İzleyiciyi tanık olarak konumlandırmak: Saint Omer

Yazı: Tuvana Adalı

Gerçek bir olaydan uyarlanan ve 79. Venedik Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü kazanan Saint Omer, 42. İstanbul Film Festivali programının konuşulan yapımlarından. 9. sırada yer aldığı 2022’nin En İyi 75 Filmi listemizde, Alice Diop’un ilk kurmaca filmi hakkında şöyle yazmıştık: “Filmin hiç acele etmemesi, sabretmeyi zorunlu kılması, yavaş temposuyla baskıyı her an üzerimizde tutması ve travmatik olayın tanıklarının duruşma sırasındaki mimik ve jestlerine dair detaylı gözlemlerin maharetle işlenişi; hikâye anlatımındaki gerçekçi dilin temelini oluşturuyor.”

Bu yazı, Saint Omer’i henüz izlememiş olanlar için kimi sürprizleri bozabilir.

Konu nedir?

Akademisyen ve yazar Rama, bebeğini sahile bırakmasıyla ölümüne sebep olan Laurence Coly’nin yargılanacağı duruşmayı izlemek ve Coly’nin hikâyesini modern bir Medea miti olarak uyarlamak için birkaç günlüğüne Paris’ten Saint Omer’e gider. Mahkeme ilerledikçe Rama; kendi annesi ve partneriyle ilişkisi, aile geçmişi ve bugünkü gerçekliğine dair birçok detayın Coly’nin deneyimleriyle fazlaca örtüştüğünü keşfeder. İki kadının hikâyesi mahkeme salonunda buluşup genişleyerek annelik, göçmenlik, ırk ve cinsiyet konuları üzerine sarsıcı bir anlatı oluşturur.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Saint Omer, belgesel yönetmeni Alice Diop’un ilk kurmaca filmi olsa da konusu ve yapısı itibariyle yarı-belgesel bir his veriyor. Fabienne Kabou’nun gerçek hikâyesini baz alan senaryoda; Diop’un 2016’da Saint Omer’de gerçekleşen mahkemeye katıldığı zaman yazarak kaydettiği hâliyle birebir mahkemede geçen kelime ve diyaloglar kullanılıyor.

Senegal asıllı Fabienne Kabou, 2013’te 15 aylık bebeği Adélaïde’i deniz kenarına götürüyor ve bir süre emzirip son bir kez sarıldıktan sonra onu orada bırakıp gidiyor. Kabou, ortalamanın oldukça üstünde bir zekâya sahip olmasıyla dikkat çekiyor duruşmasında. 1995’te Fransa’ya mimarlık okumak için gelmiş ve bir süre sonra mimarlığı bırakıp felsefe okumaya devam etmiş. Tıpkı Diop’un yarattığı temsil Laurence Coly gibi kendinden 30 yaş büyük, beyaz bir erkekle yaşadığı bir ilişki var. Bebeğin babası, filmde olduğu gibi bebeği reddetmiş.

Dikkat çekici diğer bir nokta, Kabou’nun savunmasında bebeğini öldürmesine kara büyü ve nazarın sebep olduğunu söylemesi. Kabou aslında yıllar boyu yataktan bile kalkamadığını, bacaklarının uyuştuğunu, çeşitli halüsinasyonlar görüp sesler duyduğunu söylüyor. Bu durumuna bir çözüm bulabilmek için çeşitli şifacı ve büyücü hekimlere danışarak yaklaşık 40 bin Euro harcamış.  

Alice Diop, Fabienne Kabou’nun duruşmasına gitmesi hakkında şöyle söylüyor: “Oraya uzun süre kelimelere dökemediğim bir takıntının beni mıknatıs gibi çekmesi üzerine gittim. Kabou diyor ki ‘Denizin bedenini uzaklara taşıyacağını düşünerek onu kumlara bıraktım.’ Nasılsa bu benim için işlenen suçun dehşetini bir kenara koydu. Başka bir şey duyuyordum. Kendimi gerçekte olandan daha güzel, daha kabul edilir bir hikâye yaratırken buldum; bebeğini, ona kendisi yerine bakabilecek denize emanet eden bir kadının hikâyesi.”

İlk intiba?

