Duvarların ötesine: Mete Gümürhan, Beraber’i anlatıyor
Röportaj: Dila Senem Haznedar
66. Berlin Film Festivali’nden Mansiyon ödüllü Genç Pehlivanlar belgeseliyle tanıdığımız Mete Gümürhan’ın senaryosunu Chris Westendorp’un yazdığı yeni filmi Beraber; dünya prömiyerini 29. Saraybosna, Türkiye prömiyerini ise 43. İstanbul Film Festivali’nde yapmasının ardından vizyona girdi.
Bir tersine göç hikâyesiyle başlayan film, yakın zamanda annesini kaybeden ve babasının kararıyla Rotterdam’dan İstanbul’a taşınmak zorunda kalan 14 yaşındaki Zeki’yi takip ediyor. Free run’a (serbest koşu) meraklı olan Zeki, sıkışıp kaldığı lüks siteden kaçarak bitişik mahallenin çocuklarıyla tanışıyor ve kendini tehlikeli olduğu kadar eğlenceli bir maceranın içinde buluyor. Henüz ilk sinema filminde başrolde yer alan Alihan Şahin’e; Hayat Van Eck (Daha), Mina Demirtaş (Kızıl Goncalar), Lorin Merhart (Suçlular), Eylül Ersöz (Kurak Günler), Melek Öden, Kıvanç Emür’ün yanı sıra Sinan Eroğlu ve Elit Andaç Çam eşlik ediyor.
Sorularımızı yanıtlayan Mete Gümürhan’la konu başlıklarımız arasında; göç ve aidiyet dinamiklerine yaklaşımı, free run sporunun düşündürdükleri, genç oyuncularla çalışma deneyimi ve daha fazlası yer alıyor.
“Pek çok film fiziksel teması saldırganlık ve şiddete indirgese de ben bunu daha çok şefkat ve merhamet gibi hisleri seyirciye verecek şekilde kullanmaya çalışıyorum.”
En çok dikkatimi çeken noktalardan biriyle başlamak istiyorum: Erkek karakterler arasındaki bağlar. Filmde özellikle erkeklerin dostlukları, onların büyüme yolculuklarında önemli bir geçit. Birbirlerini sevdiklerini söylemekten, yakınlıklarını fiziksel veya duygusal temasla hissettirmekten çekinmiyorlar. Aralarındaki bağları açıkça ifade etmeleri senin için neden önemliydi?
Bir insanın basit bir dokunuşu; teselli, empati, rahatlık, sevgi, şefkat ve üzüntü gibi duyguların tamamını ifade edebilir. Yıllar önce bir psikoloğun dokunmanın veya ten tene temasın önemine dair bir makalesini okumuştum; bunun zihinsel sağlık ve genel ruh hâli üzerinde büyük bir etkisi olabileceğini söylüyordu. Bu fikir hep aklımda kaldı. Garip bir şekilde, birçok baba ya da genel olarak erkekler, bu tür davranışları bir tür zayıflık olarak görüyor. Acaba bu, kendilerine yanlış rol modelleri seçmeleriyle ilgili olabilir mi? Evde, sokakta, televizyonda ya da sinemada görüp etkilendikleri yanlış rol modelleriyle? Pek çok film fiziksel teması saldırganlık ve şiddete indirgese de ben bunu daha çok şefkat ve merhamet gibi hisleri seyirciye verecek şekilde kullanmaya çalışıyorum. İster fiziksel, ister duygusal anlamda olsun; dokunmanın, temasın sizi daha az erkek ya da maço yapmayacağını ve bunun tamamen normal olduğunu göstermeye çalışıyorum.
Filmin henüz başında mekân, Rotterdam’dan İstanbul’a taşınıyor ve böylece kimlik ve aidiyet temalarının şekillendirdiği bir göçmen öyküsü izliyoruz. Neden bir “tersine göç” öyküsü anlatmayı tercih ettin?
Önceki filmim Genç Pehlivanlar’ın çekimlerinden sonra Hollanda’ya döndüğümde, bir gazetede, farklı kökenlere sahip ikinci ve üçüncü nesil göçmenlerin daha fazla saygı görme, ün ve başarı arayışı için ebeveynlerinin vatanına geri döndüklerini anlatan bir makale okudum. Bu makale sonrası araştırmaya başladım ve örneğin Azra Akın (model/oyuncu), Ahmet Polat (fotoğrafçı) ve Önder Doğan (namıdiğer Murda, rapçi) gibi isimlerin Hollanda’da doğup büyümelerine rağmen kariyerlerine Türkiye’de devam etmeyi seçtiklerini öğrendim. Bunlar tanınmış birkaç örnek belki ama Hollanda’da doğup büyümüş birinin kendini aynı beceri, eğitim veya yeteneğe sahip olduğu Hollandalılarla eşdeğer görmemesinin; hayallerini gerçekleştirmek veya daha iyi bir hayata sahip olmak için her şeyi bırakıp köklerinin olduğu ülkeye dönmesinin ne kadar çarpıcı olduğunu fark ettim. Sonra aynaya baktım ve aslında bunun benim de başıma geldiğini gördüm. Hollanda’da doğup büyümüş, eğitim almış bir sinemacı olarak orada televizyon ve sinema sektöründe 15 yılı aşkın süredir çalıştıktan sonra ilk kurmaca filmimi yapma yolculuğum, Türkiye’de Kültür Bakanlığı’ndan aldığım destekle başladı.
