Sosyal aktivizm, arşivcilik ve müzik: Raed Yassin ile Phantom Orchestra üzerine

Röportaj: Berk Sayan - Fotoğraf: Udo Siegfriedt

22-25 Şubat’ta Arter’de gerçekleşecek Yeni ve En Yeni Müzik Festivali’nin heyecan uyandıran konuklarından biri Raed Yassin. Festivalin 2020’ye tarihlenen ilk edisyonunda “A” Trio projesiyle sahne alan Lübnanlı müzisyen, bu kez pandemi döneminde hayat verdiği Phantom Orchestranın Türkiye prömiyerini yapmak üzere İstanbul’a uğruyor.

Raed Yassin, Phantom Orchestra’da ses kaynağı olarak 42 uluslararası müzisyenin pandemi izolasyonunda yaptığı kayıtları kullanıyor. Morphine Records’ın stüdyosunda kaydedilen solo seanslar, türünün tek örneği olan LP-dubplate formatında plaklara basıldı. 24 Şubat akşamı Arter’in Karbon salonunda gerçeklşecek performansında Raed Yassin, 12 pikap aracılığıyla 42 müzisyenin “hayalet” sololar havuzu ile doğaçlayacak. 

Yeni ve En Yeni Müzik Festivali öncesinde Raed Yassin ile hem yeni projesinin ardındakileri hem de sesle kurduğu kişisel bağları konuştuk.


“Vinil plakların kullanımı, arşiv kavramını çağrıştırma amacına da hizmet ediyor; ki bu, pratiğimin önemli bir parçası. Projenin içinde var olan arşiv niteliğini vurguluyor.”

Kontrabas çalıyorsunuz, Lübnan’ın köklü özgür doğaçlama gruplarından birinin kurucularındasınız, aynı zamanda analog ve dijital ekipmanların imkânlarıyla çeşitli üretimler veriyorsunuz. Bu çok yönlü çalışma disiplinine nasıl eriştiniz? Disiplinler arası geçiş sizin için nasıl gerçekleşiyor? Bu değişim ve dönüşüm nasıl ilerliyor sizin çalışma pratiğiniz içinde?

Beyrut Konservatuvarı’nda Amerikalı basçı Jack Gregg’in rehberliğinde müzik eğitimi aldım. Jack, farklı disiplinlerden sanatçılarla iş birliği yapan çok açık fikirli bir müzisyendi, bu da benim deneysellik konusunda daha rahat hissetmemi sağladı. Ayrıca tiyatro oyunlarında oyunculuk yaptım, şiir yazdım, çağdaş sanata büyük ilgim vardı ve geçimimi sağlamak için bir plak dükkânında çalıştım. Çeşitli uğraşlar tarafından oluşturulan bu zengin kültürel atmosfer, zihnimi çeşitli olasılıklara gebe hâle getirdi.

Bu süre zarfında Mazen Kerbaj ve Sharif Sehnaoui gibi müzisyenlerle tanışma ayrıcalığını yakaladım. Birlikte “A” Trio’yu kurduk ve Beyrut’ta Irtijal deneysel müzik festivalini düzenledik. Tüm bunlar bana erken yaşta farklı türlerle haşır neşir olan birçok uluslararası müzisyenle bağlantı kurma imkânı sağladı.

O dönemde Beyrut, deneyselliğe elverişli bir ortama sahipti. Savaş sona ermişti ve insanlar yeni deneyimleri keşfetmeye ve benimsemeye istekliydi. Bu ortam, şeylere dair anlayışımı önemli ölçüde etkiledi ve çevremdeki olaylara verdiğim tepkileri şekillendirdi.

Her zaman çeşitli disiplinlere ve uygulamalara ilgi duydum, genellikle bütün ilgi alanlarımı keşfetmek adına keşke farklı hayatlar yaşabilsem diye düşündüm. Sanatçıların sanat, felsefe, müzik, mimari, tarih ve daha fazlasını kapsayan geniş bir meraka sahip olmaları gerektiğine inanıyorum. Bu merak, benim sanatsal pratiğimi derinlemesine şekillendirdi.

