İki paralel doğrunun kesiştiği yerde: Parallel Mothers üzerine

Pedro Almodóvar’ın prömiyerini 78. Venedik Film Festivali’nde yapan, aynı zamanda başroldeki Penelope Cruz’a En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar adaylığı getiren son filmi Madres paralelas / Parallel Mothers; aynı gün doğum yapmak için gittikleri hastanede yolları kesişen Janis ile Ana’yı takip ediyor. İKSV galası vesilesiyle izlediğimiz film, Türkiye’de 18 Mart’tan itibaren vizyon yolculuğuna başlayacak.

Bu yazı, Parallel Mothers’ı henüz izlememişler için kimi sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân

Günümüz dolaylarında, Madrid’deyiz. Bir evde misafirlikte gibi, hemen her sahnede bir mekânın içinde gözcüyüz.

Konu nedir?

Aynı gün doğum yapan iki kadından birinin birkaç ay öncesi ile başlıyor hikâye. Orta yaşlarda, kariyer odaklı bir hayat süren Janis; İspanya İç Savaşı’nda Franco’ya bağlı isyancılar sebebiyle “kaybolmuş”, bir mezarı bile olmayan büyükbabasını toprak altından çıkarmak, ruhlara iade-i itibarda bulunmak ve tarih sahnesiyle yüzleşmek istiyor. Bu süreçte Janis bir antropologla yakınlaşıyor ve neticesinde plansız şekilde hamile kalıyor.

Filmdeki ilk blok asıl bundan sonra başlıyor, doğum bölümünde yan yana iki kadınla karşılaşıyoruz. Henüz çok genç olan Ana korkmuş, sarsılmış ve şimdiden pişman olmuşken onu sarmalayan Janis ile tanışıyor. Aralarında yeşeren ilişki sonraki aşamaya taşıyor, yaşantılarını yansıtan iki paralel doğru -Almodóvar sinemasındaysanız matematik işlemiyor- elbette bir düzlemde kesişiyor. Bu kesişimden çıkan kıvılcımlar biraz aşk, epeyce yalan, biraz toksiklik, epeyce duyusal enerji içeriyor.

İlk intiba

Yaşam döngüsündeki halkaların insanın üzerinde bıraktığı dramatik etkileri akıtan bir hikâyede, ne doğumdan ne de mezarsız ölülerden başlamak kolay değil belki de. Öte yandan Almodovar, Parallel Mothers ile toplumun her bir riyakar tutumuna; cinsellik, annelik, kadınlık üzerinden attığı bakışında ilk defa bu kadar berrak suları tercih etmiş görünüyor. Yansımalardan dibi görmek mümkün, her şey açıkça ortada. Janis’in, fotoğraflarını çektiği antropolog ile yaşadığı ilişkinin bekâr anneliğe evrileceğini seziyoruz örneğin. Son demlerinde doğum odasını paylaştığı; istemediği, muhtemelen cinsel istismar sonucu gerçekleşen bir hamilelik deneyimleyen Ana’nın kendi annesiyle ilişkisindeki sorunlar da pek yabancı değil.

Bunların yanında asıl taze soluk, sonunda olaysız dağıldığımız; karakterlerin birbirleri yormadan, kısa telefonlar görüşmeleriyle işleri çözümlediği, eksikliklerini ifade ettikleri ve hep bir adım geriden baktıkları yaklaşım biçimleri. Kimilerine göre ağır aksak sayılacak bu akış, bebek sahibi iki kadının bir erkek formunun -buna kimi kadınlık hâlleri de dâhil edilebilir- eşlikçi olmadığında da yol alabilmesinin aslında o kadar zor olmadığını gösteriyor. Kadın ve anne olarak birini sahiplenmeyi, birini kaybetmeyi, içgüdülerin etkisi altında dürtüsel kararlar almayı en yalın hâliyle sunuyor.

En çok neyi sevdin?

Ana’nın annesi ile kurduğu ilişkinin bir an bile açıklıktan taviz vermemesini. İkinci nesil bu anne, neyi neden yaptığını diğer karakterlere göre bayağı iyi biliyor; her şeyin geçtiği yaşlarda elde kalan en büyük kazanımın, cesaretle kendi için yol almak olduğunu Ana’ya aktarabiliyor.

En az neyi sevdin?

Parallel Mothers’ın başlangıcını ve sonunu oluşturan politik zemin, yüzeysel olmasının yanında (bu kendi başına sorun teşkil etmese de) yönetmenin sinemasında belki de ilk defa bu kadar kendini ciddiye alan biçimde işleniyor. Annelik anlatısının ise politik, toplumsal arka planı neredeyse hiç olmadığından kültürel hafıza üzerinden süren iki akışı yerine oturtmak epey zorlaşıyor. Parçalar sanki birbirine uymuyor, hikâye zaman zaman elinizden kaçıverecek gibi hissettiriyor.

Karakterlere dair

Elbette tanıdık Almodóvar-izmler var; çaresiz kadınlar, kaderin cilveleri ve annelere, annelere, annelere karşı bitmek bilmeyen bir hayranlık. Ana ile Janis’in baştan aşağı tutarlı bir ilişkisi olduğunu söylemek mümkün. Karakterler arasındaki tek gerilim filmin ortasında, Ana’nın 10 yıllardır ölü olan birinin kemiklerini bulma takıntısı üzerine Janis’le yüzleştiği sahneden geliyor. “Geleceğe bakmalısın, aksi takdirde sadece eski yaraları açarsın” diyor Ana. Janis, tek kaygısı evinden kurtulmak, kendi bağımsızlığını ilan etmek olan bir kadının henüz körpe oluşunun farkında. Bir noktada Ana’yı azat ediyor, yakınlıkları “o” dönüm noktasına kalmadan sınanıyor böylece. Ana ise ait olduğunu, kabul edildiğini umduğu evlerden de uzaklaşılabileceğini görerek, kırılma noktası ile daha iyi baş etmenin yolunu buluyor; bebek adımlarla evriliyor.

Kimler sever?

Tematik anlatılardan hoşlanan, annelik/kadınlık deneyiminin kültürel hafıza ile kesişiminden tüyleri dikilen ve “Penelope Cruz’u 5, 6 yetmedi 7. kez Almodóvar ortaklığında izlemek istiyorum!” diyenlere sunulmuş tatlı paketidir bu film.

Bunu seven şunu da sever

Külliyattan bir film önermek gerekirse, yönetmenin hayatına dair birçok detay barındıran Dolor y gloria kestirme bir tercih. İspanyol soap operası, telenovela türü işler dijital platformlar üzerinden kurcalanabilir. Bir de Ezra Miller ve Tilda Swinton harikası We Need to Talk About Kevin, annelik kimliği üzerine kavurucu atmosferiyle akla ilk gelen örneklerden.

Yazı: Esin Çalışkan