Bu dava hepimizin!: Mon Crime

Yazı: Zelal Buldan

Fransız yönetmen François Ozon’un yeni filmi Mon Crime ile 42. İstanbul Film Festivali’nde buluştuk. Yönetmenin “kız kardeşlerin zaferi hakkında” diye tanımladığı filmin başrollerinde Nadia Tereszkiewicz ile Rebecca Marder’ı izliyoruz. Filmin oyuncu kadrosundaki en büyük sürpriz ise yönetmenin daha önce 8 Femmes filminde de birlikte çalıştığı ünlü oyuncu Isabelle Huppert. Böylece ikili 21 yıl aradan sonra bir araya gelmiş oluyor.

Bu yazının Mon Crime filmi henüz izlememiş olanlar için sürprizleri bozabileceğini belirtelim ve bir de iyi haber verelim: Filmi 5 Mayıs’tan itibaren sinemalarda izlemek mümkün.

Zaman dilimi ve mekân

Bir cinayetin tam ortasına 1930’lara, Fransa’ya gidiyoruz.

Konu nedir? 

Ödemekte zorlandığı ev kirası, ilişkilerinin nereye gittiğinden emin olmadığı nişanlısı, basamaklarını tırmanamadığı oyunculuk kariyeri ile Madeleine’in mutsuz yaşamının tam ortasında buluyoruz kendimizi. Başarısızlıkta ondan eksik kalır yanı olmayan ev arkadaşı Pauline’in de tam yanımızda beliriyor. Bu düzenin değişmesi için ise çok uzak zamanlara gitmeye gerek yok.

Madeleine iş görüşmesi yapmak üzere ünlü bir yapımcı ile görüşmeye gidiyor. Yapımcı, görüşmeden bir saat sonra ölü bulunuyor. Madeleine, Pauline’in de yardımıyla kendine ait olmayan suçu üstlenmeye ve bu şekilde ün kazanmaya karar verince değişimin adım adım tanığı oluyoruz.

Karakterlere dair

Madeleine hayatta istediği hiçbir şeyi elde edememiştir. Küçücük evinde, ısınmak için birlikte yattığı arkadaşı Pauline ile yaşar. Tek bir isteği vardır ve bu isteğin bütün sorunlarını çözeceğine inanır: Ünlü bir oyuncu olmak! 

Bu hayaller ile gittiği iş görüşmesinden taciz edilerek döner. Taciz edildiği adam öldürülünce, onu son gören kişi olarak cinayet ile suçlanır. Bu olaylar onu iyice dibe çekebilecek güçte hayatına giriş yapınca kafasına silah dayar. “Hadi!” der, yakın arkadaşı Pauline’e. “Kendimizi öldürelim ve kurtulalım!”

Pauline ise Madeleine’e kıyasla daha farklı bakar dünyaya. Arkadaşını taciz eden adamın ölü bulunmasını “Tanrı senin yanında.” diye yorumlar. Bu duygular ile indirir silahı arkadaşının kafasından…

İki arkadaş o kadar birlikte hareket eder ki Madeleine’in başına ne gelirse Pauline’in de başına gelmiş gibi hissediyoruz. Pauline hakkında çok fazla şey bilmiyoruz; fakat bir süre sonra bütün kararları veren kişi o olunca bu ikiliyi birbirinden ayrı düşünemez oluyoruz. Bu durum, ikili arasındaki dayanışma duygusunu daha yoğun hissetmemize sebep.

İşlemediği cinayeti üstlenen Madeleine’in yavaş yavaş şöhreti yakalayışını izlerken bu iki arkadaşın yanında yürümek istememiz de kaçınılmaz. Bunca yıldır sömürüldükleri her şeyden ve herkesten hesap soruyorlar. Davanın her aşamasında ‘diğer’ kız kardeşlerine, bizlere selam göndermeyi de ihmal etmiyorlar:

“Saygın jüri üyeleri, yani erkekler, sadece erkekler… Kaderimi belirleyecek olan erkekler! Kız kardeşlerinize sesleniyorum. Bu dava hepimizin!”

En çok nesini sevdin?

Madeleine’in asla elde edemediği ün ve şöhreti, işlemediği bir cinayetin faili rolünü üstlenerek kazanmaya çalışması… Oldukça ilgi çekici olan bu motivasyon ile mizahın buluşması ve biraz klişe bir tabir ile güldürürken düşündürmesi…

Ne hissettirdi?

Bazı filmleri izlemek, çok yakın arkadaşımla buluşmak gibi hissettiriyor bana. Belki yeni bir hikâye duymayız birbirimizden ama aynı konuları bambaşka taraflarıyla anlatırız. En ciddi konuları bile gülerek konuşabiliriz birbirimizle, sessizlikler bile rahatsız etmez. İşte Mon Crime tam da en yakın arkadaş ile buluşmak gibi.

Karşımda François Ozon. Bildiğim bir konunun farklı anlatımı. Komedi iliştirilmiş politik mesajlar.
Rahatsız etmeyen sessizlik. 
Ve sessizliği bozan bir ses:
“Bu dava hepimizin!”