Çöküşün eşiğinde yapılan seçimler: Klondike

Yazı: Merdan Çaba Geçer

“Bir buçuk saat boyunca bu karakterleri takip eden birinin, şubat ayından beri izlediği haberlerin arkasındaki gerçekle hissel bir düzlemde bağ kurabileceğini umuyorum.” diyordu senarist ve yönetmen Maryna Er Gorbach, Bant Mag. No: 78’de yer alan Klondike röportajında. 

Malum, sekiz sene önce Ukrayna’nın doğusuna yönelik Rus saldırılarıyla başlayan çatışmalar, işgal edilmiş Ukrayna topraklarında süregelen bir sıcak savaşa evrilmiş durumda günümüzde. Ülke halkının trajedisi öylesine geniş bir zaman aralığına yayıldı ki dış dünyanın gelişmelere medyadan sağladığı erişim, ne yazık ki belli zaman sonra -zihnin insana hem bir mükâfatı hem de cezası olabilen- hissizleşme, bir şeyleri olağanlaştırma hâline sebebiyet verebiliyor. Bu yüzden Klondike’tan söz ederken, seyircisinden yoğun bir empati kurmasını talep eden, sindirmesi de izlemesi kadar zor bir filmle karşı karşıya olduğumuzu söylemek farz başta. İki ülkenin sınır bölgesinde yaşam mücadelesi veren sivilleri takip ederken; sayılarla, istatistiklerle, gazete kupürleriyle idrak edemeyeceğimiz acılara, elden bir şey gelmemesinin çaresizliğiyle ortak oluyoruz.

Filmin konusuna ve savaşı tasvirine girmeden önce, “Klondike” isminin kökeninden bahsetmek faydalı olabilir. Genellikle “altına hücum” yıllarıyla anılan; dışarıdan gelenlerin yerlilere katliam uygulayıp, kalanları topraklarından sürdüğü Kuzey Amerika bölgesinden alıyor ismini film. Maryna Er Gorbach tarihteki bir başka kara lekeyle paralellik kuruyor ve savaştan önce Ukrayna sınırında yaşanan, sıkça “gerilim” olarak yorumlanan, şu anki gidişatın ayak sesleri eylemlere dair politik bir bilinç yaratmaya niyetleniyor. Her ne kadar 2014 yılında, Donbas bölgesindeki ihtilaf döneminde geçse de savaş artık çok daha büyük ölçekte vuku bulduğundan, Klondike insanın içini sızlatan bir güncelliğe sahip. İzlediklerimiz bizlere çok da uzak olmayan bir coğrafyada yaşanmışken (ve yaşanmaya devam ederken), içinde bulunduğumuz gerçeklik, ister istemez seyir tecrübesini çok daha sarsıcı kılıyor.

17 Temmuz 2014’te, Malezya Havayolları’na ait bir yolcu uçağı Rus füzeleri tarafından Donbas semalarında düşürülmüş, yaklaşık 300 kişi hayatını kaybetmişti. Bu olayın gölgesinde yaşanan birkaç gün, bölgede konumlanan ve ayrılıkçı gruplar tarafından kuşatılmış bir köyde yaşayan üç karakter üzerinden ele alınıyor filmde: Irka, eşi Tolik ve erkek kardeşi Yaryk. Havan topunun yaşadıkları yere isabet etmesiyle evlerinde bir duvar neredeyse tamamen yıkılıp, etrafı enkaz alanına çeviriyor. Rusya yanlılarıyla irtibat hâlinde olan Tolik’in derdi, bir an önce bölgeden ayrılmak ve hamile Irka’nın güvenli bir yerde doğum yapmasını sağlamak. Kardeşi Yaryk gibi bağımsız Ukrayna’ya inanan Irka ise haklı inadı ve inancıyla, tüm birikimi ve emeği olan evini terk etme fikrini reddediyor.

Köyde ve evde gerilim artarken, politik ve kişisel ikilemler de iç içe geçiyor. Erkeklerin savaş, öldürmek, kaçmak dışında bir şeyden bahsetmediği; Tolik ile Yaryk’in fırsat bulduğu her anda didiştiği günlerde Irka inatla eve tutunmaya çabalıyor, hayatın sıradanlıklarını devam ettiriyor. Filmin, Sundance jürisinin tabiriyle “dünya paramparça olurken yaptığımız seçimler üzerine” sözleriyle tanımlanması fazlasıyla isabetli bu yüzden. Irka, seçimleriyle var: Etrafı toparlamayı, çatışmalarda harap olmuş domateslerden sos yapmayı, ineğini şefkatle beslemeyi seçiyor. Ne var ki direnişine bir noktadan sonra ket vuruluyor, silahlı güçler köydeki varlığını iyice belli ediyor. Diken üzerinde hissettiğimiz bir buçuk saat sonrası Klondike özellikle final bloğuyla seyircisini oturduğu yere öyle bir çakıveriyor ki yarattığı intiba, izlediğiniz salonu fiziksel olarak terk ettikten çok sonra dahi uzunca bir süre sizi o koltuktan ayırmıyor. Bunda, başroldeki Oksana Cherkashyna’nın mental olduğu kadar fiziksel açıdan da büyük efor gerektiren performansının payı büyük.

Başta andığım röportajın ilgiye değer bulduğum bir başka kısmı, Maryna Er Gorbach’ın, “Savaş karşıtı bir film yaparken savaşın kendisini ön plana çıkarmaktan imtina ettim.” sözleriydi. Klondike asla şiddeti yüceltmiyor; bir cehennemin ortasında, çöküşün eşiğinde, en karanlık kabuslarda olduğumuzu akıldan çıkarttırmıyor. Savaşın, parçası olmayı seçmeyenleri de seçenler kadar yutan bir dipsiz kuyu olduğunu haykırıyor. Ve bunu gereksiz entrika veya melodrama bulaşmadan, öyküsünü son derece sert bir biçimde aktararak yapıyor. Umut ışığını direnişte, kadında, gelecek nesillerde ararken, “Irka’lar oldukça bir çıkış yolu her zaman bulunacaktır.” demekte. Bomboş arazilerin ortasında klostrofobik bir deneyim yaşatabilmesinden; seyircisini o eve, o köye hapsedebilme yetisinden de ayrıca çok etkilendiğimi söylemeliyim. Öte yandan filmin kimi yerlerde propaganda sinemasına yaklaştığı ve finalindeki şiddeti gösterme şeklinin bir çeşit istismar olduğu yönünde tartışmaya açık kimi görüşler olduğunu da belirtmeli.

Sundance ve Berlinale’yi de kapsayan görkemli festival serüvenine, Türkiye’den 41. İstanbul ve 33. Ankara Film Festivali gibi durakları da katan Klondike’ı an itibarıyla vizyonda yakalamak mümkün.