75. Cannes Film Festivali izlenimleri: Bölüm 2

Bu yılki Cannes Film Festivali’nin ortalarına gelmişken, merakla beklenen filmler de birbiri ardına prömiyer yapmaya devam ediyor. Melikşah Altuntaş’ın Cannes izlenimlerinin ilk bölümünü buradan okumak mümkün.

Zhena chaikovskogo / Tchaikovsky’s Wife

Ana Yarışma

Yönetmen: Kirill Serebrennikov

Cannes’ın gediklilerinden Serebrennikov’un geçtiğimiz yıl Ana Yarışma’daki en iyi filmlerden biri olan Petrov’s Flu’nun hemen ardından çektiği bu yeni dönem draması, izleyicisini 19. yüzyılın son çeyreğine götürüyor. Hayranı olduğu müzisyen Tchaikovsky ile bir şekilde evlenmeyi başaran kahramanı Antonina’nın tutkudan saplantıya evrilen duygularını, iki buçuk saat boyunca uzun ve ağdalı şekilde anlatmayı seçen Serebrennikov; kendisinden beklenmeyecek kadar eski moda hamlelerle bugüne dek kariyerinde aşina olduğumuz özgün anlatım dilinin bir parça uzağında kalıyor.

Alyona Mikhailova’nın En İyi Kadın Oyuncu ödülüne göz kırptığı muazzam performansı ve antolojik final sekansı için dahi izlenmeyi hak eden film, herkesin ölmeden önce okuması gereken kalın ve pek de akmayan bir klasik roman hissi vermekten kurtulamıyor. Yine de tüm bunların Serebrennikov’a dair beklentilerin yüksekliği nedeniyle sıralanmış düşünceler olduğunu ekleyeyim.

Three Thousand Years of Longing

Yarışma Dışı

Yönetmen: George Miller

Bundan tam yedi yıl önce George Miller’ın Cannes’da yine yarışma dışı gösterilen filmi Mad Max: Fury Road’un yarattığı heyecanı ve içinde bulunduğu sinema yılının en iyilerinden birine dönüşmesinin üzerinden uzun zaman geçmemiş, Miller bu başarıdan iki yıl sonra jüri başkanı olmuştu. Yönetmen, Cannes Film Festivali’ne yine yarışma dışı gösterilen son filmi Three Thosand Years of Longing ile dönüş yaptı. Herkes ondan yeni bir Mad Max filmi beklerken Miller, Wachowski’lerin Jupiter Ascending’i, Terry Gilliam’ın Zero Theorem’i, Spielberg’ün BFG’si gibi CGI tekniğinin orantısızca yüksek miktarda kullanıldığı sıra dışı bir masal anlatmayı tercih etmiş ve bu defa rotasını İstanbul’a çevirmiş.

Tilda Swinton’ın İstanbul’a bir seminer için gelmiş akademisyene, Idris Elba’nın ise bu akademisyenin satın aldığı tarihi bir şişeden çıkan cine hayat verdiği film, cinin hatıraları arasında gezinip, üç dilek hakkını çarçur etmiş tarihi karakterlerin hikâyesini anlatıyor. Burada da Ece Yüksel, Burcu Gölgedar, Oğulcan Usman, Zerrin Tekindor gibi isimler devreye giriyor. Filmin başında Swinton’ın partneri rolünde izlediğimiz Erdil Yaşaroğlu ve Idris Elba’nın uzun süre Türkçe konuştuğu sahnelerdeki sevimli aksanı, Türkiye’den izleyiciler için tuhaf bir duygu yaratsa da Miller’ın ustalıklı anlatım diline rağmen filmden tamamen memnun ayrılmak bir hayli zor. Hevesini iyice aldıysan yeni Mad Max’lerde görüşmek üzere büyük usta!

Triangle of Sadness

Ana Yarışma

Yönetmen: Ruben Östlund

Force Majeure ile Cannes’ı salladıktan sonra The Square ile Altın Palmiye’yi kucaklayan İsveçli yönetmen Ruben Östlund, en iyi bildiği şeyi yapıp ayrıcalıklı hayatlar yaşayan beyaz çoğunluğun dünyasına sokulmuş mizahi çomaklardan oluşan, iki buçuk saatlik bir komedi epiği ile karşımıza çıkıyor. Östlund’un, moda dünyasına karikatürize bir bakış atmasıyla başlayan film, iki model kahramanını cinsiyet eşitliği üzerinden upuzun ve sinir bozucu bir tartışma bloğunun ortasına attıktan sonra lüks bir gezi yatına bindiriyor ve sonu sürprizlerle dolu bir yolculuğa çıkarıyor.

