75. Cannes Film Festivali izlenimleri: Kurak Günler

75. Cannes Film Festivali son sürat devam ederken, bu yıl festival programındaki tek yerli yapım olan Kurak Günler’in de galası gerçekleşti. Filmin sürprizlerini açık etmeden ve duygusunu bozmadan kısaca bir şeyler anlatmamak olmaz. Bu bir tanıtım ya da analiz yazısı değil, yalnızca filmin duygusuna dair izlenimlerden ibarettir.

Kurak Günler

Belirli Bir Bakış

Yönetmen: Emin Alper

Tepenin Ardı, Abluka ve Kız Kardeşler’le Berlin, Venedik gibi önemli festivallerden ödül ve övgüyle ayrılan Emin Alper’in uzun zamandır beklenen son filmi Kurak Günler, Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde prömiyerini gerçekleştirdi. Başta şunu net bir biçimde söylemek lazım, Ana Yarışma bölümündeki filmlerin bu denli zayıf olduğu bir yılda, Kurak Günler kalibresinde bir filmin yarışma vitrinine çıkarılmamış olması, Cannes’ın eski moda popüler isim merakından kaynaklı gibi görünüyor.

Emin Alper’in yetkin bir senarist olduğunu ilk filminden itibaren düşünen bir izleyicisi olarak yönetmenlik becerisi konusundaki ilerleyişinin bu son halkasında, neredeyse her reji tercihinin kusursuz bulduğumu söylemek zorundayım. Görüntü tercihleri ve karakterle izleyici arasında kurduğu mesafenin başarısı bir yana, özellikle bu filminin tansiyonunu nefis bir biçimde besleyen müzik kullanımı, Kurak Günler’in reji hanesine artı yazılacak unsurlardan bazıları.

Tüm oyuncu kadrosunun da firesiz şekilde iyi performanslar sergilemesi de bu türdeki janr filmlerinde mumla aradığımız bir başka özellik. Türkçe bilmeyen yüzlerce insanla dolu bir salonda izlerken, diyalogların özellikle ilk yarım saatte son derece yoğun şekilde aktığı bir filmde, salonun hep filmin içinde olduklarına dair reaksiyonlar vermesinde oyuncu performanslarının da payı büyük bana sorarsanız.

Devasa bir obruğun başında açılan film, bir taşra kasabasına atanan genç bir savcı ile bir süredir orada görev yapmakta olan hakime hanım arasındaki diyalogla başlıyor ve kasabanın orta yerinde kanlı bir domuz avıyla devam ediyor. Belediye seçimlerinin hemen öncesinde tansiyonu yüksek bu kasabaya savcının uyum süreci şeklinde ilerleyen film, işlenen bir suçla birlikte keskin bir taşra polisiyesine dönüşüyor ve film bu soruşturma sürecini takip ediyor. Karakterler arasındaki tansiyonun artmasıyla, gerilim pedalına da tam gaz basan Alper; suç, adalet ve hafıza üçgeninde, iktidar mekanizmasının yarattığı baskıyı ve ötekileştirici dili, soluksuz izlenen bir sinema deneyimi üzerinden karşımıza getiriyor.

Abluka’da, Türkiye sinemasında mumla aranan politik-gerilim türünün hakkını vermiş olan Alper, Kurak Günler’de çıtayı biraz daha yükseltiyor ve toplumsal ayrıştırmanın nasıl organik bir şekilde iktidarın silahına dönüşebildiğini sakin ve çabasız bir şekilde anlatmayı başarıyor. Gücün erkle olan ilişkisini anlatan bir hikâyenin merkezine yerleşmiş erkek karakterin, kendi cinselliğine dair net bir tanım yapılmıyor olması ise Kurak Günler’in bana sorarsanız en marifetli buluşlarından biri.

Kasabalıların geneli tarafından sevilmeyen, adı çıkmış “muhalif” gazeteci Murat’ın, savcı Emre’yle arasında, filmdeki henüz ilk sahnelerinden itibaren belirginleşen yüksek tansiyon, filmdeki diğer karakterler tarafından ikilinin üzerinde, cinselliğe dair bir tanım baskısı yaratıyor. Filmin, muhafazakâr kesimce canavarlaştırılan, toplum tarafından ayrımcılığa maruz bırakılan kuir kimliklerin karşı karşıya kaldığı baskı ve tacizi, sansürün bu kadar keskin olduğu bir dönemde, bu coğrafyada, aynı o coğrafyanın kendi dilini kullanarak gözler önüne sermesi, nereden bakarsanız bakın maharet gerektirir. Bunun adına cesaret değil maharet demek daha doğru geliyor bana. Var olan bir şeyi söylemek seni cesur yapmaz, aksine sözlerinin öznesi olan şeyin anomali olduğuna işaret eder. Ama söylenmesi yasak olan bir şeyi deri altından hissettirmek ve bunu son derece güçlü bir sanat yapıtına dönüştürebilmek gerçekten maharet ister ve Kurak Günler de sadece bu yüzden dahi çok maharetli bir film.

Dünyada onlarca yönetmen, yıllarca sansürün çok keskin şekilde uygulandığı ülkelerde anlatmak istedikleri meseleleri yine de anlatabilmek için çeşitli yöntemler bulmayı becermek zorunda kaldı. Tek başına bu onları diğer yönetmenlerden daha başarılı kılmaz elbette ama baskıcı bir otoriteye itaat etmediğini, otoriteyle dans ederek gerçekleştirmenin de seyirciyi bıyık altından güldürüp, onların kalbini doğrudan kazanmak gibi bir işlevi var elbette. Kurak Günler sadece bunun için yapılmış bir film olmasa dahi, öyküsünün temel meselesini, kendi anlatım dilinde de sergilemesi çok tutarlı ve açık konuşmak gerekirse onurlu da bir davranış.

Onur demişken, filmin ortak yapımcılarından Çiğdem Mater’i prömiyer günü yaptığı teşekkür konuşmasında da anan Emin Alper’in ekiple birlikte basının karşısına çıktıklarında da Mater’in adını taşıyan kartonetler tutuyor olmaları, filmin antolojik finalinde hissettiğimiz duyguyla o kadar örtüşüyor ki.

Bazen kendinizi, içinde bulunduğunuz coğrafyada, bir anda oluşan dev bir obruğun yakınında bulabilirsiniz. Bu obruk hayatınıza dair pek çok şeyi simgeliyor olabilir. Sizi o çemberin içine atmak isteyenler, kocaman bir çukurun içinde yok olup gitmeniz için uğraşanlar olabilir. Ama belki de, obruğun kendisi kocaman bir illüzyondan ibarettir. Peki obruğun illüzyon olduğunu söyleyebilecek kadar maharetli misiniz?

Yazı: Melikşah Altuntaş