Sahnede bir ömür: Yıldız Kenter (1928-2019)

Türkiye tiyatro sahnesinin en özel emektarlarından Yıldız Kenter hayatını kaybetti. Oynadığı pek çok tiyatro oyunu ve sinema filminin yanı sıra, tiyatro eğitimine beraber başladığı kardeşi Müşfik Kenter ile kurduğu Kent Oyuncuları Topluluğu ve Kenter Tiyatrosu ile sayısız öğrenci yetiştiren değerli usta oyuncu, eğitmen ve sanatçı Yıldız Kenter’in 60 yılı aşan kariyeri ve hem yurtiçinde hem de yurtdışında kazandığı pek çok ödül ve onun eğitimiyle mirasını devam ettiren yeni nesil oyuncular, sahneye adanmış bir ömürden geriye kalan değerli hazineler oldu. Tiyatro evrenimizi genişleten, her zaman zarif, karizmatik ve etkileyici duruşuyla aklımızda kalacak Yıldız Kenter’i geçtiğimiz yıllar içerisinde verdiği röportajlardan alıntılar eşliğinde anıyor ve uğurluyoruz.

TİYATRO ÜZERİNE

“Tiyatro, insanın kafasını açmak için gerekli. İnsana dünyayı göstermek, değişik insanları anlatmak, onların ne  düşündüklerini, ne hissettiklerini, nasıl davrandıklarını göstermek için gerekli. Tiyatro insanı insana yaklaştırır. En çok da insana insanı sevdirmek için gereklidir.”

ÇOCUKLAR ÜZERİNE

“Birlikte güzel güzel yaşamak varken, ne diye kavga ediyorsun, dövüşüyorsun, öldürüyorsun?  Paylaşmayı bilirsek dünya hepimize yeter! Çocuklar ölüyor, oysa onların hayatları her şeyden önemli, her şeyden! Bu dünyadaki en önemli şey çocuklar.

KLASİKLER ÜZERİNE

“Shakespeare insanlarda ürküntü uyandırır zaman zaman, bilirsiniz. Bunu öğrencilerimden de duymuştum. Shakespeare’i okumamışlardır, bilmezler ama ondan adeta korkarlar. Tanımadan, okumadan, bilmeden, yalın karşı çıkmalar ve karar vermeler anlamsız oluyor. Ben ne olursa olsun büyük yazarları öğrencilerime sevdirmeye çalışırım. Üstelik de Shakespeare, tiyatrosunun adı gibi bir dünya yaratmıştır. O dünyada, çeşitli seviyede, dilde, renkte, ırktaki tüm insanların gerçekteki yansımaları vardır. Bir de akıl vardır; felsefe ve şiir vardır. Ustalık vardır. Bir Moliere’de öyle değil midir; ya da eski Yunan klasikleri? Bunları bir tiyatrocunun mutlaka tanıması gerekir.”

GERÇEK HAYATTA OYUNCULUK

“Hepimiz örneğin, ‘mış’ gibi yaparız. Ama sahnedeki oyunculuk ile, hayattaki oyunculuk farklıdır. Hayatta iyi oyuncu olmak tabii ki insan yaşamında çok önemlidir. Aynen tiyatroda olduğu gibi, günlük hayatta da ölçünüzü, kontrolünüzü, dilinizi, sesinizi iyi kullanmanız, sözcüklerinizi doğru seçip, yerinde kullanmanız ve bedeninize sahip çıkmanız gerekir. Tiyatro eğitimi ise bütün bunları daha sanatsal, daha hoşgörülü bir ortam içinde öğrenmenizi sağlar.”

TİYATROYA İLK ADIMLAR

“Bu yetenek sanıyorum bana da, Müşfik’e de annemin babasından geçmiş. Oyuncuymuş o, Shakespeare oynarmış. Ben konservatuara girdim ama kavga dövüş. Bana en büyük abim Nedim de, annem de karşı çıktı. Abimden çok dayak yedim. Babam beni gizlice kaydetti konservatuvara. Müşfik’in girişi ise şöyle oldu. Mahmut Abim Müşfik’i çok severdi. Müşfik’in sapsarı saçları, masmavi gözleri vardı. Mahmut “Sarı bok” derdi ona. Bir gün “Lan sarı bok” dedi, “Senin adam olacağın yok, bari artist ol”. O da dinledi abimi. Hem adam oldu hem çok büyük bir sanatçı.”

