RASTGELE: Dilhan Şeşen’den “Bazen Neyi Nereye Koyacağımı Bilemiyorum” listesi

Yıllar önce, yakın bir arkadaşıyla çimlerde uzanırken ortaya çıkan “K a  ç   t    ı     m” şarkısını solo kariyerinin ikinci kaydı olarak yayımlayan Dilhan Şeşen, şarkının klibi için de kameranın arkasına geçti. Şarkı ve klibin yaratım süreci için “Deneme yanılma yöntemiyle her zaman günün sonunda çok güzel tecrübeler ediniyorum” yorumunu yapan Şeşen, RASTGELE serimiz için de bir bilinç akışını andıran “Bazen Neyi Nereye Koyacağımı Bilemiyorum” listesiyle çıkageldi. Aşağıdaki satırlardan hemen bu akışa dalabilirsiniz.

Tüm renkleri bi yere topladım. 

Hissiyatı tertipli. 

1. David Fincher gibi ama Daniel Richter 

18 Aralık 1962’de Almanyada doğmuş. 1990’larda bi ara Hamburg Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuyor ve Werner Büttner’in öğrencisi oluyor. Daha sonra Albert Oehlen’in stüdyo asistanı olarak çalışma şansını elde ediyor. Daniel ekspresyonizm akımının yolcularından. Yıllar geçtikçe, Richter’in çalışmaları, gençliğinin vahşi soyutlamalarından siyasete dayalı temsili imgelere dönüşüyor. Pek internete düşmüş bi insan değil bu da ayrıyetten hoşuma gitti. Bana da buradan yansıyan elbet bir şey vardır. 

Arkada çalan: Vincent Gallo – Honey Bunny

Yuvasını yapmış
Kendine yetecek kadar
Fazlası zarar

Man Warrior

2. Oruç Aruoba’dan  Zilif = Zülüf 

Oruç Aruoba’yı biliyoruzdur diye buraya bık bık ötmeyeceğim. 

Bilmiyorsak umarım merak edip bakar sonra da biliriz. 

Onunla olan bağım sanırım Fenerbahçede doğduğum evde üst komşumuz olmasıyla başlıyor. Benim romantik kafamda bu böyle. İletişimin illa etin ete değmesiyle, sözün ağızdan çıkan bi sözle karşılık bulmasıyla olmadığını biliyorum. O gün bu gündür Oruç’la canlı kanlı iletişimimi sürdürüyorum. Yolun ışık olsun. 

Arkada çalan: Vincent Gallo – Laura

Zilif’ten Erik hikâyesi

;

“sen, buluşabildiğimiz ender günlerden birinde, bana gelmiştin. yaz başıydı; ben bahçede oturmuş rakı içiyordum; sen de -galiba mutluluktan- koşuşturup duruyordun. sana, yarı şakayla, “haydi bakalım -bana erik getir” demiştim. koşup gitmiştin: bahçede bir erik ağacının olduğunu biliyordun. epey sonra (hatta, biraz daha gecikseydin, kalkıp sana bakmağa gidecektim), alı al, moru mor, kan-ter içinde geri gelmiştin: elinde bir külah: manavdan, harçlığının son kuruşuna kadar vererek aldığın erikler…

ağaçta erik yoktu; ama baban senden erik istemişti… —ne yapabilirdin ki…

yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın —işte seni insan yapan da bu.

artık bu yaşa geldiğine göre, öğrenmişsindir; biliyorsun, biliyorum: öyle ‘insan’lar vardır ki, babaları ondan erik istese, gidip, şöyle bir bakıp, “ağaçta erik yok” diyebilirler. böylesi ‘insanları’ tanıdın, biliyorsun.

ama sen – senin yapabileceğin çünkü yapman gereken tek bir şey vardı: baban’a erik bulmak… hani masallarda vardı ya – bütün erikler kaf dağı’nın ardında olsaydı, o zaman sen de bir zümrüd-ü anka kuşu bulup, sırtına biner, yola koyulurdun…

buna, seni öylesine etkileyene, ve o yaptığını yapmak istemeni sağlayana, onu yapacak gücü sana verene, sevgi adının takıldığını işitmişsindir, bol bol —herkes ondan söz eder; o “erik yok” diyenler de kullanırlar bu sözcüğü. ama biliyorsun; gidip erik aramayı sahiden isteyenler pek azdır – sahiden arayanlar daha da az… – bulabilenler…

aslında yalın bir şeydi bu senin için: öyle büyük sözcükler falan gerektirmeyecek, hatta, hiçbir şey söylemeyi gerektirmeyecek kadar yalın bir şey:

baban senden erik istemişti

—o kadar…

insanların, “çok yakın dostumdur” dedikleri kişilerle ilgili neler yapabildiklerini —ve neler yapmayabildiklerini, parmaklarını bile kıpırdatmaya yanaşmayabildiklerini, biliyorsun. —bu da bir başka erik hikâyesi…”

3. Bir sen bir ben bir de Syd Barrett

Keşke ben çekseydim, dediğim albüm kapaklarının başında geliyor The Madcap Laughs (1970). Bakınca albüm kapağında bi olay yok, tamamen Syd hayranlığımdan kaynaklanıyor. Alkol, sigara yok amirim bi bu alışkanlığımız var. En sevdiğim büyük çocuk, küçük adam, şair, ressam, müzisyen, yorumcu, işte bu çocuk. Onunla konuşmadan aynı odada oturmak isterdim. Bişeyleri dile dökerek iletişim kurmaktan sıkıntı duyduğum bi dönemdeyim. Sizle de Syd hakkında sonra uzun uzun bakışmak isterim! Çok sevdiğim insanlar hakkında ya çok konuşuyorum ya da hiç konuşmuyorum. Bunu “hiç” saymak istiyorum. 

