2022: En iyi 75 film
İllüstrasyon: Eda Çağıl Çağlarırmak
Neredeyse son âna kadar dengelerin değiştiği hararetli bir oylama sürecinin ardından, geleneksel 75 film listemiz huzurlarda. Seçkimiz yapım yılı 2022 olan filmlerden oluşuyor ancak Türkiye vizyon takvimi gibi sebeplerle bu sene izleme imkânı bulduğumuz kimi 2021 yapımlarının da cazibesine karşı koyamadık, değerlendirmeye aldık.
İşte geniş mi geniş bir jüriyle kayıt tuttuğumuz 2022 sinema yılı ve bize kalanlar…
75. Coupez! / Final Cut
(Yön: Michel Hazanavicius)
Kült mertebesine erişmiş bir Japon zombi komedisi olan Kamera o tomeru na!’nın yeniden çevrimi. Domino taşı etkisiyle bir saçmalığın bir diğer saçmalığı ve sonunda da sonsuz bir saçmalıklar silsilesini tetiklediği, yapay gözyaşları ve bolca kusmuk dolu yapım; tahammül gücünü yükseklerde tutabilenlere çölde margarita dolu bir yüzme havuzu bulmuş hissiyatı yaratacak bir kahkaha krizi vadediyor.
74. Woman King
(Yön: Gina Prince-Bythewood)
Kolonileşmeyle sömürüye açılmış Afrika topraklarında, köle ticareti yaparak ayakta kalan krallığın, tamamen kadın savaşçılardan oluşan Dahomey Amazonları olarak bilinen güçlü ordusuna odaklandığımız filmde; ordunun generali Nanisca rolüyle Viola Davis çarpıcı bir performans ortaya koyuyor. Kadının doğası ve toplumsal yaşantıdaki çilesine dair tarihten farklı bir perspektif sunan film, ayrıca baba-oğul ilişkisine dair sayısız anlatımla dolup taştığımız yılların getirdiği doygunluğu bir kenara koyuyor, anne-kız ilişkisi üzerinden güzel de bir parantez açıyor. Breonna (Taylor) ismiyle yaptığı final ise tüyleri diken diken ediyor.
73. Walad Min Al Janna / Boy From Heaven
(Yön: Tarik Saleh)
Yoksul bir balıkçının oğlu olan Adam, Kahire’de İslami eğitim veren prestijli bir üniversitede okumaya hak kazanır. Ancak yapmak zorunda kaldığı muhbirlik görevi onu Mısır’ın dini ve siyasi elitleri arasındaki bir güç savaşının ortasında bırakır. Temposu düşmeyen ve merak duygusunu ayakta tutan bu politik gerilim, İsveç’in Oscar adayıydı. Film, yer yer dışarıdan bakıştan muzdarip olsa da gücünü yakın geçmişte derin siyasal çalkalanmalardan geçen bir ülkede tabu bir konuya dokunma cesaretinden alıyor.
72. Manto de gemas / Robe Of Gems
(Yön: Natalia López)
Manevi bir yara ve onun psikolojik, görünür olmayan boyutları… Meksika kırsalında kayıp bir kişinin davası yüzünden geri dönülmez bir trajedi ve şiddet sarmalına sürüklenen üç kadını ele alan Robe Of Gems; neler olup bittiğini dolaylı ipuçları ve bulanık göstergelerle çıkarabildiğimiz, tam olarak teyit edilmeyen, tedirgin edici bir hikâyeye sahip.
71. Top Gun: Maverick
(Yön: Joseph Kosinski)
30 yıllık donanma hizmetinden sonra kendisini karaya bağlayacak terfiden kaçan Pete “Maverick” Mitchell, Top Gun mezunlarından oluşan bir müfrezeyi benzerine rastlanmamış özel bir görev için eğitmeye başlar. Tom Cruise’un kariyerinin en meşhur karakterlerinden birine 26 sene sonra tekrar hayat verdiği film, öncülünün ruhunu fazlasıyla taşıyan, görkemli bir nostalji seansı.
70. Leonor Will Never Die
(Yön: Martika Ramirez Escobar)
Filipinli Martika Ramirez Escobar’ın Sundance Film Festivali’nde Yenilikçi Ruh ödülüne layık görülen ilk uzun metrajı Leonor Will Never Die, kafasına televizyon düşüp kendini mecralar arası bir serüvende bulan emekli bir senaristi konu alıyor. Türlerin ve birçok görsel stilin iç içe olduğu fazlasıyla eğlenceli bir seyir deneyimi olmakla beraber, çözümlenmemiş kayıp ve yas duygularıyla ilgilenen ve bunu renkli, yenilikçi bir dille başaran bir iş.
69. Pleasure
(Yön: Ninja Thyberg)
20 yaşındaki Jessica’nın, İsveç’te yaşadığı küçük kasabasından porno yıldızı olma hayaliyle Los Angeles’a taşınma macerasını anlatan Pleasure; porno sektörünün görünmeyen yüzü, tırmanılan kariyer basamakları ve yükselmek için ne gibi zorluklarla karşılaşıldığı üzerine. Yönetmen Ninja Thyberg röntgenciliğe hiç geçit vermiyor, hırs ve rıza kavramları cesur bir anlatımın baş ögelerini oluşturuyor.
68. The Menu
(Yön: Mark Mylod)
Kendini performatif bir gösterinin içinde bulmanın tedirginliği, bir akşam yemeği seansına sığarsa? Yakın dönemde perdede görmeye alıştığımız, üst sınıf dünyasına ait bu filmde, Mark Mylod sterilize bir yaklaşım için kameranın bütün hünerlerini kullanırken, izleyicisini ünlü şef Slowik’in restoranına fütursuzca davet ediyor.
67. Ta Farda / Until Tomorrow
(Yön: Ali Asgari)
Yeni doğan bir bebek, gizlice anne olan bir kadın, bu bebeği emanet edecek yer ihtiyacı ve eldeki kısıtlı zaman… Ali Asgari’nin kendi kısa metrajından uyarladığı ve yine otorite, toplum, aile mefhumlarını odak noktaya yerleştirildiği yapım; seyircisini, bir bebeği olduğunu ebeveynlerinden saklayan İranlı Narges’in çaresizliğine başarıyla ortak ettiriyor.
66. Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush / Rabiye Kurnaz vs. George W. Bush
(Yön: Andreas Dresen)
Berlinale’den iki ödülle dönen Andreas Dresen filmi, suçsuz olduğu anlaşılmasına rağmen köktendinci militan olduğu iddiasıyla Guantanamo’da tutulan Murat’ın maruz kaldığı haksızlığa ve hükümetlerin kirli ikili oyunlarına dikkat çekiyor. Oğlu için hak mücadelesine başlayan Rabiye Kurnaz’ın gerçek hikâyesi, Meltem Kaplan’ın harika performansıyla birleşince saç baş yolduruyor.
65. Cha Cha Real Smooth
(Yön: Cooper Raiff)
Genç yönetmen Cooper Raiff’in Sundance’de seyirci ödülü kazanan filmi, takip etmesi oldukça keyifli bir genç yetişkinlik hikâyesi. Üniversite mezuniyetinden sonra karşı karşıya kaldığı sorunlarla mücadele eden Andrew’un yolu, genç bir anne olan Domino ve onun otizmli kızı Lola ile kesişiyor. Andrew nahif karakteriyle bu anne kızın hayatında yer edinirken Domino’ya âşık oluyor ve olaylar gelişiyor.