Rama’yla çıktığımız yavaş tempolu, serinkanlı ve ketum yolculuk bize gerekli zemini ve ipuçlarını verdikten sonra sakince duruşmaya doğru götürüyor. Saint Omer, seyircisini duruşmanın bir parçası, bizzat tanığı olarak konumlandırıyor. Bu tanıklık Rama’nın hikâyesi ve takibi eşliğinde yargılayıcı olmaktan çok keşfe açık, yakın ve meraklı bir konum başlarda. Sonraları, artık bu duruşmanın bir tanığı olan izleyiciye olayların gelişmesine mahal veren sistemin hangi tarafında konumlandığını ve bu sistemden nasıl etkilendiğini, etnik ve cinsiyet kimliğini ve aile geçmişini, içinde büyüdüğü gerçekliği hatırlatan bir yapıya evriliyor.

Filmi izlerken konuya önceden hâkim olmak (sadece konuyu okumuş olmak bile) küçük detayları bilmeyi ve baştan itibaren hikâyeye dâhil olmayı sağlıyor. Bir yandan konuya dair daha fazla ve daha az bilgi sahibi olmak farklı izleme deneyimleri sunabilir; bu ilginç bir keşif noktası olabilir. Tekrar izleme isteği yaratan ve farklı dönemlerde yeniden izlendiğinde uyandıracağı hisleri merak ettiren bir film.

Rama’yı canlandıran ve normalde deneysel tiyatro ve performans alanında çalışan Kayije Kagame ile arka planı küratörlük olan Guslagie Malanda’nın Laurence Coly rolündeki olağanüstü performansları da uzun süre hafızada yer eden bir etkiye sahip unsurlardan.

En çok hangi sahneye yükseldin? 

Mahkemenin son sahnesi, Coly’nin avukatının yaptığı savunma. Gözlerimizin içine bakarak yapılan savunma mahkeme salonundaki kadınlarla bizi -karanlık sinema salonunda oturanları- ortak bir zemine çağırarak ansızın mitolojik bir yaratığa dönüştürüyor. Bedenlerimizin birbiriyle kurduğu canlı bağa ve hücrelerimizin taşıdığı jenerasyonlara seslenerek, bizi hep beraber aynı tuhaf hibrit yaratık olmanın kırılgan büyüsüyle baş başa bırakıyor.

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?

Merkezini karakterler ve bilhassa karakterlerin çok boyutluluğu üzerine kuran bir film Saint Omer. Aynı anda birçok farklı motivasyon ve özellik taşıyabilen, değişen, dönüşen ve kendilerini sorgulayan iki karakter ekseninde genişliyor. Yargıç, sorgu hâkimi, Rama’nın partneri gibi yan karakterler hikâyenin merkezinde konumlanan sistemi oluşturan, katılaşmasına sebep olan temsiller olarak ayrıca önem taşıyor. Her karakter Laurence Coly’nin ve Rama’nın deneyimlerine olan etkisi ve durdukları tarafla şekilleniyor; hareket ve tavırlarının yarattığı etkiyle belirginleşiyor. Bu eksende hikâye ilerledikçe ve sistemin yapısı kendini belli ettikçe, yine oldukça merkezi role sahip olan Coly’nin ve Rama’nın anneleri de benzer şekilde çok boyutlu bir bakışla görülebilmeye başlıyor.

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…

Kafamda mekâna yapılan vurguya dair bir soru işareti oluştu: Film adını, mahkemenin gerçekleştiği yer olan Saint Omer’den alıyor ve bu tercihi dikkat çekici buluyorum. Bir yandan filmin önemli bir kısmının geçtiği mekân olan mahkeme salonu ve Laurence Coly arasında da görsel tercihler üzerinden yapılan bir eşleşme var. Coly, duruşma sahnelerinde mekânla neredeyse birleşiyormuş gibi görünen bir renk uyumu içinde, bu bir tür görünmez olma hâli ve elbette çok yerinde. Mekânlar önemli çünkü Coly’nin Siyah, genç ve göçmen bir kadın olarak mekânlarda konumlanışı, varlığı ya da konumlanmamayı tercih edişi ve yokluğuna dair büyük bir anlatı var aslında. Yaptıkları da bu ışıkta bambaşka bir form kazanıyor ve Coly’nin bebeğinin mekânlardaki olası varlığı hakkındaki fikirlerine dair de bir sorgu yaratıyor.