Türkiye prömiyerini gerçekleştireceğiniz Phantom Orchestra projenizi pandemi sürecinde kurguladınız. Bu işin  yöntemini evlere kapanmanın imkânsızlıkları belirlemiş gibi görünüyor. Yöntemi belirlemenin dışında farklı etkileri de var mı pandemi döneminin bu iş üzerinde, mesela duygusal bağları olduğunu söyler misiniz? Bu yeniden üretim süreci hem ekonomi-politik açısından hem de sanat felsefesi açısından farklı anlamları içinde barındırıyor. Siz bir kriptanalize girseniz ne gibi anlamlar gözlemlersiniz yaptığınız işte?

Phantom Orchestra projesinin fikri pandemi sırasında ortaya çıktı. Başlangıçta insanlar neyin gerçekleştiğini anlamakta zorlandılar. İlk kapanma, tarihsel bir dönemeçti ve kolektif bir bilinçaltı geliştirmemizi sağladı. Konumdan bağımsız ortak deneyimler paylaştık ve pandemi, özellikle de kapanmalar; psikolojik, zihinsel, fiziksel, ekonomik ve sosyal olarak bizi etkiledi.

Bu proje benim için sadece bir müzik girişimi değil; birlikteliği yeniden keşfetmenin bir yolu. Pandemi sırasında, doğaçlama müzisyenleri için müzik sahnesi yalnız çalmaktan başkalarıyla çalmaya geçiş yapılan bir dönüşüm geçirdi. Bu dönüşüm yeni bir müzikal yaklaşımı doğurdu.

Bu dönemin müzik tarihindeki önemini fark ederek, 42 müzisyeni izolasyon döneminde geliştirdikleri materyalleri kaydetmeye davet ettim. Ayrıca, deneysel müzik sahnesi – müzisyenler, yapımcılar, plak fabrikaları ve kayıt stüdyolarını içeren – önemli ekonomik baskılarla karşılaştı. Neyse ki, projedeki tüm katılımcılara destek sağlamak için çeşitli kaynaklardan önemli finans desteği elde ettim.

Phantom Orchestra benim için sosyal aktivizmi, arşivciliği ve müziği eşit derecede temsil eden bir proje.

Phantom Orchestra projenizde kaydettiğiniz sesleri kullanmanın binbir yolu varken neden özel olarak plak kayıtları ve turntable kullanmayı tercih ettiniz. Seçiminiz bu ekipmanların teknik açıdan fikirlerinize imkan sağlaması sebebiyle mi gelişti yoksa “sampling” tarihine gönderme yapan nostaljik bir tarafı da var mı?

Bu yöntemi bilinçli bir şekilde seçtim çünkü bu, özellikle pikap çalan biri olarak sanatsal pratiğimin ayrılmaz bir parçası. The New Album, Archeophony ve Malayeen gibi çeşitli projelerde bu yöntemi kapsamlı bir şekilde kullandım.

Ayrıca, vinil plakların kullanımı, arşiv kavramını çağrıştırma amacına da hizmet ediyor; ki bu, pratiğimin önemli bir parçası. Projenin içinde var olan arşiv niteliğini vurguluyor.

Archeophony isimli albümünüzle de teknik açıdan paralellik taşıyor değil mi Phantom Orchestra işiniz? Seslerin yeniden kullanımı ve onların farklı bir esere dönüşmesi bağlamında bir benzerlik kurabiliriz ikisi arasında. Ancak orada albüm tanıtımında da kullanılan tabirle bir çeşit ses arkeologluğu yapıyorsunuz. O albüm için nasıl çalışmıştınız, sesler nasıl seçildi, albüm nasıl kurgulandı?

Archeophony, arşiv kayıtlarına dayanan bir müzik albümü ve bu, müzikal ve görsel yaratılarımın birçoğunda tekrarlanan bir tema. Bu özel çalışma, ses üzerinden bir arkeolojik keşif işlevi görüyor.

Etnomüzikologlar tarafından düzenlenen geniş bir vinil koleksiyonundan ilham alarak; Orta Doğu, Kuzey Afrika, Güney Asya ve Güneydoğu Asya’yı kapsayan bölgelerden kayıtları ve solo enstrümantal performansları içeriyor. Bu kayıtlar, sömürgeci perspektiften bilimsel bakış açısına kadar çeşitli yaklaşımları yansıtıyor. Yine de içerdikleri müzik, bizlere geçti ve ortak mirasımızın bir parçası hâline geldi.