Kendi göçmenlik hikâyenin, Türkiye ile Hollanda’ya dair deneyimlerinin filme ne ölçüde sirayet ettiğini düşünüyorsun? Beraber’i hangi açılardan etkilediler sence?
Buna bir önceki soruda da biraz değinmiştim. Rotterdam’da, Türk bir ailenin çocuğu olarak doğup büyüdüm. Dedem ve anneannem yıllar önce Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmiş ve Keşan’a yerleşmiş. Görünen o ki göç etmek bizim DNA’mızda var. 🙂 Sanırım onların hikâyeleri bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde beni etkiledi. Bununla birlikte, Beraber için en büyük ilham kaynakları Rotterdam ve İstanbul’un coğrafi benzerlikleri, Genç Pehlivanlar’ın çekimleri için İstanbul’a geldiğimde yaşadığım kültür şoku ve en önemlisi, o filmin çekimleri sırasında bir süre İstanbul’da lüks bir site içinde konaklamak zorunda kalmam oldu. Bu şehir, çocukluğumda yaz tatillerinde ailemle ziyaret ettiğimiz küçük kasabalardan tamamen farklıydı. Üstelik Hollanda’da veya Türkiye’deki küçük yazlık kasabalardaki tatillerde hiç görmediğim bir ihtişam ve abartılı lüksle karşılaştım. Ancak bu, kitabın sadece kapağıydı; içeriği değildi. İstanbul’da daha uzun süre kaldıkça ve insanlarla konuşmaya başladıkça, bu mega kentte yaşamanın zorluklarını -trafik, geçim ve barınma sorunları, izolasyon, sağlık ve eğitime erişim ile diğer sosyal meseleler- anlamaya başladım. İşte Beraber’in fikri, bu tür gözlemlerin birikmesiyle oluştu.
Filmde çocukların dünyası, büyüklerin dünyasından belirgin bir şekilde ayrılıyor; güvenlik kapıları ve dikenli tellerle âdeta kesiliyor. Ebeveynlerinin sosyoekonomik farklarına rağmen, çocukların kurabildiği yakınlıkların gücüne ilişkin bir anlatıya dair motivasyonların nelerdi?
Artık yetişkin olsam da içimde hâlâ bir çocuk var sanırım ya da gerçeklerin öyle olmadığını bilsem de dünyaya hâlâ bir çocuğun gözünden bakmaya çalışıyorum diyeyim. Günün sonunda hepimiz sürekli bir değişim içindeyiz; hayatımızın her aşamasında farklı ruh hallerinde, farklı evrelerde, farklı duygular içindeyiz; finansal ya da duygusal kaygılarımız bile günden güne değişebiliyor. Çocukların saf ve masum dünyasını seviyorum ve onları yetişkinlerin dünyasından kopararak, sınıf ayrımı, ego gibi yetişkinlerin yüklerinden etkilenmeden kendi karmaşık duygusal meselelerini yaşamalarına olanak tanımak istiyorum.
“Bence herkesin bir sokakla ya da bir şehirle kurduğu ilişki farklı; bu, çevrenizdekileri nasıl görmek veya yorumlamak istediğinize bağlı.”
Mahalle ve erkeklik kavramları üzerine düşündüğün, karakterler arası ilişkileri tasarlarken bahsi geçen kavramlara dair çatışmaları öne çıkardığın belli oluyor. İlk filmin Genç Pehlivan’ın da erkeklik hâlleri üzerine olduğunu göz önüne aldığımızda, üretim yolculuğunun başından bu yana, bu çatışmalara nasıl yaklaşıyorsun?
Hayatın siyah-beyaz aktığını düşünmüyorum. Daha çok, süreklilik gösteren bir gri alan içinde ilerliyor. En azından benim dünyamda ya da algımda böyle. Kendi ilişkilerinize, arkadaşlarınıza, topluluğunuza ya da çevrenize bakın. Hayat, futbol takımlarından siyasi partilere, iyimser olmaktan karamsar olmaya çeşit çeşit zıtlıkla dolu. Bir şekilde zıt kutuplar birbirini çekiyor, çatışmalar varoluşun vazgeçilmez bir parçası oluyor. Sinemada ya da herhangi bir sanat dalında, gri alanın bir seçenek olabilmesi için çatışan zıt tarafları, siyah ve beyazı anlatmanız veya göstermeniz gerekiyor.
Baş karakterin, free run gibi çeviklik ve hız gerektiren bir sporla ilgilenmesi özel bir seçim. Bu tercihte sana ilham veren ne oldu? Bir şehre veya mekâna aidiyet geliştirmeye dair, sokakla ve kamusalla kurulan ilişkiye dair bir önermede bulunuyorsun sanki.
