Puma Blue: Teenage Kicks
Kolaj: Edip Eren Kılıç
Puma Blue, geçtiğimiz yıl Blue Flowers etiketiyle yayımlanan ikinci albümü Holy Waters’ın turnesi kapsamında ilk İstanbul konserini verecek. Londralı müzisyen Jacob Allen’ın solo projesi olan Puma Blue, şarkılarında farklı janrlardan titreşimleri bir araya getirerek dönüp dönüp içine dalma isteği uyandıran bir melankoli yaratıyor.
29 Mayıs akşamı Garanti BBVA Konserleri kapsamında Blind sahnesinde olacak Puma Blue, müzisyenlerin büyürken dinlediği müzikleri ve bu müziklerin üzerlerinde bıraktığı tesiri kurcaladığımız Teenage Kicks serimize konuk oldu.

YAŞ 13-15
O zamanlar en sevdiğin iki albüm neydi?
Muhtemelen Jamiroquai – The Return Of The Space Cowboy ve belki de Damien Rice – O.
Bu müziklerle nasıl tanışmıştın?
O albümünü okuldan bir arkadaşımdan ödünç almıştım. Babamda tüm Jamiroquai albümleri vardı, onları büyürken arabada dinlerdim ama sonraları kendi başıma derinlerine daldım. Genellikle albümlerini rip edilmiş olarak iTunes kütüphanesinde bulur ve onları epey hasarlı ikinci el iPod’uma yüklerdim. Hepsini severdim ama favorim The Return Of The Space Cowboy’du.
Üzerinde nasıl bir etki bıraktıklarını düşünüyorsun?
Damien Rice’ın albümü bana bir grubun olmadan gitar partisyonları yazma hakkında pek çok ey öğretti; bir akordan diğerine tıngırdatmaktan ziyade akorları ritmik olarak kullanmak gibi. Aynı zamanda belirgin bir vokal üslubu ve kelimeleri döndürme şekli vardı. Sanırım bu, nasıl gerçekten dışavurumcu bir şekilde şarkı yazılacağına dair ilk içgörümdü. Albümde ayrıca çok sevdiğim bazı şaşırtıcı kaçık anlar da vardı.
Jamiroquai ise tam anlamıyla başka bir şeydi benim için. Bas ağırlıklı, dans edilebilir… Bu şarkılara olan sevgimi tek başıma yaşıyordum; benimle aynı yaşta olup onları cool bulan kimseyi tanımıyordum. O zamanlar öncelikle bir davulcu olduğum için ve groove’una eşlik edecek sesler aradığım için sevdiğim parçalardı. Davul rudimentlerine çalışmaktan çok sıkılmıştım ve o şarkılar en iyi bas yürüyüşlerine sahipti. Jay Kay’in karizmasını ve Minnie Ripperton usulü vokalleri uyarladığı versiyonu seviyordum. Her şeyden çok da hissini seviyordum.
Şu an dönüp baktığında hayatınının nasıl bir dönemini temsil ediyorlar?
O; ilk kalp kırıcı aşklarımı, kendime gitar öğrettiğim ilk yılları, çok genç olmanın getirdiği derin yalnızlık ve yanlış anlaşılmışlık hissini düşündürüyor. The Return Of The Space Cowboy da davul çalarak geçirdiğim uzun saatleri, bedenimle müziği çevreleyişimi ve artık hayatta olmayan köpeğimle yürüyüşleri hatırlatıyor.
Hayatının bu döneminde senin için önemli olan diğer şeyler nelerdi?
Hevesli bir okuyucuydum ve Eternal Sunshine Of The Spotless Mind‘ı ilk kez o zamanlar izlediğimi hatırlıyorum. Ama akla gelen şey… gitar. 13 yaşıma kadar besteci olduğumu bilmiyordum, sonra bu durum hayatıma tamamen ele geirdi, hâlâ da öyle. Hiçbir amaç olmadan oturup saatlerce gitar çalardım, kafamda tarzımla ilgili küçük felsefeler yaratır, neyi sevip neyi sevmediğimi çözerdim. LEGOlarla oynamak gibiydi ama bir yandan son derece de maneviydi.