64. Glass Onion: A Knives Out Mystery
(Yön: Rian Johnson)
Rian Johnson’ın bir önceki suç – gizem hikâyesi Knives Out’un yine dev kadrolu devam filmi Glass Onion: A Knives Out Mystery, tercihleri, tonu yönünden orjinaline zıt; yöntem bakımından ise hâliyle benzer bir devam filmi. Etkisi tümüyle karmaşıklığının merkezindeki basitlikte saklı yapım, -ilkinde olduğu gibi- “whodunit” ustası yönetmenin maharetlerini ortaya seriyor.
63. Benediction
(Yön: Terence Davies)
I. Dünya Savaşı’nda asker olan, aynı zamanda yazdığı savaş karşıtı muhalif şiirlerle hafızalarda yer edinen Siegfried Sassoon merkezde. Eşcinselliğin suç sayıldığı dönemlerde kendini gizlemeyen Sassoon’un varoluş çabalarını izleten Benediction, aklına takılan soruların ve deneyimlediği hislerin penceresinden, 20. yüzyıla damgasını vuran İngiliz şaire eşlik ettiriyor.
62. Pearl
(Yön: Ti West)
Yılın diğer Ti West filmi X’in antagonistinin kökenini araştıran, üçlemenin ikinci filmi Pearl’de; otoriter annesi ve hasta babasıyla çiftlik hayatına sıkışmış, büyük hayalleri olan, sıradan taşralı bir kızın hikâyesi anlatılıyor gibi gözükebilir ama dikkat! Hollywood’un Altın Çağ’ındaki huzurlu atmosferi kan donduran slasher sahneleriyle birleştiren Pearl, Martin Scorsese’den geçer not alacak kadar alışılmışın dışında bir korku anlatısı. Sergilediği performansla Mia Goth’un -canlandırdığı Pearl’ün aksine- gerçek bir star olduğu da kesin.
61. The Territory
(Yön: Alex Pritz)
Brezilya’da yağmur ormanlarını korumak için mücadele veren Uru-eu-wau-wau kabilesinin öyküsü. İlk kez 1980’lerde hükümet tarafından tanınan ve 1991’de toprakları üzerinde hak kazanan bu yerli halk, büyük yatırımcılar tarafından desteklenen, Amazon havzasını otlak araziye çevirmek isteyen çiftçilere karşı mücadele veriyor. Çabaları, “toprağı layıkıyla işleyemeyen” yerlilerin yaşam alanlarında hak iddia edebileceğini iddia eden kapitalist zihniyeti fazlasıyla açık ediyor. Kabile ile üç yıldan uzun zaman geçiren yönetmen Alex Pritz, sadece kendi toprakları değil, -var olan iklim krizini göz önünde bulundurduğumuzda- tüm dünya için saygıyı hak eden bu direnişi özenle takdim ediyor.
60. Speak No Evil
(Yön: Christian Tafdrup)
Speak No Evil, bir yaz tatilinde tanışmalarıyla hikâyeleri başlayan Danimarkalı ve Hollandalı iki ailenin bir araya gelmesiyle zincirlenen korkunç olaylar dizisini konu ediniyor. Danimarkalı yönetmen Christian Tafdrup’un, Kuzey Avrupa toplumlarının sahip olduğu yapay nezaketi hedef tahtasına oturttuğu filmi, korku ve gerilim hattında gezinirken sosyal becerilerimizdeki koşullanmaları ifşa etmesiyle oldukça rahatsız edici bir seyirlik. Bu yönleriyle pek çok eleştirmen tarafından Haneke ve Trier sinemasına benzetilmesi şaşırtıcı değil.
59. War Pony
(Yön: Gina Gammell, Riley Keough)
Gina Gammell ve Riley Keough’nun, 75. Cannes Film Festivali’nden Altın Kamera ödülüyle dönen ortak çalışması War Pony; ABD’de, yoksulluk derecesinin hayli yüksek olduğu bir bölgeden, Oglala Lakotalarına mensup Bill ve Matho hakkında. Profesyonel olmayan oyuncuları ile bir nevi yeni-gerçekçiliğin parçası olan hikâye, doğduğumuz kabukları saran bağlara adanıyor.
58. Turning Red
(Yön: Domee Shi)
13 yaşındaki Mei Lee, dominant bir kişilik yapısına sahip annesi Ming’e karşı hayatının dizginlerini eline almaya çalışırken, bir yandan da yaşadığı duygu değişimlerinin onu kırmızı bir pandaya dönüştürmesini engellemeye çalışır. Pixar hayal fabrikasının son üretiminde yönetmen Domee Shi; yetiştiği kültürü, ergenliğin karmaşısını ve ebeveyn-çocuk etkileşimlerini, izleyeni istemsizce gülümseten bir animasyonda masaya yatırıyor.
57. Vortex
(Yön: Gaspar Noé)
Biri demans hastalığından muzdarip yaşlı çiftin, Paris’te bir apartman dairesindeki günlük yaşamına şahitlik ediyoruz. Alışılmadık ölçüde kişisel ve dokunaklı bir filmle karşımıza çıkan Gaspar Noé; çiftin günlük ritmini bölünmüş ekran tekniğinin içinde uzun doğaçlama sahnelerle vermeyi tercih ediyor. Vortex; yaşlılık, hastalık, ölüm ve hafızanın yitirilmesine dair sarsıcı bir anlatı.
56. X
(Yön: Ti West)
1979 senesinin Teksas’ında altı arkadaş, yetişkin filmi çekmek için uzak bir çiftlik evinde toplanır ancak onları iş üstünde yakalayan ev sahibi nedeniyle kendilerini hayatta kalma mücadelesinin içinde bulmaları uzun sürmez. Hem yenilikçi hem de öykündüğü grindhouse ve slasher örnekleri nedeniyle fazlasıyla tanıdık hissettiren X, adrenalin seviyesini sık sık yukarı çıkartabilen bir seyir deneyimi.
55. White Noise
(Yön: Noah Baumbach)
White Noise, 80’lerin başlarında ABD’li profesör Jack Gladney ile nevi şahsına münhasır ailesinin kendi hâlinde akıp giden yaşamlarından bir kesitle başlayıp, aile üyelerinin evinin yakınlarındaki bir toksik patlama sonucu gelişen gergin bir hayatta kalma savaşıyla devam ediyor. Baumbach, kaynak Don DeLillo kitabının farklı bir kurgusal gerçeklikle yansıttığı 80’leri, o günlerin sinemasal alışkanlıklarıyla oynayarak yorumlamış ve kendine özgü mizahını da yazarın deliliğine bulamış.
54. Berdreymi / Beautiful Beings
(Yön: Guðmundur Arnar Guðmundsson)
Hjartasteinn / Heartstone ile tanıdığımız İzlandalı yönetmen Guðmundsson, ikinci uzun metrajında da bir ilk gençlik anlatısıyla karşımıza çıktı. 14 yaşındaki Addi, Konni, Siggi ve Balli isimli dört çocuktan oluşan bir arkadaş grubunu anlatısının merkezine oturtan Beautiful Beings’de büyüme hikâyesi akran zorbalığı, dostluk, keşif ve sevgi gibi temalara dolanarak örülüyor. Yönetmeninin dediği gibi “gençlik enerjisiyle, umutla, karmaşık hislerle dolu”, şefkatli bir dram.