Her zamanki dolaysız diliyle, tüm eleştirilerini bir hayli kaba ve kör göze parmak bir ironiyle sunmayı tercih eden Östlund’un alameti farikası bu filmde de kendini belli ediyor. Ayrıcalıklı sınıfın iklim krizi, sınıf çatışması, kapitalizm gibi keskin ve kocaman konu başlıklarıyla sınavını, ağız dolusu güldüren bir kaba mizahla, hiçbir incelikli yaklaşımı bile isteye tercih etmeden yansıtan Östlund; Cannes’ın perdesine daha önce yansımış onlarca filmde sanat sinemasının usta yönetmenlerinin metaforlarla gizleyip, analizlerle okunabilen cümlelerini açıktan ve pat pat söylüyor. Tam da bu özelliği nedeniyle Östlund filmlerini yüzeysel ve incelikten yoksun bulanların da sayısı bir hayli fazla olacaktır ama yönetmenin ustalığı da tam olarak bu alelade ve çıplak bir gerçekliği karşımıza anıt gibi dikmesinden ileri geliyor. Hemen her filminde sosyal medyada gördüğü video ve hikâyelerin duygusuna yaklaşmaya çalıştığını vurgulayan bir yönetmenin, meselesini tam da bu beslendiği kaynağa, doğrudan anlatabilme becerisi gerçekten takdire şayan.

Armageddon Time

Ana Yarışma

Yönetmen: James Gray

Bir şekilde Cannes’ın favori Amerikalı yönetmenlerinden birine dönüşen James Gray’in hayranı olmamakla birlikte filmlerinin daima belli bir çıtanın üzerinde olduğu konusunda da hakkını teslim etmek zorundayım. Kendisinin aile ve akrabalık ilişkilerine olan merakı ise bilim kurgu, macera, western, hangi türde film çekerse çeksin; daima sinemasının kopmaz bir malzemesine dönüşmüş durumda. Armageddon Time’da da kural değişmiyor ve hatta bu kez Gray, meseleye geniş bir odak ve zaman ayırıyor. 

Film 1980’li yılların başında New Yorklu bir ailenin ilkokula giden üyesi Paul’un merkezinde hareket ediyor ve büyüme sancıları, aile, aidiyet ve öfke ile ilişkisine odaklanıyor. Paul’un okul hayatında yaşadıkları ile evdeki ailevi sorunları arasında gidip gelen film, kimi noktalarda uzunca “dededen öğütler” sekanslarıyla odağından kopuyor gibi dursa da meselenin dönüp dolaşıp geldiği yer de yine kökler, değiştiremediklerimiz ve kimliğimizden ismen değiştirsek de manen atamadıklarımıza gelmesi, bu kısımları da anlamlı bir hâle getiriyor.

Filmin aile içi şiddet meselesine de bir hayli sert bir sahneyle dalması ancak ilerleyen dakikalarda yaşanan bu durumu “Babadır, ister döver ister sever.” noktasında bir çözümsüzlükle terk etmesi, Armageddon Time’ın en tuhaf ve zayıf noktasına dönüşürken, kalabalık ve bir hayli renkli oyuncu kadrosundan Jeremy Strong ve her zamanki gibi Anthony Hopkins bu yılki Oscar adaylıklarına göz kırpıyor. Jessica Chastain’in esprili cameosu ise filmin en tatlı sürprizlerinden.

Men

Yönetmenlerin On Beş Günü

Yönetmen: Alex Garland

Ex Machina ve Annihilation gibi tasarım harikası filmleriyle heyecanlandıran Alex Garland’ın yılın en merakla beklenen filmlerinden birine dönüşen korku-gerilim türündeki Men’i, adını insanlığın başından itibaren kadınların korku ve gerilim unsuru olan türden alıyor. Oldukça travmatik bir ayrılık sürecinin ardından uzaktaki bir kasabada, sakin bir evde huzuru bulmaya giden Harper’ın çevresinde belirmeye başlayan, aynı suretteki farklı erkeklerle mücadelesini konu alan film, bu kaba ve spoiler’sız yazılmaya çalışılmış özetten çok daha fazlası.

Harper’ın bir süreliğine tuttuğu bu evin bahçesindeki “yasak elma”yı dişlemesiyle başlayan süreç, -evin yakınlarında keşfettiği bir tünelde yankılanan sesi gibi- sürekli kendini tekrar edip duran aynı suratın farklı bedenlerdeki mecburi iletişimleriyle çığrından çıkıyor ve Garland, korku ile farsı muazzam bir metinle bir araya getiriyor.

Önceki filmlerinde de toksik kadın – erkek ilişkilerinin yarattığı tahribata değinen Garland’ın bu kez meseleye en baştan başlayıp en genel (ve ne yazıktır ki en güncel) hâline varması ve bu sırada kullandığı ilk akla gelen metaforlar, kimi izleyici için fazla kör göze parmak kaçabilir. Ancak Garland bu bilinçli tercihle, duymaktan yorulsak da bir türlü değiştiremediğimiz bu klişeleri, tıpkı tüneldeki tekrar eden yankı gibi kendini yeniden canlandıran, birbirinden üreyen ve doyumsuzca sevilmek isteyen erkeklerin varoluş epiğine dönüştürmeyi beceriyor.

Sinema tarihinin gördüğü en acayip doğum sahnelerinden birine de ev sahipliği eden Men, geçtiğimiz yıl The Lost Daughter ile Oscar adayı olan Jessie Buckley ile muazzam Rory Kinnear’ın harika performanslarıyla da iyice parlıyor. Sadece bu yılki Cannes’ın değil 2022’nin en çok konuşulacak ve tartışma yaratacak filmlerinden biriyle karşı karşıyayız.

Yazı: Melikşah Altuntaş