Öngörülemeyen kafes deneyimi: The Menu

Yazı: Esin Çalışkan

Kendini performatif bir gösterinin içinde bulmanın ya da bir performansın izleyicisi olarak konumlanırken, aslında onun daimi öznesi, âdeta bir bayrak direği misali yılmaz temsilcisi olduğunu fark etmenin tehlikeli ve tedirgin edici etkisine az biraz tanıdık olanlara zevkli bir seyir tecrübesi vadediyor The Menu filmi. Bir de dünyanın geri kalanının iki katından fazla servete sahip olduğu rivayet edilen yüzde 1’indenseniz -muhtemelen- tadından yenmiyor olmalı.

Prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan The Menu, rezervasyon yaptırmanın çok meşakkatli ve elbette masraflı olduğu, gözlerden ırak bir adada yer alan Hawthorne’a kabul edilen misafirleri ile dünyadaki en iyi yemek deneyimini sunan bir restoranı merkeze alıyor. Şef Julian Slowik (Ralph Fiennes), meşhur restoranın mutfak sanatçısı ve yenilikçi, mükemmeliyetçi, çalışanlarına kök söktürücü yaklaşımı ile ünü ondan önde geziyor. Öte yandan hakkında fikir sahibi olmanın neredeyse mümkün olmadığı biri. Öyle ki zaten izole olmuş bir adada bile ulaşılması güç bir dağ evinde yaşamayı tercih ediyor,  sunum dışında yüzünü kimseye göstermiyor, ziyaretçilerini aylar öncesinde mektup yoluyla seçiyor. Başlarda her ne kadar, misafirleri için bu “ziyafet”e kavuşmanın beraberinde getirdiği merak, haz ve tekinsizlik hisleri filmin nişanesi gibi görünse de zaman ilerledikçe gösteri sanatlarını izlemeyi andıran bir “ziyaret” tonunu tutturması bundan.  

Filmin yönetmen koltuğundaki isim Shameless, Game of Thrones gibi dizilerin pek çok bölümünde imzası olan ve son yılların televizyon harikası Succession’dan bildiğimiz Mark Mylod. “Geçmişimde, ailenin çeşitli vücut bulmuş hâllerinin tekrar eden bir temasını göreceksiniz. Çektiğim şey bu.” diyen yönetmen için aile mefhumu, akıl mıncıklayan entrikalar ve sosyo-politik benzetmelerle dolu zenginlik temsilleri pek de şaşırtıcı değil. Üstelik kendisine bu filmde, Succession’ın yapım kadrosunda bulunan Adam McKay ve Will Ferrell ile yazar ekibinden Will Tracy de eşlikçi.

Bu kusursuz şekilde tasarlanmış, Michelin yıldızlarıyla dolu kozmosa girmeye hazırsak, The Menu; bir bıçak kadar keskin hicvi ile ufak bir ara sıcak olarak başlıyor, rastgele kayan bir korku filmine benzer bir ana yemeğe dönüşüyor ve birden alev alan pot misali; hizmet sektörü-zenginlik ilişkisi özelinde harlandıkça harlanıyor. Elbette adaya misafir olan iki karakter başı çekiyor: Chef’s Table konseptine takıntılı bir yemek tadımcısı olan Tyler (Nicolas Hoult) ve artı biri olarak geceye son anda eklenen, hâliyle olan biten pek de umrunda olmayan Margot (Anya Taylor-Joy). Kendine has gerçekliğine hiç vakit kaybetmeden ayak uydurmanın bir gereklilik olduğu The Menu boyunca, Margot ile ortaklık kurduğumuzu, yemek salonunu onunla aynı soğuk mesafeden süzdüğümüzü söylemek mümkün.

Şef Slowik yeniden ortaya çıktığında ve “konukların, hazırladığı kavramsal menüyü tatması, tadına varması, tadını çıkarması – ama yememesi” konusunda felsefi beyanlarda bulunduğunda, göz devirmek ile “hele bir yemeği görsem” düşünceleri arasında gidip geliyorsunuz. Yakın dönemde perdede görmeye alıştığımız, üst sınıf dünyasına ait bu seyirlikte Mylod, sterilize bir yaklaşım için kameranın bütün hünerlerini kullanıyor ve mekân tasarımını gündelik bir göz hapsinden, öngörülemeyen bir kafes deneyimine dönüştürüyor. Menünün detaylarını ve yemek isimlerini içeren geçiş sahnelerinin yanında özellikle “Anı” ve “Dağınıklık” başlıklı iki sunum ile akşam güneşi tamamen performans sanatı alanına ve asıl nüansı olan korku filmi janrına doğru batmaya başlıyor. 

Bu yönüyle film, başta mutfağın hangi tarafında olduğunuz ile ilgileniyor gibi görünse de son yarım saatinde bir sanat performe etmenin kırılgan doğası, alanında en iyi olmanın getirdiği ulaşılmazlık, tatminsizlik ve kendi köküne üreyen öfkeye dair sarf ettiği cümleler ile nihayetinde toplumsal eleştiri dozunu iyice yükseltiyor Açıkçası bu durum biraz da iddialı bir kumarda kartlarını fazla açık oynamaya benziyor. Oyuncular Fiennes ve Taylor-Joy, karakterlerinin tavizsiz duruşları, ateşli doğrulukları ve korkusuz tavırlarına bu kadar incelikli yakışmasa, bizler de kendi salonlarımızdan daha az hoşnut uğurlanır mıydık, kim bilir.