Çoktan bitmiş bir gelecek: Sığınak Çobanları

Yazı: Deniz Dursun - Fotoğraf: Flufoto

Estonyalı sanatçı Madlen Hirtentreu’nün kişisel sergisi Sığınak Çobanları, 5 Mayıs’a kadar Eskişehir’deki Eldem Sanat Alanı/Fırın’da ziyaret edilebilir. Sığınak Çobanları dünyanın değişen dengesini mekâna yayarak post-hümanist bir yaklaşımla somutlaştırırken, bir yandan da yaşadığımız çağa kafa tutan bir deneyim alanı aslında.

Hirtentreu ve Sığınak Çobanları 

Madlen Hirtentreu 1993’te Estonya’da başladığı hayat yolculuğuna bir süre Milano’da devam ettikten sonra Tallinn’e dönerek enstalasyon ve heykel alanında uzmanlaşan bir sanatçı. SAHA Derneği’nin sürdürülebilirlik fonu desteğiyle hayata geçen Sığınak Çobanları’nın üretim sürecini, konuk sanatçı programıyla geldiği Eskişehir’de, sergiye ev sahipliği yapan Eldem Sanat’ın misafirhanesinde geçiriyor Hirtentreu.

Mekânın her türlü imkân ve kapasitesinden faydalanarak mekânı da işin bir parçası hâline getiren sergi, temelde modifiye edilmiş metal ve çeliklerden, buluntu nesnelerden ve çeşitli ses sistemlerinden oluşuyor. Titizlikle bir araya getirilmiş parçalar, akla ilk gelen işlevlerinin ötesine taşan kullanım biçimleriyle de dikkat çekiyor.

Kişisel tarihi ve mitler, Hirtentreu’nün sanatını politik bir düzleme taşırken uğradığı duraklardan belki de izi en belli olanı. Örneğin yüzmeye olan ilgisi ve küçüklüğünden itibaren bu eylemle kurduğu ilişki, sergi alanının zemininde, bir yüzme havuzunun kulvarını andıran çizgilerde yankı buluyor. Aynı şekilde kullandığı malzemelerle yarattığı anlamlar, merak duyduğu tarihi/mitsel figürlerin, rüyalarının, onda yer etmiş önemli toplumsal olayların da etkisini taşıyor.

Duvar rengi dâhil her şey serginin bir parçası ve düşünülerek tasarlanmış. Pencerelerin önünü kapatarak yalnızca iki küçük camdan gelen ışığa izin veren ve “dışarı” ile “içeri”yi ayıran bir katman görevi gören alçılar aracılığıyla mekân, ziyaretçiyi girer girmez bir sığınak hissiyle buluşturuyor. “Anda” olduğunuzu unutturmayan yerleştirmelerin duygusuyla zahmetsizce bütünleşiyorsunuz.

Peki ya yaşam, o nerede?

Odaya girdiğinizde sizi iki şövalye karşılıyor: Yomi ve Yami. Madlen Hirtentreu’nün rüyalarından taşıp burada hayat bulmuş iki Japon figür. Aynı zamanda Japonca’da “ölüler diyarı” anlamına da geliyor.

Etrafımız sarılı. Siyaha çalan bordo duvarların arasında birbirimize bakıyoruz. Ortada eksik ya da fazla hiçbir şey yok, her şey tam da olması gerektiği gibi. Uzun ve derin bir uykuya dalmadan sessizliğin içinden geçmek nasıl mümkün olur? Ölümün bilgisiyse bizi yaşamda diri tutan, “yaşıyorum” diyebilmek için onun temsiline tutunabilir miyiz? Yomi ve Yami; birinin varlığı diğerininkinin ön koşulu. Buluntu ve kayıp, yaşam ve ölüm, yin ve yang. Biri yoksa öbürü de yok.

Burada güvende miyim?