“Sahneye amatör olarak çıktığım ilk gün. 1938’de Ankara Halkevi’nde Nedim Otyam’ın korosuna gider, jimnastik yapardım. Henüz 10 yaşındaydım ve bir oyunda bir düğün sahnesi vardı. Birisi ‘Kızlar Allah size koca nasip etsin’ deyince ben de birden boş bulunup ‘Amin’ demişim. İlk doğaçlamamdı. Seyircinin hoşuna gitmiş, alkışı orada duydum ve peşinden gittim.”

“60 yıl… Bütün ömrüm sahnede geçmiş. Sevdiğim, bana heyecan veren bir işi yaptığım için kendimi mutlu saymalıyım, aksi nankörlük olur. Çünkü konservatuvara girmek için çok çektim. Ayağımda hâlâ ağabeyimin ‘Gitmeyeceksin’ diye attığı tekmenin izi var. Daha sonra en büyük desteği de o vermişti.”

AİLESİ ÜZERİNE

“İşgal yılları. Ruslar, İngilizler, Yunanlılar, İtalyanlar ülkeyi bölmeye çalışıyorlar. Zor ve karışık zamanlar. Herkesin herkese şüpheyle baktığı yıllar. Bizimkiler Orient Express’le Sirkeci’ye geliyorlar. Vapura biniyorlar ve Üsküdar’a geçiyorlar. İngiliz annemin, nefesi kesiliyor İstanbul’un güzelliği karşısında. O Boğaz’a bakmaya kıyamıyor. Savaş da neymiş, o dünyanın en mutlu kadını, sevdiği adamın peşine takılıp gelmiş. Onun için müthiş bir macera. Faytona binip Çamlıca’ya babamın ailesinin yaşadığı köşke geliyorlar. Dantela gibi saçakları olan beyaz bir köşk. İşte kabus, o köşkte başlıyor…”

“İngiliz gávur ana, her daim sarhoş bir baba… Ama sevgi dolu bir aile. Fakirdik ama mutluyduk. Babam, içmediği zamanlarda inanılmaz iyi bir insandı. Müthiş bir centilmen. Evimiz dağınıktı, annem tertiple düzenle pek ilgilenmezdi. Zaten bütün bu sefaletimize rağmen, evde hep bir yardımcı vardı, nereden nasıl bulunurdu, onlara para ödenir miydi bilmiyorum. Hepsi de bizim evimizde yatarlardı. Ama ev, zaten yol geçen hanı gibiydi. Hastaneden çıkartılmış, 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen bir nine, zerzavatçı, Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç, bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri… Garip bir aileydik. Etraftan tuhaf bakarlardı. Bir gün hiç unutmuyorum, yine kavga ettiler, babam hepimizi evden kovdu. Sarhoştu. Annem de topladı bizi, babamın arkadaşlarından birinin evine gittik. E orada kalacak halimiz yok ya, akşam geri döndük tabii. O da ne! Bütün komşular pencerede, ne oluyor diye bir baktık, babam var olan üç beş parça eşyamızı toplamış, kapının önüne yığmış. Komşular soruyor, ne oluyor diye. Evde badana var da diyoruz, babamızı korumaya çalışıyoruz. Bu arada baba aç kapıyı diyoruz, açmıyor. Bulaşık kapları, domatesler ve tuzluklarla birlikte biz de bekliyoruz, kapının önünde….”

TOLERANS ÜZERİNE

“Her şeyi tolere edemem ama çalışırım. Bazen intikam duygumun kabardığı zamanları yakalıyorum. Yani kendimi tanıyorum. Bu da başkalarını daha rahat tanıyıp tolere etmemi sağlıyor.”

MUTLULUK ÜZERİNE

“Bir çocuğun gülüşü, çiçeğin açışı, güneşin doğuşu. Mutluluk küçük bir şeydir. Önemli olan, o ânı yakalayabilmek.”