Aidiyet çıkmazında: Seul’a Dönüş

Yazı: Zeynep Kıymacı

Kamboçyalı – Fransız yönetmen Davy Chou’nun 2016 tarihli Elmas Adası / Diamond Island filmini takip eden  ilk uzun metrajı Seul’a Dönüş / Retour à Séoul, birçok yönüyle oldukça heyecan verici bir kendini arayış hikâyesi. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde prömiyer yapan film, 7 Temmuz’da nihayet MUBI kataloğundaki yerini aldı.

Zaman dilimi ve mekân 

Tokyo’ya seyahatinin bir tayfunla kesintiye uğramasının ardından yolu Seul’a düşen Freddie adlı genç kadın, şehrin yeraltı barlarında, lüks otellerinde ve arka sokaklarında dolanıyor; ara ara yolu, babasının yaşadığı Gunsan’a da düşüyor. Günümüzde geçen hikâye, Freddie’nin sekiz yılına tanıklık ettiriyor seyirciyi.

Konu nedir?

Seul’a Dönüş, Güney Kore’de doğan ve henüz bebekken Fransız bir aile tarafından evlat edinilen Freddie’nin kendini keşfetme öyküsünü konu ediniyor. Freddie, tanımadığı bir kadınla çekilmiş bir çocukluk fotoğrafını alıp Seul’daki evlat edinme kurumuna gidiyor ve olaylar gelişiyor. Başta, şehirde yalnızca iki hafta kalacağını söylerken, zaman geçtikçe kendisiyle beraber seyirciyi de her taraftan sarılmış derin bir kimlik bunalımına sürüklüyor Freddie. Korece isminin Yeon-Hee olduğunu öğreniyor, kim olduğunu bulmaya çalışırken dilin duvarlarına çarpıyor, kültürel çıkmazlara giriyor, batıyor çıkıyor fakat “sorun”un bundan daha başka bir şey olduğuna dair hissini de kaybetmiyor. Çünkü karakter, tahmin edilemez hamleleri ve tercihleriyle aidiyet meselesini derin bir yerden avucunun içine alıyor.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Seul’a Dönüş esasen, yaşanmış bir hikâyeye dayanıyor.  Chou, 2011’de Golden Slumbers / Le sommeil d’or filmiyle Busan Uluslararası Film Festivali için arkadaşı Lauren Badufle ile Kore’ye geliyor. Arkadaşı Lauren de tıpkı Freddie gibi Güney Kore’de doğup Fransız bir çift tarafından evlat edinilmiş biri. Bu seyahatte Lauren, Jinju kasabasında biyolojik babasıyla bir araya geliyor ve filme ilham olan sahne yaşanıyor. Lauren, tercümanı vasıtasıyla babasının artık kendisine mesaj atmamasını, onun artık babası olmadığını söylüyor. Bu âna şahit olmak Chou’yu epey etkilemiş.

Filmi izlemeden önce Freddie’yi canlandıran Park Ji-min’in ilk oyunculuk deneyimi olduğunu bilmenin de performansının hakkını vermek için önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum. 

En çok neyi sevdin?

Açılış sahnesiyle salt kültürel kodlara dayanan bir aidiyet meselesine kafa yoracağımı düşünürken, dakikalar ilerledikçe bundan çok daha karmaşık bir yeri kaşıyan bir film izlediğime ikna oldum. Kendini arayışa farklı pencerelerden (kültür, dil, aile, deneyim vs) bakmanın mümkün olması, Seul’a Dönüş hakkında en çok sevdiğim şey oldu. Kim olduğumuz, hangi köklere tutunduğumuz ya da çıpamızı hangi denize bıraktığımız, günümüzde belki de hepimizin kafa yorduğu meselelerden biri zira.

En az neyi sevdin?

Park Ji-min’in performansı Freddie’nin, etrafına duvarlar ördüğü bir boşlukta yaşadığının sinyallerini de veriyor, değişken doğasına dair ipuçları da bırakıyor. Fakat bununla beraber filmin karaktere ayak uydurmaya çalışan estetiğini ve müzik kullanımını bir tık “fazla” ve zorlama buldum.  Daha sade bir seyir deneyimi, Seul’a Dönüş’ü daha güçlü kılabilirdi bana göre.

En çok hangi sahneye yükseldin? 

Freddie’nin barda Jérémie Arache ve Christophe Musset’nin “Anybody” şarkısı çalarken tek başına dans ettiği sahne! Henüz filmin yarısında olmama rağmen bu hikâyeye dair aklıma kazınan anlardan birinin bu olacağını anlamıştım. Pek tabii Freddie’nin piyano çaldığı final sahnesi de bir o kadar etkileyiciydi. Karaktere en çok bu anlarda yaklaştığımı hissettim. 

Modunu nasıl etkiledi?

Freddie’nin öyküsü evlatlık olma ve göçebelik gibi unsurlar üzerinden örülüyor olsa da bu deneyimleri aşan ortak bir duyguyu da barındırıyor. Çünkü köksüzlük hissi herhangi birimiz için de aşılması gereken bir engel hâline gelebiliyor. Doğduğumuz ev, büyüdüğümüz şehir ve özenle istiflediğimiz eşyalar genelde iyi gelen dönüş noktalarıyken, bunlara yüklediğimiz anlamların zaman zaman elimizde un ufak olması zannediyorum ki herkesi melankolik bir ruh hâline itekliyor. Bu sebeple Seul’a Dönüş’ün, zihnimde ait olduğum birkaç yeri hafifçe sarsıp geçtiğini söylemeden geçemeyeceğim. Freddie veya Yeon-Hee’nin bir yere dönmesi için önce oraya gitmesi gerekiyor belli ki ama belki sonraki günlerde bir biçimde eve dönmenin bir yolunu bulmuştur diye de düşünmeden edemiyorum.

Karaktere dair neler söyleyebilirsin? 

Freddie’nin tanık olduğumuz sekiz yılı, kim olmak istediği ve kim olmaktan kaçtığı üzerinden şekil almış bir karakterle karşı karşıya getiriyor bizi. Geleceği kadar, geçmişi hakkında da pek çok yer karanlık. Yönetmen, genç kadının yolculuğunu seyirciye parça parça takdim ediyor, zaman atlamalarıyla hem hayatı hem görünümü değişen kahramanımız hakkında tutunacağımız ne bir imaj ne de bir değer bırakıyor. Böylelikle Freddie, bir devinim hâliyle özdeşleşiyor kafamda. Düz bir çizgide göremediğimiz değişimi, tahmin edilememekte istikrarlı bir tutuma dönüyor. Motivasyonu kendini bulmak ama, onu nerede arayacağını bilmemesi onu özgün kılıyor. Fakat bununla beraber Freddie’nin sadece kabuğunda değil içinde de bir şeylerin değiştiğini izlemeyi de isterdim. Çünkü ilişkilerinde fazlasıyla ketum ve sabit olan bu karakterin, içine düştüğü döngüden çıkamaması bir yerden sonra Freddie’nin değil yaratıcısının şu “character development” mevzuuna inadı gibi geldi.