Yazmak, Sinem Sal için bir terapi biçimi değil

Bant Mag. No:77’deki 8 yazarın zihnini kurcaladık dosyasında, yakın dönemde yeni ya da ilk kitabını paylaşmış bazı yazarların yaratım dünyalarını keşfe çıkalım istedik. Farklı hikâye anlatıcılarının yazma pratiklerini, bu meşakkatli işi sürdürürken tutundukları farklı motivasyonları, yaratım dünyalarını besleyenleri kurcalamak bizce çok anlamlı.

90’lı yılların sıradan bir mahallesinde geçen, hüzün ile neşeden beslenen son kitabı Bizim Zamanımız’ı Karakarga Yayınları’ndan yayımlayan Sinem Sal, sorularımızı yanıtladı.

Sinem Sal: “[Yazmak] Tüm empati kaslarımı çalıştırıyor.”

Bir kafamın içinde, yazma pratiğim var, bir de gerçekte olan. Kafamın içindeki yazma pratiğim sabahları erkenden kalkıp yazmak, gerçekte olansa sabahları erkenden kalkıp işe gittiğim için akşamları yazmak. Romanı yazmadan önce her bölümde neler olacağını aşağı yukarı biliyorum. Bizim Zamanımız’ı mesela son sahnesine kadar planlamıştım. Roman, 1999 yılında geçtiği için o yıllara ait görselleri, şarkıları, haberleri, bazı videoları bir klasörde biriktirdim. Yazmadığım zamanlarda bile atmosferi besleyecek, karakterlere küçük yeni hikâyeler eklemem konusunda bana ilham olacak şeylerle ilgileniyordum.

İçime tam olarak sinen bir hikâyeyi kurguladıktan sonra yazmak benim için çok daha rahat oluyor. Ana hikâyeden sonra, karakterlerimi şekillendirirken hepsinin ayrı ayrı günlüklerini tuttum. Bu da dil olarak birbirlerinden ayrılmalarını kolaylaştırdı benim için. Olaylar Hasköy’de geçiyor. Ben de romanı yazmaya başladığım hafta Hasköy sokaklarını gezdim ve mahalleliyle sohbet ettim. Yanlış bildiğim, eksik hatırladığım, hiç duymadığım hikâyeleri bir de onlardan dinledim.

Taslak ve son ürün arasındaki sürece dair

Son düzenlemeleri yaparken, bazen birkaç cümle ekledim. Sonra okumaya devam ettiğimde, o cümlenin aynısının zaten alt paragrafta olduğunu gördüm. Süper tutarlı olduğumun kanıtı değil bu. Aslında o kadar çok okumuşum ki yazarken, ezberlediğimi fark etmemişim.

Dürtüler ve temel motivasyonlar 

İlham aldıklarım kadar, reddettiklerim, sevmediklerim. Eskiden belki sevdiğim, ama artık daha mesafeli olduğum, aslında içinde bir hikâye barındırmayan romanlardan hoşlanmıyorum. Ne kadar yapabildiğim tartışılır, ama kafa yorduğum şey, kısa cümlelerle, şimdiye kadar yazdığım öyküler ve romanda olduğundan daha fazla diyalogla roman yazabilmek.

Yazmayı öğrendiğimden beri hayatımda düzenli olarak yaptığım iki şey var; biri gereksiz her şey için kaygılanmak, ikincisi yazmak. İlkokulda bile defterler dolusu öyküler yazıyordum. Günlük tutmaya başladığımda sanırım hayatımın sıkıcılığını fark ettiğimden olsa gerek günlere bir başlık koyup durumu abartıyordum. Mesela bir keresinde öğretmenimizin üstüne çay dökülmüştü. O günün başlığını hatırlıyorum: Öğretmenin Yanışı. 

Uzun soluklu yazma deneyimini nasıl tanımlıyor?

Nasıl tanımlıyorum emin değilim ama nasıl tanımlamadığımdan çok eminim. Yazmak benim için kesinlikle bir terapi biçimi değil ve iyileştirmiyor. Bir terapiyse de divana uzanan değilim ben. Koltukta oturanım. 

Yazarken en keyif aldığı ve en meşakkatli kısımlar

Hikâyeyi kurduktan sonra yazmaya başlamak benim için en doğal süreç. Lâle Müldür’ün bir şiiri var: “Sen açacağın onca belaya değer misin?” Yazmanın doğal süreci benim için başlamadan önce her gün o hikâyeye bakıp bu soruyu soruyorum kendime.

Bir okuyucu olarak iyi bir hikayeden bekledikleri 

Aslında bunun cevabıyla tekrara düşebilirim çünkü bir okur olarak beklentilerim bir yazar olarak beklentilerimi etkiliyor. Hatta ikisini birbirinden ayırmam çok zor. 

Yazmak ya da yazmaya dönük birikim yapmak gündelik hayatına nasıl yansıyor? 

Benim tüm empati kaslarımı çalıştırıyor. Empatinin varlığı için de duyguları anlamak, nihayetinde o duyguları karşılayacak ihtiyaçları tespit etmek gerekiyor. Bunu sürdürebilecek kadar stabil bir psikolojiye ihtiyaç duyuyorum. Orada patlak vermiş olabilirim zaman zaman.

Kitabıyla birlikte ne gibi tecrübeler edindi? Nasıl dönüşümlerden geçti / geçiyor? 

Bir gün Bina’nın balkonunda, kalbimin çok kırık olduğu bir gün Aylin Güngör bana demişti ki “Aslında tam bir asshole gibi davranabilirsin. Öyle görünmüyorsun ama yazdığın karakterlerde var.” Aylin’i önerisiyle ateşlere atmak istemem ama kırk psikolog birleşse böyle sağlam bir öneri veremezdi. Ben de sanırım tecrübelerinden yola çıkarak kitap yazan biri olmaktan ziyade, yarattıkça hayatına ilham alan biriyim. Bizim Zamanımız’ın Mihrap’ı da bana başına gelenlerle neşesiyle mücadele ederek ilham verdi. İlk yıkımda göreceğiz, ne kadar dönüştüm.

Yazmak isteyip de fikir aşamasında kalanlara tavsiyeleri var mı? 

Bence fikir aşamasında kalıyorsa, asla “Hemen yazmalısın” diyenleri dinlememek gerekiyor. Çünkü durduran her şeyin bir sebebi vardır, yazdıran her şeyin de.

Yaratıcı yazarlıkta risk nasıl alınır?

Kalabalık bir konserde mikrofonun sana uzatıldığı bir an yaşadın mı hiç bilmiyorum. Ben hiç yaşamadım. Ama bence bir şeyin yayımlandığı an yazarı kim olursa olsun böyle. Kötü çıkan sesini ya gülerek geçiştireceksin ya da ayağa kalkacaksın. İkisinin aynı anda olması bile mümkün.