79. Venedik Film Festivali izlenimleri: Bölüm 3
Önümüzdeki ödül sezonunun çok konuşulacak filmleri 79. Venedik Film Festivali’nde birbiri ardına prömiyer yapmaya devam ediyor. Aronofsky’nin Brendan Fraser’ı küllerinden doğuran The Whale’i, In Bruges ekibini 14 yıl sonra bir araya getiren The Banshees of Inisherin, Olivia Wilde’ın olaylı filmi Don’t Worry Darling ve Joanna Hogg’un muazzam The Eternal Daughter’ı son günlerin taze prömiyerleriydi.
Melikşah Altuntaş’ın Venedik izlenimlerinden ilkini buradan, ikincisini ise buradan okumak mümkün.
The Whale
Ana Yarışma
Yönetmen: Darren Aronofsky
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim; Aronofksy’nin, izleyicisini zorlayan filmler çekmekten, onların tüm duygularını ajite etmeyi anladığına ilk kez tanık olmuyoruz. Bu bile The Whale’in bir anlamda bardağı taşıran son damla olduğu gerçeğini en azından benim için değiştiremedi. ABD’nin çok uzun zamandır önemli bir meselesi olan obezite üzerine bir film çekip, merkeze aldığı obez karakteri sinemasal bir dille ucubeleştiren bir yönetmenlik dili benimsemiş bu filmle karşılaşmak, Aronofsky’den bile beklemeyeceğim ölçüde bir hadsizlik açıkçası.
Partnerini kaybettikten sonra acılı bir yas sürecine giren ve hayatla bağlarını koparmaya yüz tuttuğu noktada yeme bozukluğu ile onlarca kilo alıp artık güçlükle hareket edecek hâle gelen bir edebiyat profesörünün, yıllar önce terk ettiği kızı, eski eşi ve kaybettiği partnerinin kız kardeşi ile hesaplaştığı bir haftada geçen film, uyarlandığı tiyatro oyununa bir hayli sadık kalmış. Aronofsky, tamamı tek mekânda geçen filmini sinemasal bir hâle getirme işini ise başrol oyuncusu Brendan Fraser’ın tüm bedeninin göründüğü sahnelerdeki görsel efektlere yaslanmak ve baş karakterinin “deforme” vurgusu yapılan vücudunu duygu yüklü müzikler eşliğinde uzun uzun ve “Şuna bakın, nasıl da şişman!” dercesine ifşacı kamera hareketleriyle önümüze getirmek şeklinde ele almış.
Naif bir edebiyat profesörünün hayatın tüm acımasızlığına karşı saf ve iyi niyetli şekilde ayakta kalma savaşı vermeye çalışmasını ve baştan sona samimiyet diye inlediği bir metni sinemaya adapte ederken insan Aronofsky’den de ister istemez benzer bir samimiyet bekliyor ve kendini yargılayıp duran kahramanını en azından kendisinin yargılamamasını bekliyor. Ancak filmde altı çizilen, “düşüncelerini samimi bir dille ortaya koyma” işine Aronofsky’nin yönetmenlik seçimleri açısından verdiği cevap; ABD gibi bir ülkede onlarca işsiz ve yetenekli obez oyuncudan birine, kendi meselesini anlatma şansı vermek yerine başrol oyuncusunun fiziğini plastik makyaj ve efektlerle başka bir bedene dönüştürmek oluyor.
Filmin en tahammülfersah şeylerinden biri de istatiksel açıdan obez insanların sayısı bir hayli fazla olan ABD’de, filmdeki tüm karakterlerin obez birini görünce hayretten aklını kaçıracak noktaya gelmesine inanmamızı beklemesi. Bir yaratıcıdan, en azından bir öteki hikâyesine yaklaşırken hassasiyet beklemek fazla naiflik mi bilmiyorum ama 2022’de bir yönetmenden, metnin sıklıkla refere ettiği Moby Dick hikâyesinin balinasını canavarlaştıranlardan da farklı bir tavır bekliyor insan.