Öncelikle, “free run” özgürlük anlamına geliyor; ardından korkularla yüzleşmek veya onları kabullenmek ve son olarak, bulunduğunuz ortamla bir bütün olmak. Parkur araştırmalarım sırasında görüştüğüm farklı free run antrenörlerinden duyduğum bu tür tespitlere kendi yorumumu kattım ve hikâyeye dâhil ettim.
Bir kuş gibi kafese kapatılmış bir gençseniz, şehrin uzaktan duyduğunuz sesleri, sizin için daha da baştan çıkarıcı ve gizemli bir hâle gelir. Özellikle doğup büyüdüğünüz yerden koparılmışsanız ve yeni geldiğiniz şehri sadece pencereden ya da çatıya çıkarak görebiliyorsanız. Merak edersiniz ve keşfetmek istersiniz. Free run, Zeki’ye bu hapis hissinden kaçma imkânı veriyor ve şehri kendi kurallarıyla deneyimlemesinin önünü açıyor. Kamusal alana, sokağa dokunması, farklı yüzeylerle temas ederek yaptığı free run denemeleri, hem yeni çevresiyle hem de yeni şehriyle bir aidiyet ilişkisi geliştirmesini sağlıyor. Zaten bunlar olmadan becerilerini gösterebilmesi, kendini ifade edebilmesi de mümkün değil. Bence herkesin bir sokakla ya da bir şehirle kurduğu ilişki farklı; bu, çevrenizdekileri nasıl görmek veya yorumlamak istediğinize bağlı.
Hem oldukça genç hem de dikkat çeken performanslar ortaya koyan bir oyuncu kadrosu var Beraber’in. Bu genç yetenekleri seçmek, aralarında bir bağ yaratmak ve onlarla birlikte çalışmak nasıl bir tecrübeydi?
Hayat van Eck’i (Kemal), Daha filminde izlediğimden beri Zeki rolü için aklımdaydı. Ancak onu beğendiğim dönemde filmin bütçesini tamamlayamadık ve filmin yapım modelini değiştirip yeniden finanse etmemiz birkaç yıl sürdü. Bu süreçte Hayat daha da olgunlaştı ve neyse ki tam da aklımdaki Kemal karakterine uygun birine dönüştü.
Alihan Şahin’i (Zeki) Rotterdam’daki bir free run akademisinde gerçekleştirdiğimiz casting sürecinde yüzlerce çocuk arasından seçtim. Mina Demirtaş (Azra) ve Eylül Ersöz (Çakal) ise cast direktörümüz Ezgi Baltaş’la İstanbul’da gerçekleştirdiğimiz oyuncu seçme sürecinde projeye dâhil oldular. Eylül, Mina’nın oynadığı Azra rolü için gelmişti ancak onu çetenin Çakal’ı olmasının daha iyi sonuç vereceğini düşündüm. Melek Öden de aynı şekilde Mamut rolüyle ekibe dâhil oldu. Ancak Mina ve Melek’i seçmeden önce, Lorin Merhart’ın (Cihan) da dâhil olduğu, farklı genç oyuncu gruplarıyla birkaç atölye çalışması yaptım ve bu üç isimle birlikte, Kıvanç Emür (Hippo) de bu çalışmalarda diğerlerinin arasından sıyrıldı.
Daha önce farklı projelerde genç oyuncularla çalışmıştım ve onların konsantrasyonları, egosuz olmaları, yeni şeyler denemeye açık hâlleri beni hep etkiledi. Ancak başlangıçta, yeni tanışan genç oyuncular arasında arkadaşlık bağlarının ne kadar hızlı oluşacağı konusunda endişeliydim. Bu nedenle tüm hazırlık sürecine onları dâhil etmeye çalıştım. Örneğin, Lorin ve Hayat’ın ehliyeti olmasına rağmen, film için motosiklet dersleri aldılar ve yankesicilik sahnelerinin mizanseni için dublör koordinatörüyle yaptığımız eğitim çalışmalarına katıldılar. Kostüm provaları ve kamera testlerinde tüm oyuncuları bir araya getirerek birlikte vakit geçirmelerini sağladım. Ancak bu konudaki endişem tamamen yersizmiş; aralarındaki bağlar, başta biraz yönlendirmiş olsam da son derece organik bir şekilde ve oldukça hızlı oluştu. Bana beklediğimden fazlasını sundular ve belki henüz çok ünlü olmamaları sayesinde, filme her şeylerini verdiler. Onlarla tanışıp çalışmak harika bir deneyim ve büyük bir onurdu benim için.
Gelecekteki projelerin hakkında ne gibi ipuçları verebilirsin?
Maalesef projelerim hakkında şu anda detaylı bir şeyler paylaşmam çok zor. Şunu söyleyebilirim: Geliştirme aşamasında olan iki farklı projem var ve biri Türkiye’de Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nden, diğeri de Hollanda Film Fonu’ndan senaryo ve proje geliştirme desteği aldılar. Şu aşamada şöyle minik ipuçları verebilirim: Biri, gelecekte geçen modern bir Sineklerin Tanrısı hikâyesi, diğeri ise modern bir Bonnie ve Clyde hikâyesi olacak.