Kopma noktasına yaklaşıyoruz: Severance 2. sezon 3. bölüm
Hazırlayan: Meltem Demiraran, Utkan Çınar
“Böyle yapmacıklıklara burada tahammülümüz yok.”
17 Ocak’ta start alan ikinci Severance sezonunu hafta hafta kurcalamaya devam ediyoruz. İlk iki bölümle ilgili yorumlarımızı okumadıysanız, buraya bir uğramak isteyebilirsiniz.
Dizinin son bölümü “Who is Alive”ı henüz izlememiş olanlar için de büyük harflerle SÜRPRİZ BOZAN yani SPOILER uyarısı da yapalım.

Utkan Çınar: Bence bu bölümle birlikte iyice hareketlendik. Güzel bir tempoya ulaştık gibi geliyor.
Meltem Demiraran: Kesinlikle! Artık olaylar iyice hız kazandı ve sıradaki bölümde kesin bir kırılma noktası yaşayacağız.
Utkan Çınar: Zaten hikâyeyi etkileyici bir noktada bıraktık ama en sonda olanlardan mı başlamalıyız emin değilim.
Meltem: Ben de düşündüm bunu. Çok mu doğrudan gireriz, her şeyi açık ederiz diye tereddüt ettim ama belki şöyle başlamak iyi olur: İlk bölümde kurumsal bir çarkın işleyişinden çok, bir kült inşa edildiğini konuşmuştuk. Şimdi de aynı noktadayız. Önce ananaslar, şimdi keçiler…
Utkan: The Ringer’daki podcast’te de ananas hakkında konuştular. Eski Demir Perde Avrupa’sında bulunmayan bir şeymiş ve o yüzden önemli bir sembol hâline gelmiş. Ayrıca ters ananas sembolizmi gibi ilginç bir konuya da değindiler ama bu diziye uygun bir karşılık bulamamışlar gibi geldi bana.
Meltem: Reddit’te de ananas temalı bir fan teorisi dolaşıyordu. Bazı açılardan mantıklı görünüyor ama bir noktadan sonra uçuklaşıyor. Yine klon teorisine bağlanıyor gibi. Dediğin gibi, ananas zaten bu kıtada yoktu ve genetik mühendislikle yaratıldı. Varlığın ve bolluğun sembolü hâline geldi. Belki burada da benzer bir şey mi ima ediliyor? Şimdi bir de keçiler çıktı sahneye.
Utkan: Klonluk işi bana da gittikçe dallanıp budaklanmaya başlıyormuş gibi geliyor. Özellikle bu bölümde keçilerin daha büyük bir rol oynaması dikkat çekici. İlk sezonda sadece bir oda olarak görmüştük ve kimse bu kadar üstüne gitmemişti. Ama teori üretenler ilk sezondan sonra bunun üzerine o kadar çok şey söyledi ki sanki yazarlar da bundan etkilenip hikâyeye dâhil etmiş olabilir!
Bir de geçen hafta Lost’tan bahsetmiştik ya… Dylan, Irving ve Helena’nın dolap numaralarını yan yana koyunca Lost’taki ünlü sayı dizisini oluşturduğunu söyleniyor. Severance’ın yaratıcısının Lost hayranı olduğunu biliyoruz.
Meltem: Biz hep hikâyenin gizem boyutunu konuşuyoruz, “Ne oluyor, nereye gidiyor?” diye ama aslında alegorisi net. Katı bir şirket distopyası. Burada bir tür modern köleleştirme mantığı var. Kapitalizmin en büyük meselelerinden biri olan iş-hayat dengesi… Ama artık denge gözetmekten çok insanları şarta uyumlamak esas olmuş durumda. Severance bu olayı doğrudan bıçak gibi keserek, kişiye faydalıymış gibi gösterip ele geçiriyor. Fakat bu bölümde işin başka bir tarafını da görmeye başladık. Dylan baya bırakıyor kendini. Irving’in ona “bize katıl” çağrısına verdiği tepki, “Abi ben hiç bulaşmasam mı?” minvalindeydi mesela.
Utkan: Dylan’ın hikâyesi bence en enteresanıydı. İlk defa olan bir şey. Birinin dışarıdaki eşi gelip onunla konuştu. Orada da derinlikli bir mevzu da vardı: Eşi içerideki Dylan’a sarılıp “Seni seviyorum” dedi. Sonra da “Pardon, alışkanlık, hep yaptığım bir şey” diyerek geri çekildi. Ama evde, gerçek Dylan’la ayrılırken böyle bir şey yapmadı.
Meltem: Adamın yüzüne bakmadı. Loser mı?