Duvarların bir kısmı laboratuvarı andıran bir yeşil tonuyla çevrili. Ben aslında buna hastane yeşili diyorum. Hastane yeşili duvarın bulunduğu alanda tavandan inen, yarısı parçalanmış bir araba; bu arabanın altındaysa zemine temas eden ve ilk bakışta bir bisiklete benzetilebilecek bir yerleştirme mevcut. Bu yerleştirme, içinde bir bebek figürünü muhafaza ediyor. Bu birlikteliğin bende uyandırdığı ilk şey, pedalları hızlanarak, daha da hızlanarak, hep hızlanarak sürmek, kaçmak, gitmek arzusu oluyor. Dünyanın hızına, ondan daha hızlı dönerek kafa tutabileceğimi ve bebeği, mevcut olmayan, zaman/mekân dışı bir gerçekliğe götürebileceğimi düşünüyorum. Galiba koruma içgüdüsü. Ama zaten tepedeki araba da bu bebek için bir nevi örtü gibi; yıkıntıya, sese, toza, pasa karşı sınırları çizen bir kalkan gibi. Yani korunan bir bebek bu. Dünyadan korunan, yakındakinden korunan, uzaktakinden korunan, kendisinden korunan, sağır eden sessizlikten korunan, kaostan korunan… Sanatçı bu bebeği, Filistin savaşının ona hissettirdiklerinden kaçmadan, aksine ilhamla tasarlamış. Girişte bulunan şövalyelerin tam da bu bebeğin karşısında konumlanması tesadüf değil; bile isteye orada duruyor, hazır ve nazır bekliyorlar. Çünkü onlar da bebeği koruyor. Bebek uykuda. Belki yavaş yavaş uyanacağı, belki de sonsuza dek sürecek bir uykuda. Bilmiyoruz. Bunun hissi değişiyor. Açıkçası ben, bazen uyanmak üzere olduğunu sezerken bazen çoktan öldüğünü düşünüyorum. Her koşulda güvende gibi duruyor. Onunlayken ben de güvende hissediyorum; öte yandan ben de onu koruyorum.

Kalp atışı dakikada kaç?

Madlen Hirtentreu’nün Japon kültürüyle yakın temasta olduğu belli ki sergiye özel hazırlanmış müzik bir Japon müzisyenin elinden çıkmış. Zaten serginin yarattığı izolasyon hissinin bir başka sebebi de odada bulunduğunuz süre boyunca size eşlik eden bu müzik. Baktığınız ya da durduğunuz yere göre sanki müziğin manası da değişiyor. Bebeğin yanındayken bir ninni, şövalyelerin yanındayken savaşın seyrini değiştiren son bir kılıç hamlesi duyuyorsunuz.

Bir de ambu balonu var. Şövalyelerin yanında, girişe yakın bir yerde konumlanıyor. İlginç bir mekanizmayla çalıştırılmış. Tak tak tak tak atan bu şey, uzaktan pet şişeye benziyor. Kablolarla bir demire bağlanmış, pillerle çalışan, sönüp sönüp şişen bir pet şişe… Söndükçe şekli bozuluyor. Ritmini kaçırıp şişmeyi unutacak; öyle büzülmüş, ezik bir hâlde kalacak diye bir süre yüreğiniz ağzınızda izliyorsunuz. Yaklaştıkça, ona solunum cihazlarından aşina olduğunuzu fark ediyorsunuz. Dediğim gibi, bu bir ambu balonu. Nefes alıp verişi temsil etmiyor; zaten kendisi nefes alıp veriyor. Bir müddet yakınında durup onu seyretmeye kaptırdığınızda kendi soluklarınız da onun ritmine benziyor. Ciğerleriniz onunla aynı anda şişip aynı anda sönüyor – ve şimdi, aldım, verdim. Pek tabii müzik de onun yanındayken bir kalp ritmi gibi duyuluyor ya da belli belirsiz bir uğultu; çünkü belki de nefesinizi tuttunuz.

Kulvar tasarımıyla yüzme havuzunu çağrıştıran zemini, bu ambu balonuyla birlikte düşününce taşlar iyice yerine oturuyor. Yüzmek, nefes almak, nefesini tutmak, dalmak, suyun altında kalmak, batmak, çıkmak, oh, son bir nefes…

Yaşam ve ölümün sınırlarında dolanırken çarpıklığı ve düzeni, insanı ve insan olmayanı, burayı ve buranın ötesini gayet mekanik, keskin fakat duygularla iç içe bir teknikle masaya yatırıp deşiyor Sığınak Çobanları. Geçmişle gelecek arasında, hayal-hakikat ikiliğini yerle yeksan ettiği bir köprü kuruyor. O köprüden geçerken zihninize kümelenen bulutlarla ne yapacağınız size kalmış.