Peki filmin iyi yaptığı hiç mi bir şey yok? Elbette tecrübeli bir yönetmen olarak Aronofsky mevcut senaryoyu beyaz perdeye uyarlarken tüm formülleri doğru şekilde bir araya getirip, filmi saat gibi işler şekilde çalıştırıyor. Başroldeki Fraser’ın performansı, hakkı yenmeyecek kadar etkili ve özellikle Hong Chau bu sezonki tüm en iyi yardımcı kadın oyuncu ödüllerini hak ediyor. Ancak The Whale son kertede, ele aldığı meseleye epey sorunlu yaklaşımı ve izleyicisinin duygularını sömürmeye çalışmaktan başka pek de bir şeyle ilgilenmeyen tavrı nedeniyle en son 30 yıl öncesinin dünya düzeninde filan seyirci dostu olabilecek bir hinlik yumağı. Bizi samimiyetin kurtaracağını söyleyen bu kadar samimiyetsiz bir film az bulunur.
The Banshees of Inisherin
Ana Yarışma
Yönetmen: Martin McDonagh
Oscar ödüllü kısa filmi Six Shooter’dan sonra çektiği ilk filmi In Bruges ile tiyatro yazarlığı ve yönetmenliğindeki maharetini beyaz perdede de kanıtlayan Martin McDonagh, uzun hazırlık süreçlerinin ardından toplam dört beş yılda bir çektiği filmlerinin sonuncusu The Banshees of Inisherin’de ilk filminin iki başrolleri Colin Farrell ve Brendan Gleeson’ı 14 yıl sonra yeniden bol nüsanslı bir dramedide bir araya getiriyor.
Three Billboards Outside Ebbing, Missouri ile 2017 ödül sezonunu domine edip hemen herkesin kalbini çaldıktan sonra McDonagh izleyicisini bu kez 1923 yılında bir İrlanda köyüne götürüp, iki inatçı dostun sinir bozucu çatışmasını konu ediyor. Bir sabah uyanıp her günkü gibi köyün aşağısındaki barda bir şeyler içip sohbet etmek adına kapısını çaldığı dostu Colm’un artık kendisiyle konuşmak istemediğini öğrenen Padraic’in bu gizemli mesafenin nedenini anlamaya çalışmasıyla başlayan film, son derece zeki senaryo hamleleri ve enfes diyaloglarla ilerliyor ve McDonagh her zamanki incelikli metin yazma ustalığını bir kez daha konuşturuyor. Önceki filmlerine nazaran hareketli bir aksiyon rejisine de alan açmayan senaryosunu büyük bir olgunlukla beyaz perdeye aktarırken McDonagh, yalnızca hikâyesinin temel meselesine odaklanmayı seçiyor ve nefis bir alegoriye imza atıyor.
Filmin detaylarını açık etmemek için hakkında uzun uzadıya yazmak, senaryosunun gölgelediği toplumsal meseleler arasında gezintiye çıkmak istemiyorum bu yazıda ama yakın zamanda tüm dünyanın 2022 favorilerinden birine dönüşüp, tüm ödül sezonu ve festivallerde bol bol konuşulacak nasılsa The Banshees of Inisherin. O zamana dek filmin damağımda bıraktığı lezzetin tadına varıp, Venedik’in kapanış gecesinden kendisine ödül bekleyeceğim.
Don’t Worry Darling
Yarışma Dışı
Yönetmen: Olivia Wilde
Epey sorunlu yapım aşaması ve aylardır hemen her gün magazin haberlerinin başlıklarını süsleyen dedikodulu PR süreciyle gündemi uzun süredir meşgul eden Don’t Worry Darling nihayet izleyici karşısına çıktı; festivalin yarışma dışı bölümünde yine olaylı bir prömiyer ile görücüye çıktı.
Olivia Wilde’ın başrol oyuncusu Harry Styles ile filmin çekimleri sırasında, o dönem Jason Sudeikis ile evliyken başladığı iddia edilen ilişkisi, bu ilişki ve set sırasında yaşananlar ile başrol oyuncuları arasındaki ücret eşitsizliği gibi meselelerden dolayı diğer başrol Florence Pugh’un çekimler ve sonrasında şikayetlerini dile getirmesi, Styles’tan önce aynı rolde çekimlere başlayan Shia LeBeouf’un işine son verilmesi ve sonrasında Wilde’ın “Shia’yı Pugh’u korumak için yolladım” dedikten sonra LeBeouf tarafından Wilde’ın “Shia lütfen seti terk etme” minvalindeki konuşmasını içeren bir ses kaydının ortaya saçılması derken film etrafında kopan magazinel gündem dinmek bilmedi. Tüm bu iddia ya da gerçekler bir yana, etrafında bunca tantana kopan filmin kendisi Venedik’teki prömiyerine kadar bir türlü konuşulamadı. Film beyaz perdede karşımıza gelince anladık ki, zaten filmin kendisinin de konuşulmaya değer çok az şeyi var. Öyle ki, birkaç yıl sonra herhangi bir dijital platformda bu filmin etrafında dönen olayları konu edecek bir belgesel izlemek, muhtemelen bu filmden alınacak hazzın on katına filan eşdeğer olabilir.
