçının sergisinin yasaklanabilmesi bana çok dokunmuştu.” Tepkisini o dönem katıldığı üniversitelerarası yarışmada eserini sunmasının ardından bir saniye içinde çırılçıplak soyunarak ve “Stop censorship, stop NEA!” (Sansürü durdurun, NEA’yı durdurun!) diye bağırarak gösteriyor. Ona Harvard Üniversitesi’nde yaz bursu kazandıran seçme bu. Manifestosunu da 1990 yazında Harvard’da yazıyor.

Mehmet Sander’in idealizmini, o dönem HIVfobi ve homofobiye karşı yürüttüğü aktivizmde de takip etmek mümkün. Ama aynı idealizm, aktivizm dahil her şeyden istikrarlı bir şekilde arındırmayı tercih ettiği eserlerine de gücünü veren şey: “İnsanlar benim hikâyemi zaten biliyorlar. Orada bitiyor işimiz. Bana çok kendine düşkün, kendini çok önemseyen, çok pohpohlayan bir şey gibi geliyor. Hep kaçındım ondan. Benim tek ilgilendiğim, yer çekimi kuvvetlerini kullanarak farklı düşme biçimlerini keşfetmekti.” Koluna yaptırdığı Newton’un Hareket Yasası dövmesini gösteriyor.

Long Beach’e döndüğünde kendi grubunu toplama zamanının geldiğinin de farkında. İlk grup üyeleri olarak beraber dans bölümünde okuduğu arkadaşları Alan Panowich, Lucy Aquino, Lien Lacazotti ile bir araya geliyor. Kampüsteki tenteyi bu dans grubunun merkezi hâline getiriyor. İlk hazırladığı eser “Action/Life” (Aksiyon/Yaşam). Koli bandıyla 3 metrekare olarak sınırladığı alanı her bir dansçı için dört kareye ayırdığı geometri ağırlıklı bir eser.

Mehmet Sander’in kurduğu dans grubunun bir özelliği de tüm setleri kendilerinin inşa etmesi ve oradan oraya taşımaları. Bunu aynı zamanda bir inşaatçı olan dansçı Alan Panowich’e borçlular. İlk gösterilerini California’da yeni açılan bir cafe-restoranda, duvardan duvara göz hizasında bir platform kurarak yapıyorlar. Mehmet Sander için ilk performansı tüm iskemleleri ve mutfak ekipmanlarını içeri taşıyarak böylesi bir mekânda yapmak bir hayli önemli, “Tamamen kendimi ayırmış oldum böylece çağdaş dans ortamından.” diyor.

Mehmet Sander’in geleneksel dans pratiğinden ayrıksı duruşunu şekillendirirken temel aldığı bir diğer problem de “zaman” oluyor. İnsanların bir gösteride odaklı kalma sürelerinin dakikalarla sınırlı olduğunu düşünüyor. En kısa eseri 1 dakika 10 saniye, en uzunuysa 9 dakika. Çünkü “Bir eser ne kadar uzarsa o kadar sanatsaldır” inanışına tamamen karşı.

Single Space
Controlled Space / Infinite Space

Aksiyon onun için ayaklar yerden kesilince başlıyor. Zaten ayak tabanı üzerinde yaşadığımız için, eserlerinde ayak tabanı kullanmayan hareket sistemleri yaratmaya odaklanıyor. Bu sistemleri yaratırken de laboratuvar gibi çalışıyor: “Hani çok brutal düşüyoruz ya biz, mesela tek bir düşmeyi denememiz saatler sürüyordu. Havadayken o kadar çok etmen devreye giriyor ki; düz mü çarpıyorsun, havada yarım dönüp ters mi çarpıyorsun, çarpma hızın ne…”

Her şey kampüsteki tentede şekilleniyor, repertuvar git gide genişliyor ve Mehmet Sander her şeyin kaydını tutarak bu kayıtları postayla venülere yolluyor. İsimlerini duyurmaya bu sayede başlıyorlar ve Highways adlı mekânın programına girmeleriyle California içinde başka yerlerdeki gösterilere sıra geliyor.

1992 itibariyle basında övgüler dizilmeye başlıyor. İlk yazı Los Angeles Times’da çıkıyor. Ardından Billboard, Vanity Fair geliyor. Sander’in sürece yaklaşımı oldukça pragmatik; çıkan yazıları çoğaltıp, gruba para bulma amaçlı oraya buraya yollamak. Elindeki arşiv dosyasından eski küpürlere göz gezdiriyoruz. Advocate dergisinin attığı “Kamikaze Koreograf” başlığı hakkında ne düşündüğünü sorduğumda, “Güzel iltifat, seviyorum. ‘Dansın Terörü’ de vardı aynı şekilde. Ama ‘Long Beach’in Sultanı’ tanımına karşı pek aynı hislerde değilim tahmin edeceğin üzere…” diyor. Röportajdaki şu demeç her şeyi çok iyi anlatıyor: “Ben sadece işime odaklanmak istiyorum, gay discolarda dans edeyim diye gelmedim Los Angeles’a.”

Fotoğraf: Eika Aoshima (Vanity Fair)

Turne planları başlıyor ve Long Beach şehir belediyesi arka arkaya fon vermesiyle kendilerine ait bir stüdyoları oluyor. “Ben her zaman en yakın arkadaşlarımla çalıştım, hiçbir zaman insanları işe almadım,” derken aralarındaki iş bölümünü ve pratiklerini de özetliyor, “Birimiz taytları yıkıyor, birimiz katiplik yapıyor, birimiz fon yazıyorduk. Alan’ın inşaat kamyonuna setlerimizi halatla bağlayarak San Francisco’ya, San Diego’ya gittik. Seyirci sayısı artıkça imkânlarımız da artmaya başladı.”