53. Funny Pages
(Yön: Owen Kline)
“Bu film 70’lerde çekilmiş olmalı.” diye sorgulatan Funny Pages, çizgi roman sanatçısı olabilmek için gözünü karartan Robert’ın büyüme hikâyesini, dönemin ruhunu dakikalara, detaylara ustaca zerk etmeyi başararak işliyor. Filmin konu edindiği yıllarda özellikle küçümsenen çizerliği bir kariyer olarak seçmenin yarattığı zorlu psikoloji, yönetmenin kişisel hikâyesinin de yankılarıyla aktarılıyor. Genç Robert’ın takdire şayan adanmışlığını, komik ve yer yer “cringe” yaşantısını; sosyal medya platformlarıyla yapma etmenin bir yolunu bulmayı ve paylaşmayı çantada keklik gördüğümüz günümüzde izliyor olmak, bugüne dair de anlamlı notlar düşürüyor.
52. Bones and All
(Yön: Luca Guadagnino)
Yamyamlık güdüleri nedeniyle hayatı boyunca herkesten ve her şeyden farklı bir çeşit canavar olarak yaşamaya mahkum edilmiş bir genç kadının kendi özünü bulup serbest bırakmayı öğrenmesi şeklinde kabaca tanımlanabilecek bir hikâye anlatan Bones and All; sinema tarihinin çok sayıdaki suç ve öze dönüş filmine benzer bir his yaratıyor ve her birinden farklı bir sinemasal dille özgün bir anlatıya dönüşmeyi beceriyor.
51. After Yang
(Yön: Kogonada)
Sundance’den Alfred P. Sloan ödülüyle ayrılan After Yang; yazarı, yönetmeni ve kurgucusu Kogonada’nın Columbus sonrası beklenen geri dönüşü. Alexander Weinstein’in bir kısa öyküsünden uyarlanan film, yapay bilincin gündelik yaşamda neredeyse hayatî önem taşıdığı bir gerçeklikte, android Yang’i oldukça benimsemiş bir ailenin ona veda sürecini konu alıyor. Etik ve varoluşsal sorulara daldıran; dingin, neredeyse uhrevi bir anlatıma sahip, duygusal bir iş.
50. Athena
(Yön: Romain Gavras)
Paris’te polis kurşunuyla hayatını yitiren Cezayirli küçük bir çocuğun üç abisinin ekseninde nefes kesen çatışma filmi Athena’yı, bıçağın kemiğe dayandığı bir hukuksuzluğun karşısına isyan bayrağını diken dev bir protesto gösterisi gibi tasarlamış Romain Gavras. Yalnızca aksiyon sahnelerindeki yetkinliğiyle değil, kamera ve sesle beyaz perdede ne türde büyüler yaratılabileceğine dair de akıl almaz bir sinema deneyimi.
49. Utama
(Yön: Alejandro Loayza Grisi)
Güney Amerika dağlarında Quechualı, yaşlı bir çift, yıllardır aynı güne uyanmışçasına, başı-sonu belli günlük rutinlerini izlerken, torunlarının ziyareti ile bazı değişimler ve yüzleşmeler baş gösteriyor. Eskimeyen bir aşkı, patriyarkaya ve ekolojiye dair bir sorgulayışın içine usulca ekmeyi başaran Utama; fotoğrafçı ve görüntü yönetmeni Alejandro Loayza Grisi’yi geniş kitlelere tanıttı.
48. Syk pike / Sick of Myself
(Yön: Kristoffer Borgli)
20’li yaşlarının başındaki Signe ile obsesif bir karaktere sahip, sanat işleriyle yakından uğraşan Thomas’ın ilişkilerini merkezine alan Sick of Myself, İskandinav sinemasının son dönemdeki kayda değer örneklerinden. İlgi budalalığı kavramını oldukça ironik bir dille anlatırken, “Kurban psikolojisinin getirdiği faydalar, sonuçlarına değer mi?” diye soran film, modern dünyada yükselen narsisizm hakkında tespitleriyle ilgiyi hak ediyor.
47. The Fabelmans
(Yön: Steven Spielberg)
Spielberg ailesinin kurmaca izdüşümü olan Fabelmanların öyküsünü aktaran yapımda yönetmenin Arizona’da geçen çocukluğu, gençlik yılları, sinemaya duyduğu aşkın nasıl filizlendiği keşfe çıkılıyor. Formunda bir Steven Spielberg rejisi, nefis oyunculuk performansları, hatta bir de John Ford suretinde David Lynch cameosu da The Fabelmans’ı cazip kılan etkenlerden.
46. Klondike
(Yön: Maryna Er Gorbach)
Rus saldırılarına maruz kalan bir Ukrayna köyünde erkekler savaş, öldürmek, kaçmak dışında bir şeyden bahsetmezken; karnı burnunda hamile Irka inatla eve tutunmaya, hayatın sıradanlıklarını devam ettirmeye, pasif direnişini korumaya çabalar. Savaşın, parçası olmayı seçmeyenleri de seçenler kadar yutan bir dipsiz kuyu olduğunu haykıran Klondike; izleyicisinden yoğun bir empati kurmasını talep eden, sindirmesi de deneyimlemesi kadar zor bir yapım. Özellikle final bloğuyla seyircisini oturduğu yere öyle bir çakıveriyor ki yarattığı intiba, izlediğiniz salonu fiziksel olarak terk ettikten çok sonra dahi sizi o koltuktan ayırmıyor.
45. Rimini
(Yön: Ulrich Seidl)
Altı yılın ardından bir Ulrich Seidl projesi, izlemek için başka bir nedene gerek var mı? Avusturya sinemasının en acayip filmlerinden birkaçına imzasını atmış olan nevi şahsına münhasır yönetmen, bu kez yanına Goodnight Mommy’den tanıdığımız Veronika Franz’ı almış ve kamerasını, yitip gitmiş şöhretini soğuk ve kasvetli Rimini kasabasında arayan eski bir pop yıldızına çevirmiş. Yoğun, rahatsız edici, bir o kadar da büyüleyici bir karakter çalışması.
44. Moonage Daydream
(Yön: Brett Morgen)
David Bowie’nin aile üyeleri tarafından geçer not alan ilk sinema filmi, onun yaratıcı ve müzikal yapıtlarından oluşan bir yolculuk niteliğinde. Bugüne kadar yayımlanmamış görüntüler, görülmemiş performanslar ve Bowie’nin kendi müzikleri ve sözleriyle güçlendirilen Moonage Daydream; “belgesel” ya da “biyografi” tanımlarının ötesinde, “sinematik bir deneyim”.
43. Alcarràs
(Yön: Carla Simón)
Altın Ayı’nın bu seneki kazananı Alcarràs, güneş panelleri inşası nedeniyle şeftali ağaçlarını kaybetme sürecindeki bir aileyi anlatıyor. Son hasat dönemi; nesillerdir biçtikleri araziyi terk etmeye hazırlanan yetişkin üyelerin kriz hâli, genç üyelerin aidiyet yahut kimlik arayışları ve kendi dünyalarına tutunmakta ısrar eden çocukların oyunları ile geçiyor. Gücünü büyük oranda amatör oyuncu kadrosundan alan, acı-tatlı tabirini tam olarak karşılayan, cıvıl cıvıl, yalın, samimi bir yapım.
42. Barbarian
(Yön: Zach Cregger)
İş görüşmesi için geldiği Detroit’te ev kiralayan Tess adlı karakterin, eve çifte rezervasyon yapıldığını öğrenmesiyle yaşadığı beklenmedik olayları konu edinen Barbarian, senenin büyük yankı uyandıran korku filmlerinden. Anlatısına woke kültürü, #metoo hareketi gibi güncel konuları da katan yapım, janrın klasikleşmiş birçok unsurunu kullansa da sürpriz anlatı tercihleriyle dinamik bir yapım ortaya çıkarmayı başarıyor.
