Yıllar, şehirler, evrimler: One Day

Yazı: Olcay Özer

2018 yapımı uzun metraj Wild Rose ve 2020 yapımı mini seri The Nest’in senaristi Nicole Taylor’ın Netflix’te yayımlanan son işi One Day, yılın hakkında konuşturan dizilerinden. Başrollerinde The White Lotus ile tanıdığımız Leo Woodall ve I Hate Suzie ile anımsayabileceğniz Ambika Mod var.

*Bu yazı, henüz One Day dizisini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân 

1988-2007 yılları arasında geçen, Edinburgh’da başlayıp Edinburgh’da biten bir hikâye. 

Konu nedir? 

David Nicholls’un aynı isimli 2009 tarihli çok satan romanından uyarlanan One Day, Emma (Ambika Mod) ve Dexter’ın (Leo Woodall) 20 yıl boyunca ilişkilerinin karmaşıklığını dokunaklı ve düşündürücü bir şekilde ele alıyor. 

Emma ve Dexter’ın hikâyesi 15 Temmuz 1988’de üniversite mezuniyet partisinde başlıyor ve her yıl aynı günde, 15 Temmuz’da izleyiciyi hem karakterlerin evrimine hem de birbirleri üzerindeki etkilerine ortak ediyor. 

Farklılıklara rağmen beklenmedik bir bağ kuran Emma ve Dexter, geçirdikleri ilk gecenin ve günün ardından kendi yollarına gider ve arkadaş kalmaya karar verirler. Bu noktadan sonra anlatı, her yıl aynı günde, Emma ve Dexter’ın hayatlarındaki kendileri, birbirleri ve ilişkileri için önemli anları yakalayarak ilerler.

İlk intiba? 

Tempolu bir ilişki hikâyesi. Her iki karakterin de inişlerini ve çıkışlarını zaman döngüsü içinde anlatıyor ve günün sonunda yalnızca kendilerine ait sanılan bu değişimlerin aslında birbirlerini de nasıl dönüştürdüğünü yalın bir dille ve farklı şehirlerin görsel şöleniyle anlatıyor. İzleyicinin rehavete kapılmadan sonuna kadar izlemesini sağlayan bir yapısı var. 

En çok neyi sevdin? 

Emma ve Dexter’ın yıllara yayılan hikâyesinin farklı şehirleri adımlayarak görsel bir doyum da sağlamasını çok sevdim. Edinburgh’da Arthur’s Seat adlı mekânda başlayan hikâye Yunan adalarında sorgulanıyor, Paris’te sağlamlaşıyor ve yine Edinburgh’da aynı tepede sonlanıyor. İki karakterin arasında olup bitenler kadar şehirlerin de tüm dönüşümlere eşlik edişini izliyoruz. 

En az neyi sevdin? 

Dexter’ın hep tepeden bakmaya çalışan, zaman zaman küstah çok sık şımarık tavırlarını sevmedim. Emma’ya, eski eşine, babasına, hatta kızına davranışlarında kanıksadığı bu süregelen yukarıdan tavrı sergileyen sahneler seyircinin Dexter’a güvenmesini ve inanmasını zorlaştırıyor.

En çok hangi sahneye yükseldin?  

Tek bir sahneye değil de birçok kez yinelenen; Emma ve Dexter’ın üniversite yurdunda bir yatakta, Edinburgh’da bir tepede, Yunanistan’da sahilde, Paris’te bir çatı katında ve en sonunda bir başka evde yan yana, tüm sakinlikleriyle sırt üstü yatıp göğe bakmalarını sevdim. Tekrarlanan bu sahneler neden bu ilişkiden vazgeçemediklerini ve birbirlerine neden iyi geldiklerini izleyiciye anlatan en yalın sahneler.

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

Emma hem çok rasyonel hem de saklamaya çalışsa da iflah olmaz bir romantik. Dexter’a karşı beslemeye başladığı platonik duygularından aklıyla kurtulmaya çalışıyor. Tutarlı ama kendini çok sık değersizleştiren bir karakter. 

Dexter ise tüm özgüvensizliğini çok fazla laf, hareket ve kaos ile saklamaya çalışıyor. Emma’nın platonik sevgisini görüyor ama onu çok uzun süre kendine mesafeli tutuyor. Bu da hikâye içerisinde Emma’ya döneceğine ya da ona değer verdiğine inanmamızı zorlaştırıyor.

Dizinin en samimi ve gerçek karakteri Emma’nın en yakın arkadaşı Tills. Tills bu hikâyede neşeyi, iyi anlamda sıradanlığı ve aslında mutlu olmanın ne kadar kolay olabileceğini temsil ediyor. Hem Emma’yı hem izleyiciyi sık sık karamsarlık ve karmaşadan çekip alıyor. 

Bunu seven şunları da sever 

Uzun ilişki anlatılarını izlemeyi seven, GAİN’de 16 yıllık bir hikâyeyi anlatan Alice and Jack’i sever. Bu bitmeyen hikâyeleri okumayı seven ise Mahir Ünsal Eriş’in Acaip’ini okuyabilir.