1993’te kendi turne menajerleri ve temsilcilerine sahip oluyorlar. Avrupa ile İngiltere’deki sahnelere kapalı gişe bir gösteriyle adım atıyorlar. Mehmet Sander ve topluluğu, kariyerleri süresince Hollanda Dans Festivali, Avrupa’da Yeni Hareketler Festivali (İskoçya), ICA Canlı Sanata Ulusal Bakış (İngiltere), Belçika’da Antwerp ve Klapstuk festivalleri, Münih Dans Festivali (Almanya), Szene Festival Salzburg (Avusturya), Belluard Bollwerk Uluslararası Festivali (İsviçre), Transform Kopenhag (Danimarka), İstanbul Müzik Festivali (Türkiye), Festival International de Danca (Brezilya) gibi birçok prestijli etkinliğe katılıyor. Sander’in “Inner Space” (İç Mekân) adlı eserini Joffrey Bale topluluğunun kurucusu Gerald Alpino 1993’te gördüğünde, “Satma, benim o,” diyor. Joffrey Bale topluluğunun bu işi Kennedy Center ve Smithsonian Enstitüsü gibi sahnelerde sergilemesi, hayatını değiştirecek türden güçlü bir tatmin duygusu yaşatıyor Sander’e.

Mehmet Sander’in grubu 1992 itibariyle İstanbul’da bir performans yapmaya da can atıyor ama ulaşım gibi masraflarını bir süre karşılatamıyorlar. Ancak 1996 yılında ve ironik bir şekilde İstanbul Müzik Festival kapsamında 9 Temmuz tarihinde, eski AKM’de sahne alıyor Mehmet Sander ve grubu. Birkaç saat içinde tüm biletlerin tükenmesiyle ertesi güne bir kapalı gişe gösteri daha ekleniyor. Unutulmaz bir deneyim olarak hem onun hem izleyenlerin hafızasında.

AKM gösterisinden, Fotoğraf: Muammer Yanmaz
AKM gösterisinden, Fotoğraf: Muammer Yanmaz

Mehmet Sander ve topluluğunun bu 10 yılı aşkın süreçteki pratiğindeki belki de en önemli dürtü, risk alma motivasyonu. “Ben kimseye zorla risk almayı sevdiremem, insanların ya gözü kara oluyor ya da olmuyor.” diyor Sander o dönemki tüm gösterilerin kaza bilançosunu verirken: “Dört kaburga çatladı, Lucy’nin bir kez kolu çıktı, bana dikiş atıldı, AKM’deki gösteride Bullet Girl / Kurşun Kız lakaplı Diane Shigekawa’nın dört kaburgası kırıldı. Hepimiz doğuştan gözü kara, risk almaya meyilli insanlardık.”

Joffrey Bale topluluğunun eserini sergilemesini kariyerinin zirvesi olarak tanımlıyor. Bir de SALT’ta seneler sonra açılan bu sergiyi. Sergi açıldığından bu yana mümkün olduğunca orada vakit geçiriyor, gelenleri ağırlıyor. Dans dünyasıyla değil de, dans dünyası dışından insanların bağlantı kurabilmesiyle özellikle ilgileniyor. Söyleşiden sonra aşağıdaki sergi salonunda video işlerini beraber izlerken heyecanla kendinden değil, sadece beraber dans ettiği arkadaşlarının olağanüstü yeteneklerinden bahsediyor. Kendisiyle ilgili övünmekte haklı olduğu bir özelliği, ilk sahneye çıktığından itibaren bunu hep kolektif bir heyecan olarak yaşaması ve dansçı arkadaşlarını da kendi koreografilerini yapmaya teşvik etmesi.

Mehmet Sander, The Pop Group’un solisti Mark Stewart ile birlikte, Fotoğraf: Shirin Koohyar

Mehmet Sander’in insanlara pek çok açıdan rahatlarını sorgulatan üretimleri yolculuklarına devam ediyor, edecek. Örneğin “Obtuse Space” adlı eseri yolculuğuna başladıktan seneler sonra, 2018’de, kendine yakışan bir müzikle eşleşerek bir müzik klibi formunda karşımıza çıkmıştı. The Pop Group’un kurucusu ve solisti Mark Stewart ile 2012’de tanışıyor ve çok yakın dost oluyor Sander. Mute Records, Stewart’ın 1983 tarihli ilk solo albümü Learning to Cope with Cowardice’i yeniden yayımlarken “Liberty City” şarkısının klibi Sander’in işinden görüntülerle hazırlanıyor.

İşinin bir müzik klibinin konusu olmasına karar verirken zorlanıp zorlanmadığını sorduğumda, “Mark Stewart doğru kişi olduğu için hiç zorlanmadım” diyor ve ekliyor, “The Pop Group çok şeyi değiştirmiş bir grup. Onlara yeterince yer vermedi müzik basını ama ilk albümleri olmasaydı post punk da olmazdı.” Aslında daha soruyu sormayı bitirmeden cevabını zaten bildiğimi hissediyorum. Herhangi bir karar alırken zorlanmış bir figürden ziyade, bildiğini okumuş ve başının dikine gitmiş bir figür olarak karşımda oturuyor çünkü. Genel anlamda kim ne der diye düşünmeye ne ilgisi ne de vakti olmuş. 

* Mehmet Sander’in işlerini Sahnede 90’lar sergisi kapsamında SALT Galata’da 12 Şubat’a kadar görebilirsiniz.

Fotoğraf: Eika Aoshima (Vanity Fair)