41. Sigurno mjesto / Safe Place
(Yön: Juraj Lerotić)
Bir intihar girişiminin ardından sarsılan iki erkek kardeş ve bir annenin 24 saatini odağına alan Safe Place, Hırvat yönetmen Juraj Lerotić’in ilk uzun metrajı. Kardeşlerden Damir’in intihar teşebbüsünden sonra, diğer kardeş Bruno ve annesi onu “güvenli yer”e ulaştırmaya çalışırken hem Damir’in hem de diğer insanların duvarlarına çarpıyorlar. Dünya prömiyerini Locarno Film Festivali’nde yapan film, duygusal anlamda sarsıcı öyküsünü, dikkate değer biçimsel dokunuşlarla bir üst mertebeye çıkarıyor.
40. Karanlık Gece
(Yön: Özcan Alper)
Karıştığı bir linç olayı sonrası doğup büyüdüğü küçük dağ kasabasından ayrılan İshak’ın, yedi yıl sonra kendisi ve kasaba ahalisiyle hesaplaşmasını anlatan Özcan Alper; bu toprakların hoşgörü ve misafirperverliği hakkındaki ezbere düşüncelerin -hele ki günümüzde- bir yanılsamadan ibaret olduğuna dair bir bakış açısı benimsiyor Karanlık Gece’de. Hem bir fail olan baş karakterin içsel çatışmalarının gücüyle hem de filmin kronikleşen vicdansızlığa, eril şiddete, kolektif tahammülsüzlüğe dair sarf ettiği gerçek ve can acıtıcı cümlelerle, Sonbahar’ın ardından en etkileyici Özcan Alper çalışması.
39. Plus que jamais / More Than Ever
(Yön: Emily Atef)
Yaşadığı sağlık sorunları sonrası kendisini bulmak için Fransa’dan Norveç’e doğru yola çıkan Helene ile onun güçlü ve derin bir bağı olan Mathieu’nün yaşadıklarına eşlik ediyoruz More Than Ever’da. Norveç’te geçirdiği süre boyunca adım adım yaklaştığı ölüm fikriyle arasındaki duygusal mesafe bir açılıp bir kapanan Helene ve kabulleniş yolculuğu; gözyaşı pınarlarımızı kurutmaktan ziyade, ölümlü olmanın getirdiği kompleks gerçeklerle yüzleştirmek niyetinde.
38. The Batman
(Yön: Matt Reeves)
The Batman’le, trajik orijinini ezbere bildiğimiz gececil kahramanın karanlıkla diyaloğunda sıra bu sefer “çaylaklık” yıllarında diyor Matt Reeves. Gotham’ın belediye başkanlığı seçimlerinin arka planına odaklandığımız film bir güç savaşı denklemi, Detective Comics serilerine bir saygı duruşu. Greig Fraser’ın muazzam sinematografisi ile karanlık, soğuk ve kasvetli Neo-gotik Gotham doyumsuz bir seyir zevki veriyor. “Çaylak” Batman fikri, “Batman her zaman bir yolunu bulur.” tembelliğine panzehir olurken; Paul Dano, şimdiye kadar ortaya konan en iyi Riddler performansıyla baş döndürüyor.
37. The Wonder
(Yön: Sebastián Lelio)
İrlanda’nın kimselerin uğramadığı, izole bir bölgesini mesken tutan The Wonder, birbirine yabancı iki kadını bir bilinmezin içinde kesiştiriyor. Çuvaldızı geniş bir perspektifle aile yapısına ve her devrin kendine özgü toplumsal iki yüzlülüklere batıran bu etkileyici seyirlik, Şilili yönetmen Sebastián Lelio’nun ellerinden çıkma.
36. Vanskabte land / Godland
(Yön: Hlynur Pálmason)
19. yüzyılda genç Danimarkalı rahip Lucas’ın, İzlanda’ya bir kilise inşa etmek üzere çıktığı yolculuğu konu edinen Godland, “çeviride kaybolanlar”ı yüzyıllar öncesinde geçen bir hayat döngüsü üzerinden ele alıyor. Yönetmen Hlynur Pálmason’un ülkesi ve hatta evinin çevresindeki İzlanda doğasına dair düştüğü nefes kesici görsel notlar, böylesi manzaralardan keyif alan bir izleyici için filmi baştan çıkarıcı bir deneyime dönüştürüyor. Doğanın ölüm – yaşam ikiliği, acımasızlığı ve şefkati Godland’deki karakterlerde yankı buluyor ve nihayetinde ortaya insanlık, yabancılaşma ve ölüm üzerine zamansız bir anlatım çıkıyor.
35. So-seol-ga-ui yeong-hwa / The Novelist’s Film
(Yön: Hong Sang-soo)
Aralıksız üretimine devam eden yönetmenin Hong Sang-soo’nun yeni filmi, başarılı ancak yaratım sürecinde yaşadığı tıkanıklıklarla kariyerinde boşluğa düşmüş yazar Kim Jun-hee’ye odaklanıyor. İnsan ilişkileri, gündelik hayatın içinden ayrıntılar, uzun diyaloglar ve sanatçı olmanın doğasını araştıran küçük ölçekli hikâyesiyle; yönetmenin filmografisinden aşina izlere rastladığımız şiirsel bir deneyim.
34. Kimi
(Yön: Steven Soderbergh)
Günümüzde giderek yaygınlaşan yapay zekâ sistemli sanal asistanlardan biri olan Kimi’nin hatalarını düzeltip raporlayan Angela, bir gün Kimi aracılığı ile dinlediği yayında rahatsız edici diyaloglara şahit oluyor ve bunu çalıştığı, aynı zamanda teknolojiyi geliştiren şirket yetkilileri ile paylaşıyor. Yaptığı hatanın farkında vardıktan sonra da kendini bir kedi-fare kovalamasının içinde buluyor. Soderbergh az sayıda mekân kullanarak, psikolojik gerilim alt türüne taze ve zekice kurgulanmış bir yorum getiriyor.
33. Earwig
(Yön: Lucile Hadžihalilović)
II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sını mesken tutuyor, Lucile Hadžihalilović’in, Brian Catling’in aynı adlı romanından uyarladığı Earwig. Küçük ve kasvetli bir apartman dairesine kapatılan, dişleriyle ilgili tuhaf bakım ritüellerine ihtiyaç duyan Mia adındaki kız çocuğu ve onun bakımından sorumlu olan Albert odakta. Kasıtlı olarak belirsizlikte bırakılan birçok olay örgüsü unsuru, David Lynch sinemasını anımsatan filme hâkim olsa da bu gotik bir peri masalına hapsolmaya engel değil.
32. Holy Spider
(Yön: Ali Abbasi)
İran’da yaşanan bir dizi cinayetten esinlenen bu neo-noir, bir kadın gazetecinin seks işçilerini hedef alan bir seri katilin peşine düşüşünü anlatıyor. Sansür sebebiyle Ürdün’de çekilen ve yoğun vahşet sahneleri içeren bu gerilim, katilin kimliğini başından itibaren açık ederek sırtını bir polisiye gizeme yaslamıyor. Katilin bakış açısı bu sayede bir toplumun psikozunu yansıtırken kurumların iş birlikçiliği, sistemin yozluğu, gericilik, patriyarka ve mizojini gibi olguları görünür kılıyor. Masha Amini’nin polis gözetiminde katledilmesi sonrası İran’da kadınların öncülüğünde gerçekleşen kitlesel protestolarla önem kazanan film, kötülüğün devamlılığına dair karamsar bir bakış açısına sahip.