Kağıt üzerinde resmî olmayan bir Stepford Wives uyarlaması gibi duran film, geçtiğimiz sezon Wandavision’da muazzam bir örneğini gördüğümüz “kusursuz hayat illüzyonu”nu son derece yavan bir şekilde karşımıza getirip, odaksız rejisi ve tuhaf kurgusuyla gülünç bir izleğe dönüştürüyor. Senaryodaki mantık hataları ve tutarsızlıklar, özellikle son yarım saatte Don’t Worry Darling’in hiçbir şekilde ciddiye alınabilecek bir tarafı olamayacağının kanıtı gibi âdeta. Florence Pugh’un filmin kendisine alan verdiği ölçüde başarılı bir performans sergileyip, başka bir oyuncunun kendini rahatlıkla rezil edebileceği bir işin altından kalkmayı becerdiğini söylemek mümkün ama aynısını başta Harry Styles olmak üzere ne yazık ki oyuncu kadrosunun diğer kısmı için söyleyebilmek çok zor.
The Eternal Daughter
Ana Yarışma
Yönetmen: Joanna Hogg
En son The Souvenir ve The Souvenir Part II ile muazzam bir yas hesaplaşması anlatısına girişen ve meta film temasının sinemada gördüğümüz en çarpıcı örneklerinden birine imza atan Joanna Hogg, bu defa da anne ile hesaplaşma meselesine odaklanıyor ve izleyicisini karanlık bir otele kapattığı tekinsiz bir gerilimle baş başa bırakıyor.
Tilda Swinton’ın şehrin merkezine uzak bir otele, köpeği ve (yine kendisinin oynadığı) annesiyle birlikte gelip yerleşen bir yönetmeni canlandırdığı film, anne – kızın geçmiş hesaplaşmaları üzerinden, yönetmen karakterinin yeni film yazımı sürecine odaklanan olayları konu ediyor. Hogg’un The Souvenir’lerde olduğu gibi yine yarı-otobiyografik bir film olduğunu gizlemediği The Eternal Daughter için gerek metinsel manada, gerek Swinton’ın önceki filmlerde canlandırdığı anne tiplemesine neredeyse birebir benzer şekilde karşımıza çıkması gibi sebeplerden örtük bir The Souvenir: Part III olduğunu söylemek pek de abartılı olmaz. Filmografisinin bu kısmında Jogg âdeta bizi sinemasal bir büyüyle psikanaliz seanslarının bir parçası hâline getiriyor ve hayatına damga vuran ilişkisinin, annesiyle bir türlü kurmayı beceremediği bağların, tüm bu olup bitenlerin sinemacılığına olan etkileri üzerine hesaplaşmalarını gözümüzün önünde, eşine az rastlanır bir etkiyle yaşıyor.
The Souvenir’lerde yas ve onunla gelen yaratma, yaratarak hayata tutunma ve gideni yeniden var edebilme dürtüsünü yine çok vurucu şekilde didikliyor Hogg. Bunu yaparken bir tekrar hissine düşürmemesi, sinemasının sınırlarını bu kez gerilim türünde bir filmle genişletip anne – kız hesaplaşması için de tam olarak bu türün kendisini seçmiş olması gerçekten hayranlık uyandırıcı. Evlat olma hâlini, filme adını da veren sonsuzlukla eşlemesi ve nereye kaçarsak kaçalım bir türlü uzaklaşamadığımız annelerimizin hayatlarımızdaki etkisi üzerine bu benzersiz anlatı, herkese göre olmayan ama özellikle Hogg’un hayranları başta olmaz üzere pek çok sinemaseveri etkileyecek bir şaheser.
Yazı: Melikşah Altuntaş