Arkada çalan: Vincent Gallo – So Sad

Albümün linkini aşağıya bırakıyorum:

Bu da albümde kedilerimin en sevdiği parça:
Track 7: “Octopus” 

Alternatif kapak

4.Günümüzün genci hafif kanat Romeosu Hobo

Paylaştığım şeylerin ağırlığı bedenime de oturdu. Bi tık kemerleri gevşetiyoruz. Aşırı dramdan uzak, derdini tasasını tertemiz anlatan insanlara bazen ihtiyaç duyuyorum.

Günümüzün genci hafif kanat Romeomuz Hobo Johnson tam da öyle biri. Kim kim toplandık da Romeomuz diye bağrımıza bastık derseniz buraya Hobo’yu yazma sebebim zaten bu dur. 

Size sormadan onu hepimizin Romeo’su yaptım. Ne kadar küstahça! Aşırı dram hâli, dipler, uçlarda anlatımlar, uçuşan 3 öğün reverb’lü ağlak vokaller, buğulu bakışlar ve düşük kaşlar dünyasından insan bazen sıyrılmalı. Evet Dilhan insan bazen sıyrılmalı. Hobo Johnson 1994’lü, 25 yaşında California’da yaşayan hip-hop, spoken word ve emo rap dedikleri tarzları (Ben en fazla ilkokulda saçlarımla bi gözümü kapayıp siyah bol hırkalar giyiyordum, emo rap’e kadar gelemedim dostlove) harmanlayıp ortaya çok kendi hâlinde bir anlatım çıkarmış bir arkadaşımız. Öldürmeyen melankolilerin, sert konuşsa da sonrasında yanağa öpücük konduranların hastasıyım. Çok tadında buluyorum. 

Arkada çalan: Vincent Gallo – Was 

Ben Hobo’yu ilk bu performansıyla keşfettim:

Tiny Desk severler için de alternatifimiz aşağıdadır:

Hobo’nun fotoğrafını da koyayım bari.

İlkokulda herkesi yaptığı iğrençliklerle aşırı rahatsız eden ve anlamsızca geleceğe dair bi umut da barındıran herkesin o arkadaşı Cemal gibi biri işte.

5. Sessiz olun Todd Hido konuşuyor

Todd Hido 1968 doğumlu Amerikalı çağdaş sanatçı ve fotoğrafçı. 

Şimdilik 17 kitabı ve geniş çapta kitlelere ulaşmasına vesile olan katıldığı prestijli sergiler mevcut. Birilerini böyle özet geçmek de çok tuhaf. Adamın başta kendine özel bir hayatı var

umarım keyfi yerindedir. Bildiğim kadarıyla işinde çok istikrarlı ve üretken bir adam. Zamanı gelince yapacağı, bizim de göreceğimiz işleri için heyecanlıyım. Çektiği fotoğraf karelerindeki

ağaçları, tabelaları, köşede kalıvermiş sandalyeleri insan olarak görürsek Edward Hopper’ın tablolarını andırıyor. Bütün meselenin hissiyat olduğunu düşünüyorum. Onu bize çeken, bizi ondan iten, şunun buna karıştığı, karışıp da bir olduğu. Yalnızlıksa yalnızlık. Dibi görülsün isterim. Görülsün ki dağılsın parçalansın, başkalaşsın. Bir şeyi aynı hâlde tutma isteğinden doğduğunu düşünüyorum kayıpların. Bence hiçbir şey bitmiyor, yok olmuyor sadece dönüşüyor.

Kaybettiğin tek şey tutmaya çalıştığın şey ne ise onun o hâli. Fotoğrafa dönecek olursam, büyüleyici buluyorum. Bi düşünceni, bi sıkışıklığını dile dökmeden, dile dökmenin verdiği sorumluluğu üstlenmeden kendini ondan azad etmenin mükemmel bir yolu. Amatör olarak fotoğraf çeken biriyim ve benim sığınaklarımdan biri de fotoğraf. Söz söylemeden söz söylemek ve bunun cevabını da dilsiz bişeyden almanın hakikate dayanan çok meditatif bir yönü olduğunu düşünüyorum. Bu arada merak eden varsa diye, instagramda @lilacnoia diye bir hesap oluşturdum. Oradan çektiğim fotoğrafları paylaşıyorum. Olympus Mark 3 D10 ve Zenit -E kullanıyorum. 

Arkada çalan: Vincent Gallo  – Her Smell Theme

 Todd Hido: House Hunting