Bu kayıtları toplama yolculuğum uzun sürdü ve titiz seçim süreci, sesleri besteleme deneyi ile devam etti. Farklı enstrümanların eklenmesi,  psikedelik ve bilim kurgu öğelerinin bir karışımı olan benzersiz bir ses peyzajı oluşturulmasına katkıda bulundu.

Ses hafızanıza baktığınızda anımsadığınız ilk ilişkilenme ne zaman ve nasıl olmuştu? Kendi öznel dünyanızda bir arkeologluk yapsanız nerelere ulaşıyorsunuz?

İlk anım, Beyrut’ta geçen ergenliğimden gelen canlı ses manzarasıyla birbirine karışmış gibi görünüyor. Öne çıkan belirli bir olay değil ancak benim yetişme dönemimi karakterize eden yaygın ses atmosferi. Net olarak hatırladığım ilk etkileşim, beni saran şehir hayatının senfonisi. Bu subjektif hafıza arkeolojisi ile kişisel dünyama geri dönüyorum, sesin rezonansının en erken izlenimlerimi ve deneyimlerimi şekillendirdiği yere.

Beyrut ve İstanbul’un Orta Doğu sanat dünyası açısından önemli iki kent olduğu söylenebilir. Siz bu iki kent ve sanat dünyaları arasında paralellikler görüyor musunuz? İstanbul’da olacak olmanın, buradaki sanat takipçisiyle temasa geçecek olmanın sizde uyandırdığı duygular neler?

Daha önce İstanbul’da çaldım, ancak istediğim sıklıkta değil, umarım gelecekte değişir bu. İstanbul’a pek aşina değilim fakat şehri daha yakından tanımak için sabırsızlanıyorum. İki şehir arasında benzerlikler olabilir ama bunların hemen fark edilebilir olduğunu sanmıyorum. Bu projeyi İstanbul izleyicisiyle paylaşmak için çok heyecanlıyım ve tepkilerini görmek için sabırsızlanıyorum.

Bu yıl Yeni ve En Yeni Müzik Festivali’nin bir parçası olmak sizin için ne ifade ediyor?

Phantom Orchestra gibi projelerin dünya genelinde izleyicilere tanıtılmasını çok önemli buluyorum. Bu projenin İstanbul’da Yeni ve En Yeni Müzik Festivali kapsamında gerçekleşiyor olması beni çok mutlu ediyor. İşimi yeni bir izleyici kitlesiyle paylaşmak beni sevindiriyor.

İşlerinizi dünyanın birçok yerinde sergiliyorsunuz, muhtemelen en çok da Avrupa ve ABD’de ilgi görüyorsunuz. İlişkilendiğiniz sanat camiası beyaz ve ayrıcalıklı Avrupalıların hüküm sürdüğü, kuralları onların koyduğu bir yer, siz nasıl hissediyorsunuz bu atmosferin içinde?

Bu sorunun cevabı çok karmaşık ve tek bir bakış açısından anlaşılması güç. Şu anda hissettiklerimle ilgili bir şeyi açıklamaya çalışacağım.

Çalışmalarımı uluslararası alanda sergilemeye ve köklerimi elimden geldiğince temsil etmeye çaba gösteriyorum, bana sunulan fırsatlar dâhilinde. Sıkça sadece Orta Doğulu bir sanatçı olarak etiketlenmeye karşı direndim, ancak sanat dünyasındaki ekonomik güçler gerçekten güçlü ve başkalarını etiketleme eğiliminde olan trendler yaratmaktan besleniyorlar.

Batı toplumları arasında “diğerini” anlama konusunda hâlâ önemli bir zorluk var ve bu konularda açıkça konuşmaya çalıştığımızda genellikle sansür ortaya çıkıyor. Gerçek şeffaflığı elde etmek için önümüzde hâlâ uzun bir yol var. Aynı zamanda, benim gibi sanatçılar kendi toplumlarında dürüst tartışmalara katıldıklarında olumsuz sonuçlarla karşılaşabiliyorlar. Şu anda toplumun en büyük korkusunun gerçeğin kendisi olduğuna inanıyorum.

Çeviri: Meltem Demiraran