31. Flux Gourmet
(Yön: Peter Strickland)
Bir tür gotik sonik aşçılık enstitüsünden yükselen bir hiciv demeti Flux Gourmet. Peter Strickland’ın bedene, organa, fetişe ve elbette sese olan ilgisinden güç alan bu kara komedi; eşsiz, renkli görüntüleri ve duyuların işlevselliğini zorlayan diliyle, hayal gücünün doğadan azade düşünülmemesi gerektiğini hatırlatıyor.
30. Men
(Yön: Alex Garland)
Oldukça travmatik bir ayrılık sürecinin ardından uzak bir kasabada, sakin bir evde huzuru bulmaya giden Harper’ın, çevresinde belirmeye başlayan, aynı suretteki farklı erkeklerle mücadelesi… Önceki filmlerinde de toksik kadın – erkek ilişkilerinin yarattığı tahribata değinen Alex Garland’ın bu kez meseleye en baştan başlayıp, en genel (ve ne yazıktır ki en güncel) hâline varması ve bu sırada kullandığı akla ilk gelen metaforlar, kimi izleyici için fazla kör göze parmak kaçabilir. Ancak Garland klişeleri, tıpkı tüneldeki tekrar eden yankı gibi kendini yeniden canlandıran, birbirinden üreyen ve doyumsuzca sevilmek isteyen erkeklerin varoluş epiğine dönüştürmeyi beceriyor.
29. Prey
(Yön: Dan Trachtenberg)
Predator serisinin öncesini keşfettiren film, Komançi kabilesine mensup genç kadın Naru’nun 300 yıl önceki hikâyesine odaklanıyor. Tüm savaşçı ve avcı yeteneklerine rağmen erkekler tarafından ciddiye alınmayan Naru, bir uzay gemisiyle birlikte yeryüzüne inen Predator’u görüyor ve hem halkını bu yırtıcıya karşı korumak hem de kendisini ispatlamak için mücadeleye başlıyor. Aksiyon sekansları ustalıkla kotarılan Prey, öncül serinin mitolojisini lüzumsuz yere genişletmek yerine karakterin dramatik yolcuğuyla ilgilenmeyi tercih etmesiyle de takdire sebep.
28. As Bestas / The Beasts
(Yön: Rodrigo Sorogoyen)
The Beasts, Galiçya’nın iç kısımlarında küçük bir köye yerleşmiş ve şehirden uzak bir hayat kurmaya çalışan bir Fransız çiftin, komşularıyla yaşadıkları çatışma sonrası geçen olaylar hakkında. Yaşadığı yeri muhafaza etmek ya da bir yere ait hissetmek için feda edebileceklerinin sınırı olmayanlar arasındaki şiddetli diyalog; adalet, öteki olma ve mülkiyet kavramları üzerinden, psikolojik gerilimin giderek tırmandığı bir atmosferde işleniyor.
27. Stars at Noon
(Yön: Claire Denis)
Denis Johnson’ın aynı isimli kitabından ilhamla çekilen Stars at Noon, yaşayan en maharetli sinemacılardan Claire Denis’ye 75. Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü getirmişti. Nikaragua’da mahsur kalan ABD’li gazeteci Trish, aynı zamanda kaçış şansı olduğunu düşündüğü gizemli İngiliz iş insanı Daniel’a âşık olur. Romantizm ve aksiyonun kesişim kümesindeki anlatı ikili arasındaki romantik ilişkiyi eksenine alsa da Nikaragua’nın politik ikliminden beslenmekten de geri durmuyor.
26. Fire of Love
(Yön: Sara Dosa)
Katia ve Maurice Krafft, üniversite eğitimleri esnasında tanışıp evlenen iki yanardağ bilimcisi. 21 senelik birlikteliklerini dünyanın birçok yerindeki volkanik patlamaları görüntüleyerek ve toplumu bu doğa olaylarına dair bilinçlendirerek geçiren Fransız çiftin bilimsel merakları ve macera tutkuları, korku hislerine her daim ağır bastı. Çiftin akıl almaz güzellikteki arşiv görüntülerini müthiş bir kurguyla işleyen bu “tabiat belgeseli” aynı zamanda aşka, ölüme ve anlamlı bir hayat inşa etmeye dair lirik bir öykü.
25. Kurak Günler
(Yön: Emin Alper)
Belediye seçimlerinin hemen öncesinde tansiyonu yüksek Yanıklar kasabasına atanan savcı Emre’nin uyum süreci kisvesinde ilerleyen Kurak Günler, işlenen bir suçla birlikte keskin bir taşra polisiyesine dönüşüyor ve bu soruşturma sürecini takip ediyor. Karakterler arasındaki tansiyonun artmasıyla, gerilim pedalına da tam gaz basan Emin Alper; suç, adalet ve hafıza üçgeninde, iktidar mekanizmasının yarattığı baskıyı ve ötekileştirici dili, soluksuz izlenen bir sinema deneyimi üzerinden önümüze getiriyor. Gücün erkle olan ilişkisini anlatan bir hikâyenin merkezine yerleşmiş erkek karakterin, kendi cinselliğine dair net bir tanım yapılmaması ise filmin marifetli buluşlarından biri.
24. You Won’t Be Alone
(Yön: Goran Stolevski)
19. yüzyılda Makedonya’daki bir köyde geçen, insan olmanın -hatta daha da ileriye giderek olma eyleminin- anlamını deneysel yöntemlerle sorgulayan bir cadının hikâyesi. Biçim, cinsiyet, tür değiştirebilen Nevena isimli karakterin dönüşüm sahneleri hâliyle ürkütücü, vahşi, kanlı ve kan dondurucu. Eril mitlerin hâkimiyetiyle birlikte, dişi karakterlerin geceye ve karanlığa gömüldüğü, cadılaştığı kültür tarihinde, bu anlatıya dair yeni yorumlar ve yeni bakışlar arayanlar için, özellikle de Robert Eggers imzalı The VVitch’in tadı damağında kalanlar için, bu Noomi Rapace’lı yapım birebir.
23. Un Beau Matin / One Fine Morning
(Yön: Mia Hansen Løve)
Bir insan, kaybın ve aşkın yakıcılığı karşısında kendini nasıl ve ne kadar koruyabilir? Hep bir ağızdan söylenen neşeli bir şarkıyı neden tamamlayamaz ya da uzun ve hırpalayıcı bir bekleyişin ardından gelen “Seni seviyorum” mesajına niçin kayıtsız kalamaz? Mia Hansen Løve, sihrini sadeliğinden alan filmografisinin bu son halkasında Léa Seydoux’nun göz alıcı performansıyla canlanan Sandra karakterini merkeze koyuyor. Eşini yıllar önce kaybetmiş, küçük kızıyla birlikte Paris’te yaşayan bir tercüman olan Sandra, bir yandan nörodejeneratif bir hastalıktan muzdarip babasının hafızasından siliniyor olmanın yasını tutarken, diğer yandan uzun zamandır hissetmediği tutku ve arzuyu, bir başkasıyla evli olan eski arkadaşı Clément’da buluyor.