Utkan: Loser da demeyelim ama hani önceki işlerinde tutunamadığının da ipucu verildi. Evde boş oturan, hımbıl, tembel bir hâli vardı. Kadın gece çalışıyor, Dylan da gündüz. Aralarında büyük bir iletişim kopukluğu var. Kadın zaten içeride yaşadığı deneyimle ilgili hiçbir şeyden bahsetmedi. Çok da iyi oyunculuk gördük. Oynayan Merritt Wever. The Walking Dead’den hatırlıyorum. Dizinin çöpe dönüşme döneminde yer almıştı! Bunun dışında Nurse Jackie’de de oynamış ve oradaki rolüyle ödül de kazanmış. Şimdi düşünüyorum da; senin de söylediğin gibi Dylan içeride oldukça çalışkan, işine odaklı ve fazla maceraya girmek istemeyen biri gibi görünüyor. Daha atarlı ve kendinden emin bir havası var. Bu sekans, içerisi ve dışarısı arasındaki karakter farklarını göstermek açısından bence başarılıydı. Peki, bu sadece onunla mı sınırlı kalacak? Yoksa eşi de Mark’ın kız kardeşi, Dylan ve diğerleri gibi giderek olaylara daha fazla dâhil olmaya mı başlayacak? Bunu görmek ilginç olacak.
Meltem: Başta Helly’den emin olamıyorum. “Bu Helly mi, Helena mı? Ne oluyor burada?” diye düşünüyorum. Ama keçilerin Mark ve Helly’yi çembere aldığı sahnede, ilan gösterilmeye başlayınca dedim ki tamam, bu bizim kız! Artık sadece patlama anlarında kim olduğunu anlayabildiğim bir noktaya geldiğimi hissediyorum.
Utkan: Dışarıdaki hâli oldukça net bence. Özellikle Cobel ile karşılaştığı anlar çok gerilimli. Geçen bölümde de vardı ya, dizinin hafif mizahi bir yanı olsa da o ikisi karşı karşıya geldiğinde gerilim seviyesi epey yükseliyor. Ayrıca oyunculuğu da çok iyi. Zaten az da görünse Patricia Arquette dizinin yıldızlarından biri. Onun da çok ilginç bir hikâyesi var. İlk defa gündüz dışarıyı gördük gibi bir sahne oldu aslında. Nereye gidiyordu, neden geri döndü? Son anda vazgeçti ama neden? Fazla mı gizem ekliyorlar bilmiyorum. Bu seni rahatsız ediyor mu? Son anda geri çekildi ya, “Beni götürecekler, orada bana zarar verecekler” gibi davranıyordu.
Meltem: Baya bir şov yaptı. “Bana muhtaçsınız” çekti resmen.

Utkan: Genel olarak düşündüğüm bir şey var: Bu şirketin gerçekten bu insanlara bu kadar ihtiyacı var mı? Çünkü sürekli şirketin aşırı güçlü olduğu hissettiriliyor. Ama sonunda bu dört kişiye mi ihtiyaçları var? Mark özel bir figür gibi görünüyor ama Irving, Dylan gerçekten o kadar kritik mi?
Meltem: Bir şekilde buldukları herkesi tutuyor olabilirler mi?
Utkan: Delirmeyenleri diyorsun.
Meltem: Şimdi burada bazı sürprizleri bozmam gerekiyor sanırım. Reentegrasyon hikâyesi devreye girdi artık. Şunu hatırlayalım: Petey de reentegrasyon yaptı ve öldü. Başına gelenleri tam anlamıyla anlatabildi mi? Hayır. Aynı şey Mark’ın başına da gelebilir mi? Her şeyi bilen tek bir Mark olacak ve bu bilgiyle ne yapacak?
Utkan: O sahne gerçekten çok iyiydi. Hem çekim tekniğiyle hem de Mark’ın geçirdiği değişimle. Hatırlama ânı, bilinç kazanışı… Retinaya mesaj yazma fikri saçma olsa da o sahne de iyiydi. Ayrıca dizinin temposunu da iyi taşıyan bir andı. Bahsettiğin reentegrasyon durumunda bir sıkıntı olacak. Çünkü olursa çok büyük bir adım atılmış oluyor.
Meltem: Olacak gibi geliyor.
Utkan: Çok erken geliyor bana.
Meltem: Peki ya olmazsa? O zaman ne olacak ki?
Utkan: Sezon finali gibi bir cliffhanger havası yarattılar bence.
Meltem: Ama artık bazı şeylerin çözülmesi lazım. Bir sürü sembol gösterdiler, olayları kaşıdılar. Artık toparlanma süreci başlamalı.