YAŞ 16-18
O zamanlar en sevdiğin iki albüm neydi?
Kesinlikle Jeff Buckley – Grace ve belki Radiohead – The King Of Limbs.
Bu müziklerle nasıl tanışmıştın?
Okulda müzik sınavlarını geçmek için Grace’den bir şarkıyı çalışmıştım. Bu da Jeff’in müziğine karşı sonsuza dek sürecek bir aşkın fitilini yaktı. Müzik okulundan bir arkadaşım olan Arthur bana bir dersten önce The King Of Limbs’in kopya CD’sini vermişti ve “Bence bunu seversin” diyerek; öyle de oldu.
Üzerinde nasıl bir etki bıraktıklarını düşünüyorsun?
Jeff’in sözleri şiir gibidir ve bu benim de yaklaşımımı değiştirdi. O aynı zamanda ruhuyla liderlik eden bir müzisyen. Demek istediğim, gerçekten de içgüdüsünü aklından üstün tutan biriydi. Müziğin buna ihtiyacı olduğunu hissettiğinde fare gibi yumuşak bir şekilde şarkı söylüyordu ama gırtlaktan gelen bir çığlıktan da korkmuyordu. Saf bir enerji. Grace’i hâlâ seviyorum ama benim için artık daha önemli olan şey muhtemelen onun canlı albümleri.
The King Of Limbs beni sürekli tekrar eden döngüsel yürüyüşler, nakaratlar konusunda heyecanlandırdı. Ayrıca gizemin bir kısmının sadece müzikte değil; sözlerde de yatmasına izin veriyor. Bir müzisyen olarak sanırım ilk kez bir grubun kendi sample’larını kullandığının farkına vardım; bunun, Portishead hakkında sonraları öğrendiğim bir şey olduğunu düşünüyorum. “Rock grubu” müziğine bakış açımı değiştirdi ve enstrümanların nasıl kullanılabileceği, bir albümün nasıl bir yolculuk olabileceği konusundaki fikirlerimi daha da derinleştirdi. Bu albüm sayesinde pek çok inanılmaz Doğu Afrika müziği ve Alman müziği keşfettim. Belki benim de ambient müziğine olan ilgimi ilk kez bu albüm ateşledi.
Şu an dönüp baktığında hayatınının nasıl bir dönemini temsil ediyorlar?
Sanırım hayatımda tam anlamıyla kendim olmaya başladığım dönemdi. Bir bakıma gerçek benliğime en yakın olduğum zamanlardı; belki 6-7 yaşlarındaki gibi. Bence ergenlik çağında kendinizi bir şekilde kaybedersiniz. Jeff ve Radiohead’in müziğine böylesine bir sevgi duymak, belki de geri dönüş yolumun başlangıcıydı.
Hayatının bu döneminde senin için önemli olan diğer şeyler nelerdi?
O yaşta Fruity Loops, Cubase ya da Logic gibi müzik yazılımlarıyla çok ilgiliydim; bunlar okulumda da vardı. Okul kapanana kadar saatlerce bilgisayar başında kalıp üretim yapıyordum. Sanırım ilk dizüstü bilgisayarımı 18 yaşında aldım ve bu benim için gerçekten bir dönemin sonu ve başlangıcıydı; artık evde Logic’le prodüksiyon yapabiliyordum.

YAŞ 19-20
O zamanlar en sevdiğin iki albüm neydi?
D’Angelo – Voodoo ve Slum Village – Fan-Tas-Tic Vol. 1.
Bu müziklerle nasıl tanışmıştın?