22. Neptune Frost
(Yön: Anisia Uzeyman, Saul Williams)
Saul Williams ve Anisia Uzeyman’ın ilk yönetmenlik denemesi olan Neptune Frost; cinsel kimlik, kapitalizm, teknoloji gibi sisteme dair gerçekliklerin sorgulanıp protesto mesajlarına dönüştüğü bir Afro-fütürist müzikal. İşçilerin elektronik cihazlara güç sağlayan koltan adlı mineralı çıkardıkları bir Burundi madeninde, sömürgeciliğe karşı tırmanan devrim girişimlerini anlatıyor. Tanya Melendez’in ışıltılı makyajları ile Cedric Mizero’nun kostüm ve yapım tasarımındaki estetiğinin ahenkli bileşimine büyülenmemek güç.
21. This Much I Know to Be True
(Yön: Andrew Dominik)
Yaşadığı trajedinin ardından yeniden anlam arayışında olan bir Nick Cave izliyor, Bristol’daki boş bir fabrikada kadim dostu ve yol arkadaşı Warren Ellis ile birlikte kaydettikleri performansa şahit oluyoruz This Much I Know to Be True’da. İki kameranın takip ettiği basit ve hoş bu konser belgesi, artık kendine müzisyen yerine heykeltıraş denmesini isteyen Nick Cave’i haksız çıkarır derecede güçlü.
20. Corsage
(Yön: Marie Kreutzer)
Beli özel dikim korselerde sıkışırken, ruhu biblo vazifesi gördüğü sarayda hapiste… Marie Kreutzer kısmen biyografik filmi Corsage’la, 40. doğum gününden itibaren gençlik takıntısı artan Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth’in hayatından bir kesit sunuyor. Gençliğinin sembolü belini, akla mantığa sığmaz diyetler ve korselerle aynı ölçüde tutmaya çalışan imparatoriçeyle birlikte fiziksel ve ruhsal açlığını tadıyor, yaş ve beden algılarımızı sorguluyor ve patriarkaya orta parmağımızı kaldırıyoruz.
19. Aşk, Mark ve Ölüm
(Yön: Cem Kaya)
60’lardan bugüne Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin müzik kültürü üzerine Cem Kaya belgeseli Aşk, Mark ve Ölüm; göçün müzikli tarihini adındaki üç kavram üzerinden, zengin bir arşiv malzemesi ve güncel röportajlarla destekleyerek anlatıyor. 1970’lerde Berlin’deki metro durağından dönüştürülmüş Türkischer Basar ve içindeki gazinodaki düğünlerde takılan marklara, sazlı protest müzikten 90’lardaki isyankâr hip hop hareketine çok şey söyleyen, uzun bir tarih hattında hızla giden bir duygu treni gibi. İzleyicisiyle çok içten ve güçlü bir bağ kurmayı başaran filmin Berlinale’de İzleyici Ödülü’nü kazanması şaşırtıcı değil.
18. EO
(Yön: Jerzy Skolimowski)
Her şeyi insan için görme fikrinin eleştirisinde, merkeze insan olmayan bir varlığı yerleştirmek, sinemanın sık uğradığı bir durak. EO da bu durağın ziyaretçilerinden. Polonya’da insanlar dünyasında bir eşeğin başından geçenleri izlerken, bu sevimli mi sevimli varlığı seven ve koruyan iyiler takımıyla, amansız kötüler arasındaki savaş türünden şablonlaşmış bir anlatımdan uzak durmasıyla tazeleyici bir dil yakalamış senaristler Ewa Piaskowska ve aynı zamanda filmin yönetmeni olan Jerzy Skolimowski. Olayları EO’nun gözünden görmemizi sağlayan kimi çekim açıları ve ses tasarımları filmi izlemeye değer kılanlardan.
17. Bardo
(Yön: Alejandro G. Iñárritu)
Alejandro G. Iñárritu’nun alter egosuyla tanışın: Los Angeles’da yaşayan, Meksikalı meşhur gazeteci ve belgesel yapımcısı Silverio Gama. Prestijli bir uluslararası ödül kazandıktan sonra ülkesine dönmeye mecbur kalan baş karakter; anılarının ve korkularının içinden geçerek içinde bulunduğu zamana ulaşıyor ve bu esnada kimliğe, başarıya, ölüme, derin ailevi bağlara, Meksika tarihine dair bir yığın sorunun ortasında kendisini buluyor. Sonuç görkemli bir “geçmişle hesaplaşma” seansı, stilize bir hafıza turu, varoluşu anlamlandırma çabası ve görüntü yönetmeni Darius Khondji’nin sinematik dehasına şapka çıkartan kareler…
16. Guillermo del Toro’s Pinocchio
(Yön: Guillermo del Toro, Mark Gustafson)
Gepetto Usta’nın ellerinde şekil bulan ahşap kukla Pinocchio gerçek bir çocuk olmayı düşler ve başka dünyalara açılan büyülü bir maceraya çıkarken, bir kez daha sevginin hayat veren gücünü keşfeder. Guillermo del Toro’nun, stop-motion üretimleriyle bilinen Mark Gustafson’ı yanına alıp klasik masala taze bir perspektiften yaklaştığı Pinocchio; politik arka planda faşist yönetiminin hüküm sürdüğü 1930’lar İtalya’sına yer vererek, meşhur masala karanlık ve derinlikli bir perspektif kazandırmayı başarıyor.
15. Pacifiction
(Yön: Albert Serra)
Sıra dışı yönetmen Albert Serra’nın 17. ve 18. yüzyıla ait tarihsel kişiliklerden ilham alarak yarattığı işlerinden ayrışan filmi Pacifiction, modern bir hikâyeye odaklanıyor. Tahiti’deki Fransız bir diplomatın Fransa hükümetinin nükleer denemelere başladığına dair bir paranoyanın başlangıcıyla yerel halkın arasına karıştığı bir süreci konu edinen anlatı, kâbusvari ve zorlayıcı bir seyir deneyimi sunuyor. Politik gerilim olarak kabul edebileceğimiz film; sömürgeciliğe, ahlaki yozlaşmaya, post-kolonyal dönemde kök salmış güç yapılanmalarına ve birtakım siyasi söylemlere dair pek çok kutuyu işaretlerken iddialı bir sinema dili kuruyor.
14. Nope
(Yön: Jordan Peele)
Sinemanın icadından beri film ve televizyon prodüksiyonları için atlar eğiten bir Siyah aile. Bir eğlence parkı işleten eski bir çocuk aktör. Ve bulutların arkasına gizlenmiş bir tanımlanamayan uçan nesne. Korku türündeki Get Out ve Us ile ABD toplumunda ırkçılığın yerine dair taze sözler söyleyen Jordan Peele; gerilim, bilim kurgu ve western kavşağında ikamet eden üçüncü uzun metrajında gösteri toplumu ve sömürünün sinema tarihine yansıması gibi temaları irdeliyor. İki selefine göre daha dağınık olsa da en az onlar kadar özgün ve şaşırtıcı olan filmde, Peele tıpkı karakterlerden birinin yaptığı gibi kusursuz bir kare için kendini feda ediyor.
13. All the Beauty and the Bloodshed
(Yön: Laura Poitras)
Oscar ödüllü Citizenfour’un yönetmeni Laura Poitras’ın 79. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’a uzanan filmi; slayt gösterileri, röportajlar, fotoğraf ile görüntüleri harmanlayarak aktivist sanatçı Nan Goldin’in ruhunun derinliklerine doğru yolculuğa çıkarıyor. Aynı zamanda New York’taki sanat ve aktivizm yaşamına ışık tutan belgesel, iktidar baskısının getirdiği zorluğu gözler önüne serer nitelikte.