Utkan: Peki yani bu Cold Harbor nedir tam olarak? Teknolojiyle tarihin bütün ayarlarını değiştirecek bir şey mi? Dış dünyayı hiç görmediğimiz için zaman konusunda da bir fikrimiz yok. Sadece lojmanlar, parklar, otoparklar, kar… Ne zamandayız gerçekten bilmiyoruz. Mesela Helena’nın yönetici olarak bindiği araba oldukça eskiydi ama bazı detaylar da günümüze ait gibi görünüyor. Gelecekte miyiz, geçmişte miyiz? Ama sonunda Dylan’ın hikâyesi bu bölümde en iyi işlenen şey oldu sanırım. Üç çocuğu olan bir adam, geçinmeye çalışıyor, eşi gündüz kendi gece çalışıyor, birbirlerini neredeyse hiç görmüyorlar. Bunu anlatırken aslında modern işçilik ve çalışma kültürü üzerine de bir şeyler söylüyorlar.
Meltem: Dylan’ın şu anki durumu çok ilginç çünkü içerideki hâli dışarıdaki hâlinden daha cazip. Hem kendisi için hem de ailesi için. Ama bunu gerçekten seçecek mi?
Utkan: Şirket de bunu görüyor gibi. “Bakın, severed versiyonlar gayet iyi iş çıkarıyor” diyerek bir PR çalışması mı yapacaklar acaba?
Meltem: Elbette, yoksa neden böyle bir görüşmeye izin versinler? Neden bu fırsatı yaratsınlar?

Utkan: Peki, neden bu kadar farklılar? Mark da aynı durumda mı? İçeride daha sakin, daha huzurlu ama dışarıda da çok taze, travmatik bir kaybı var. Depresyonda. Ayrıca artık şirket hakkında daha fazla bilgi vermeleri gerektiğini düşünüyorum. İşin tam doğasını anlatmasalar bile en azından birkaç ipucu vermeliler. İlk sezonun sonunda şirketin iç dinamiklerini biraz gördük ya, işte onun gibi bir şey daha lazım. Bir yandan da ilk üç bölüm sanki bir hazırlık gibiydi. Şimdi artık bir kopma noktasına yaklaşıyoruz. Bu keçilerin olduğu sahne de bana Being John Malkovich’i hatırlattı. Afişini düşününce, sanki birebir canlandırmışlar.
Meltem: Geçen Zeynep (Naz Günsal) ile Carnivale’ı konuşuyorduk, o da aklıma geldi. Severance’daki board ile Carnivale’daki management‘ın işleyişi birbirine çok benziyor.
Utkan: Milchick’in ofisindeki sahne en beğendiğim sahnelerden bir tanesi oldu. Board konuşmayı sonlandırdı dediğinde, o sahte bir gülümsemesi var ya kadının suratında. O gülümseme bir anlık kayboluyor gibi oluyor ama onu zorla devam ettirmek zorunda olduğunu düşünüyor tekrar. Onu mimiklerden çok net hissediyorsun. O ayrıntıları iyi verdiklerini düşünüyorum mesela. Bir de Milchick’in kendisine verilen hediyeler mevzuunda Ben Stiller’ı tam olarak hissettiğimi söyleyebilirim. Tropic Thunder diye bir filmi vardı yönettiği. Onda da bütün filmi Robert Downey Jr. “blackface” oynamıştı! Stiller’ın çektiği bölümler kendi içinde tutarlı.
Meltem: Sinematografi açısından da daha tatmin edici bir bölümdü benim için. Koridor sahnelerindeki kontrastlar, ışık kullanımı falan iyi gitti. Sürekli bembeyaz koridorda yürümekten sıkılmıştık.
Utkan: Müzikleri de pas geçmeyelim. The Stone Roses! Şok edici derecede iyi bir seçim. “Love Spreads”, ilk albümleri kadar ünlü olmayan ikinci albümden hem blues hem klasik rock’a göz kırpan, benim de çok sevdiğim bir parça. Ayrıca finalde The Who çalması da çok iyiydi.
Meltem: Yine aynı şeyi söylemiş oluyoruz ama seçilen parçalar çok iyi olmasına rağmen tema müziğinin overdose kullanımı devam. Özellikle Cobel’in arabadaki sahnesinde bir ortam sesi duyalım çok istedim. Rüzgârı duyalım, arabayı duyalım, bir duralım.
Utkan: Katılıyorum. Tam orada “şu anda müzik olmasa ne olur” diye düşündüm hakikaten. O sahnede de bir solunum cihazına bakıyordu. Yine bir gizem!