Sanırım Voodoo’dan bir şeyleri ilk olarak okulda duymuştum ama tam olarak farkında değildim. 18 yaşındayken bir partide tekrar duyana kadar olayı tam olarak idrak edememiştim. Etrafımda herkes içki içiyordu ama bu albümde sanki yalnızmışım gibi hissettim, hipnotize olmuş gibiydim. Bir masaya sigaramla oturdum ve baştan sona her şeyi dinledim, sanki etrafımdaki her şey yok oldu.
Sanırım bu albümle beni, Puma Blue’da gitar ve MPC çalan (şu anda müziklerini D’Monk adıyla yayımlayan) yakın arkadaşım Lloyd tanıştırdı. Belki de bağ kurduğumuz ilk şey buydu, emin değilim. Bana J Dilla’nın aynı zamanda Pharcyde’ın gençliğimde sevdiğim Labcabincalifornia albümünün de prodüktörü olduğunu söyleyen oydu.
Üzerinde nasıl bir etki bıraktıklarını düşünüyorsun?
O zamanlar Voodoo‘nun biyolojik yapımı tamamen değiştirdiğini hissettim. İçinde geçmişin müziğine dair pek çok gönderme gömülü olmasına rağmen, hâlâ buna benzer bir şeyle karşılaşmadım. Her iki albüm de müziği hissetme biçimimi derinden etkiledi. Bu tür bir duyguya, Dilla-time ya da drunk swing veya insanlar her ne demek istiyorsa ona, çoktan bir aşinalığım olduğunu hissettim. John Frusciante’nin gitar çalışında ve cazda, hatta bazı klasik müziklerde buna benzer bir şeyler hissediyordum zaten. Ama bunun için böyle bir yuva olduğunu; bu projelerin içinde atan bu kalbin etrafımdaki kültüre kan aktığını bilmiyordum. Kendimi bir ampule yakalanmış bir güve gibi hissettim, içine çekilmiştim. Mümkün olduğu kadar fazlasını özümsemeye, mümkün olan her şeyi öğrenmeye hazırdım. Bu benim kendi çalım tarzımın doğasında o kadar var ki bu albümleri dinlemeden önce ne kadarının orada olduğunu artık ayırt edemiyorum. O kadar doğal geliyor. Muhtemelen D’Angelo ve Dilla’nın müziğinin dehası budur. Çığır açıcı, çok insani, çok doğal ve zamansız hissettiriyor.
Şu an dönüp baktığında hayatınının nasıl bir dönemini temsil ediyorlar?
New Cross’taki Amersham Road’da yüksek, dar, hareketli, yıkılmak üzere olan bir evde, hepsi müzisyen olan 6 erkekle birlikte yaşadım. Kahvaltıda müzik yiyor, her şeyi paylaşıyorduk. Özellikle Fan-Tas-Tic Vol. 1 ile oraya ışınlanıyorum. Voodoo neredeyse bir tür anomali çünkü hayatımın belirli bir dönemiyle ilişkili değil. Bu albümü hâlâ yılda en az iki kez dinliyorum ve hâlâ içinde, daha önce açığa çıkaramadığım yeni şeyler duyabiliyorum.
Hayatının bu döneminde senin için önemli olan diğer şeyler nelerdi?
O zamanlar film ve müzisyen posterleri, arkadaşlarımın çektiğim fotoğrafları, favori sanatçılarımdan işler, insanlardan kartpostallar ve mektuplar, arkadaşlarımın yaptığı resimler ve eskizler, hatta etrafta bulup sevdiğim bazı kumaşlarla sıvanmış bir duvarım vardı. Biraz kaotikti ama o küçük yatak odasında her müzik yaptığımda çevresel görüşümde bu sevgi duvarı vardı. Arkadaşlarım tarafından çok değerli hâle geldi; herkes bu duvar hakkında yorum yapar veya ona küçük şeyler eklerdi. Yarısının nereye gittiğine dair hiçbir fikrim yok.