12. Crimes of the Future
(Yön: David Cronenberg)
Geleneksel hazların ve alışkanlıkların rafa kalktığı, bilinmeyen bir nedenden ötürü insan vücudunun işlevsiz ya da henüz işlevi bilinmeyen organlar ürettiği bir çağda insan evriminin yeni bir aşamasına şahitlik ediliyor. Beden, teknoloji, cinsellik gibi takıntılı olduğu meselelerin peşinden gitmeye devam eden David Cronenberg; bu kez değindiği konuları anlatmak için vücudunu bir tuval olarak kullanan performans sanatçılarını odağa alıyor. Adım adım post-hümanizm kıyılarına yaklaşan filmde, grotesk ve erotik atmosfer tüm seyir boyunca eşlikçi.
11. Jaddeh Khaki / Hit the Road
(Yön: Panah Panahi)
Panah Panahi’nin bir aile yolculuğuna tanıklık ettiren Hit the Road’u; insanı çepeçevre saran duygu dünyası, kalp kırıkları ve er ya da geç gelen ayrılıkları ile benzerlerinden keskince ayrılan bir ilk yönetmenlik işi. İsimsiz karakterlerinin nereye gittiği bir yana, şefkatli gözlemler ve dokunaklı pasajlar yüklü hikâye, kendinizi evinizde hissederken bir damla göz yaşınızı da esir almaya gelmiş.
10. Heojil kyolshim / Decision to Leave
(Yön: Park Chan-wook)
Eşinin cinayetinde şüpheli bir kadın ve uykusuzluk hastası bir dedektif arasındaki tekinsiz ilişkiyi ele alan Decision to Leave, Park Chan-wook’a 75. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülü getirmişti. Yönetmenin keskin ve yoğun üslubunu koruyup mizahı da asla eksik bırakmadığı film; yakın zamanda görülebilecek belki de en dinamik kurguyla, dillere destan karmaşıklıkta, trajik bir aşk hikâyesini aktarıyor. Aralarında dağlar olan, birbirine besledikleri -bazen takıntılı- duyguların esiri iki karakterin kat edemedikleri mesafeleri iliklere kadar hissetmek mümkün.
9. Saint Omer
(Yön: Alice Diop)
Saint Omer, Fabienne Kabou’nun Berck-sur-Mer sahilinde bebeğini denizin dalgalarına bırakarak ölüme terk etmesinin ardından Fransa’da büyük yankı uyandıran 2016 tarihli duruşmasını konu alıyor. Anneliğin travmatik yanının, ırkçılık ve kadın düşmanlığıyla gittikçe sertleşen ve boğuculaşan hikâyesinde, Diop’un tercihen bizi bu salondaki duruşmadan hiç çıkarmaması, yargılananın sadece Kabou’nun filmdeki karşılığı Laurence olmadığına bir işaret. Filmin hiç acele etmemesi, sabretmeyi zorunlu kılması, yavaş temposuyla baskıyı her an üzerimizde tutması ve travmatik olayın tanıklarının duruşma sırasındaki mimik ve jestlerine dair detaylı gözlemlerin maharetle işlenişi; hikâye anlatımındaki gerçekçi dilin temelini oluşturuyor.
8. TÁR
(Yön: Todd Field)
Cate Blanchett’ın doğadaki tüm oyunculuk ödüllerini almaya yemin etmiş performansıyla ağızları açık bırakan film, besteci ve orkestra şefi Lydia Tár adlı bir kibir dağının, uzun yıllar boyunca gücünü kötüye kullanmayı seçmiş pek çok benzeri gibi kaçınılmaz şekilde günümüz dünyasının politik hassasiyetleriyle nasıl bir savaşın merkezine düşeceğine dair ibretlik hikâyesini anlatıyor. Kariyerlerinin zirvesindeki insanların elde ettiği güç, otorite ve para zehirlenmesine ve bu zehrin karşısında ne zekânın ne de yeteneğin durabildiğine dair geniş bir anlatı var karşımızda. Yönetmen Todd Field’in hem senaryo hem de rejide didaktiklikten bir hayli kaçınan, kahramanına mesafelenmeyi yalnızca metinle değil, geniş açı lenslerle de ihmal etmeyen tavrı; TÁR’ı enfes bir seyir tecrübesine dönüştüyor.
7. Close
(Yön: Lukas Dhont)
Girl’le kamerasını bir trans gencin kendini ve yaşam alanını koruma mücadelesi üzerinden kimlik ve cinsiyet konularına çeviren, başta Cannes olmak üzere birçok festivalden ödülle dönen Lukas Dhont; bu kez ergenliğe adım atmak üzere olan iki erkek çocuğunu takip ettiği bir his yumağına buyur ediyor. Bu tarifi zor seyirlikte, Leo ve Remi’yi, etraflarında kurulu yakıcı/yıkıcı çocuk dünyasından yayılan bakışlar, sözler, gözler, meraklı sorular kendilerine henüz ulaşmadan, birbirlerine duydukları sevginin büyüklüğünü anlamaya çalıştıkları bir süre boyunca takip ediyoruz. İlk ölümlülük deneyimi ve onunla uzlaşma, boşluğa duyulan öfke, içerleme, endişe, ayrılışı hızlandırmış olmanın suçluluk duygusu ve hayatı ağırlaştıran ezici keder gibi büyük mefhumlarla kaplı film; bu yıldan göğüs kafeslerini en çok yoklayan işlerden biri.
6. Everything Everywhere All at Once
(Yön: Dan Kwan, Daniel Scheinert)
Huysuz babası Gong Gong’un rızası dışında Çin’den ABD’ye gelip Waymond ile evlenen Evelyn, kızları Joy, işlettikleri çamaşırhane, bir yılbaşı partisi ve vergi teftişi. Bu alelade karakterlerin alternatif evrenler, anlamsız bir varoluş içinde mana arayışına dair bir öykünün janrlar arasında zıpladığı film ise alelade ve anlamsızdan başka her şey. Yüzeyde bilim kurgu trükleri, dövüş sanatı klişeleri, absürt mizah, şaşalı kostümler ve kurgu numaralarından ibaretmiş gibi görünse de nesiller arası travmaya, göçmenlik deneyimine ve başkalarıyla ilişkilenmeye dair okumalara kapı aralıyor. Küçük hayatlarımızın barındırdığı sonsuz olasılıkları ve mucizelerin birer istatistiksel kaçınılmazlık olduğunu hatırlatarak umut aşılıyor. Sinema tarihine yaptığı onca atıf, baş döndürücü temposu ve bitmeyen kaosuna rağmen sunduğu bütünlüklü anlatı da cabası.
5. Triangle of Sadness
(Yön: Ruben Östlund)
İsveçli yönetmen Ruben Östlund, en iyi bildiği şeyi yapıp ayrıcalıklı hayatlar yaşayan beyaz çoğunluğun dünyasına sokulmuş mizahi çomaklardan oluşan, iki buçuk saatlik bir komedi epiği ile karşımızda. Ayrıcalıklı sınıfın iklim krizi, sınıf çatışması, kapitalizm gibi keskin ve kocaman konu başlıklarıyla sınavını, ağız dolusu güldüren bir kaba mizahla, hiçbir incelikli yaklaşımı bile isteye tercih etmeden yansıtırken; sanat sinemasının usta yönetmenlerinin metaforlarla gizleyip, analizlerle okunabilen cümlelerini açıktan ve pat pat söylüyor. Bu özelliği nedeniyle Östlund filmlerini yüzeysel ve incelikten yoksun bulanların da sayısı bir hayli fazla olacaktır ama yönetmenin ustalığı da tam olarak bu çıplak gerçekliği karşımıza anıt gibi dikmesinden ileri geliyor.
4. The Eternal Daughter
(Yön: Joanna Hogg)
En son The Souvenir ve The Souvenir Part II ile muazzam bir yas hesaplaşması anlatısına girişen ve meta film temasının sinemada gördüğümüz en çarpıcı örneklerinden birine imza atan Joanna Hogg, bu defa da anne ile hesaplaşma meselesine odaklanıyor ve izleyicisini karanlık bir otele kapattığı tekinsiz bir gerilimle baş başa bırakıyor. Filmografisinin bu kısmında Jogg âdeta bizi sinemasal bir büyüyle psikanaliz seanslarının bir parçası hâline getiriyor ve hayatına damga vuran ilişkisinin, annesiyle bir türlü kurmayı beceremediği bağların, tüm bu olup bitenlerin sinemacılığına olan etkileri üzerine hesaplaşmalarını gözümüzün önünde, eşine az rastlanır bir etkiyle yaşıyor. Herkese göre olmayan ama özellikle yönetmenin hayranları başta olmak üzere pek çok sinemaseveri etkileyecek bir şaheser.
3. Licorice Pizza
(Yön: Paul Thomas Anderson)
Paul Thomas Anderson – HAIM ortaklığındaki müzik videolarından sonra sıra, yönetmenin uzun yıllardır üzerinde çalıştığı, başrolünü Alana Haim’e özel olarak kaleme aldığı uzun metrajda. Film, 1970’lerdeki California (San Fernando Vadisi) gençliğini, Alana Kane ve Gary Valentine isimli iki karakterin arkadaşlığına odaklanarak aktarıyor. Kaotik bir dünyanın akıp giden olaylarında oradan buraya sürüklenirken, birbirinden kopamayan Alana ve Gary’nin arkadaşlığına dair samimi bir hikâyeye tutunuyoruz. Filmin lezzetini, Anderson’ın olaylarla ve oyuncularla yıllar içinde kurduğu iletişime bağlamak lazım. Haim kardeşlerin annesinin Anderson’ın çocukken öğretmeni olmasından tutun, Philip Seymour Hoffman’ın oğlu olan diğer başrol Cooper Hoffman’ın yıllar önce yönetmenin evinde Alana Haim ile tanıştığı anıya uzanan yaşanmışlıklar, Licorice Pizza‘nın özgünlüğüne boyut atlatıyor. Sean Penn, Benny Safdie, Bradley Cooper gibi isimleri de barındıran enfes oyuncu kadrosunun iştah açıcı sahneleriyle dolu bu Anderson sunumundaki imza lezzet, Alana’nın yokuş aşağı ters giderek kontrol ettiği kamyonet sahnesi.
2. Aftersun
(Yön: Charlotte Wells)
İskoç yönetmen Charlotte Wells’in bellek üzerinden kayıp duygusuna bakan ilk uzun metrajı Aftersun, Paul Mescal ve Frankie Coiro’nun müthiş performanslarıyla, çok genç yaşta baba olmuş, çocuğunun annesiyle yollarını ayırmış Calum ve küçük kızı Sophie’nin Muğla’da geçirdiği birkaç yaz gününe götürüyor izleyeni. Zamanla anlaşılıyor ki Calum önlenemez bir biçimde yaşamdan giderek kopuyor, tehlikeli sınırlara yakınsayan hâliyle “gerçekten” yapamadığına ikna ediyor. Sophie ise masum bir çocuk olarak hayatı keşfetme arzusuyla dolup taşmakta. İkili arasındaki sevgi ve derin bağı daima hissettiren tüm bu anları küçük Sophie’nin çektiği video görüntüleri ve yetişkin Sophie’nin hafızasının boşlukları arasından süzülenler var ediyor. Charlotte Wells, gerçekliği ve ifade gücüyle sersemleten diyaloglarının yanı sıra birbirinden yaratıcı kadrajlarla kurduğu görsel anlatım metotları, kimi duyguları içine hapsetmiş gibi görünen dokular ve belki de en çok sesler, incelikle seçilmiş şarkılar aracılığıyla kimliğini duyusallığında bulan, oldukça yalın bir sinema dili inşa ediyor. Gönül rahatlığıyla bir tasarım harikası olarak betimlenebilecek Aftersun’ı özel kılan en büyük etkenlerden biri de karakterine yaşattığı deneyimi seyircinin belleğine de taşıması; zira film belirlenmiş süresi içinde bitmiyor, kendini anımsatmaktan pek kolay vazgeçmiyor, büyüleyici finali ise mıh gibi çakılıyor akla.
1. The Banshees of Inisherin
(Yön: Martin McDonagh)
Oscar ödüllü kısa filmi Six Shooter’dan sonra çektiği ilk filmi In Bruges ile tiyatro yazarlığı ve yönetmenliğindeki maharetini beyaz perdede de kanıtlayan Martin McDonagh, uzun hazırlık süreçlerinin ardından, toplam dört beş yılda bir çektiği filmlerinin sonuncusu The Banshees of Inisherin’de ilk filminin başrolleri Colin Farrell ve Brendan Gleeson’ı 14 yıl sonra yeniden bol nüsanslı bir dramedide bir araya getiriyor. Three Billboards Outside Ebbing, Missouri ile 2017 ödül sezonunu domine edip hemen herkesin kalbini çaldıktan sonra bu kez 1923 yılında bir İrlanda köyüne götürüp, iki inatçı dostun sinir bozucu çatışmasını konu ediyor. Bir sabah uyanıp her günkü gibi köyün aşağısındaki barda bir şeyler içip sohbet etmek adına kapısını çaldığı dostu Colm’un artık kendisiyle konuşmak istemediğini öğrenen Padraic’in bu gizemli mesafenin nedenini anlamaya çalışmasıyla başlayan film, son derece zeki senaryo hamleleri ve enfes diyaloglarla ilerliyor; McDonagh her zamanki incelikli metin yazma ustalığını bir kez daha konuşturuyor. Önceki filmlerine nazaran hareketli bir aksiyon rejisine de alan açmayan senaryosunu büyük bir olgunlukla beyaz perdeye aktarırken yönetmen, yalnızca hikâyesinin temel meselesine odaklanmayı seçiyor ve nefis bir alegoriye imza atıyor.
Yazılar: Aysu Uzer, Banu Üsküdarlı, Biçem Kaya, Deniz Özöztürk, Esin Çalışkan, Ezgi Oğraş, Hatice Melike Gürer, İlayda Güler, Melikşah Altuntaş, Merdan Çaba Geçer, Müge Turan, Yiğit Atılgan, Yiğitcan Genç, Zeynep Naz Günsal, Zeynep Kıymacı
Değerlendirme: Aylin Güngör, Banu Üsküdarlı, Berk Çakmakçı, Biçem Kaya, Cem Kayıran, Deniz Bankal, Deniz Kuzuoğlu, Deniz Özöztürk, Elif Acun, Elif Öz, Elif Sevimay, Ekin Sanaç, Engin Ertan, Esin Çalışkan, Ezgi Oğraş, Hatice Melike Gürer, İlayda Güler, J. Hakan Dedeoğlu, Mehmet Ekinci, Melikşah Altuntaş, Mine Metin, Müge Turan, Merdan Çaba Geçer, Olcay Özer, Sadi Güran, Seray Soylu, Sesim Gökmen, Tuğçe Özdenoğlu, Yağmur Ruken Kahraman, Yiğit Atılgan, Yiğitcan Genç, Zeynep Naz Günsal, Zeynep Kıymacı