Sinemanın tabu yıkan kadın karakterleriyle, yaşasın 8 Mart!

8 Mart ruhuyla, “kişisel olan politiktir” diyerek, sinemada kişisel hayatlarında yıktığı tabularla ve kamusal alanda zorladığı sınırlarla, erkek iktidarının karşısına dikilmiş, kendi gerçeğinin peşinden gitmiş kadın karakterlere uzanıyoruz. 

Yazı: Mine Metin

La Passion de Jeanne d’Arc (Jeanne d’Arc’ın Tutkusu) – Jeanne D’arc

Carl Theodor Dreyer yönetmenliğinde 1928’de çekilen La Passion de Jeanne d’Arc, 1431’de yargılanan ve yakılarak öldürülen Jeanne D’arc’ın tutkusunu konu ediyor. Jeanne D’arc, Yüzyıl Savaşları’nın içine büyüyüp on dokuz yaşına geldiğinde bütün engellemeleri ve duvarları yıkarak savaşta, İngiltere’ye karşı Fransa’ya öncülük etmiş isimler arasında yer aldı. Savaşın seyrini değiştiren büyük bir başarının komutanı oldu. Ancak erkek iktidarının sınırlarını tehdit edeceği düşünülen en ufak bir adımla, kadınların kolayca cadı ilan edildiği Ortaçağ’da, erkek kıyafetleri giyerek bir savaşa katılmanın yanında, ona öncülük eden bir kadının, üstüne böyle bir başarı kazanması kabul görmedi. Yüzyıllar sonra “koruyucu azize ve Orleans Bakiresi” ilan edilecek olsa da Jeanne d’Arc bir cadı, bir sapkın olduğu gerekçesiyle Engizisyon tarafından aylarca yargılandı ve yakıldı. Jeanne d’Arc’ın yargılanma sürecine şahit olduğumuz filmde, Maria Falconetti’nin akıllara kazınan oyunculuğuyla efsane savaşçının Tanrı’ya sıkı sıkıya olan bağlılığına, hislerinin yoğunluğuna ve derin tutkusunun gücüne, büyüyen gözbebeklerinde şahit oluyoruz. Film boyunca inandığı gerçekten geri adım atmayan Jeanne d’Arc, yakılırken bile tutkusundan vazgeçmiyor.

Vivre Sa Vie (Hayatını Yaşamak) – Nana 

Fransız Yeni Dalgası’nın, Jean-Luc Godard’ın kendine has bakışının ve Aralık 2019’da hayatını kaybeden Anna Karina’nın etkileyici oyunculuğunun bir harikası, Vivre Sa Vie. Nana da, 1962’de çekilen ve on iki bölümden oluşan filmde, hayali için hayatını tamamen değiştirecek kararlar alan, içinde bulunduğu maddi sıkıntılarla mücadele eden ama bu sırada kafasında taşıdığı soru işaretlerinin üstüne giden, enerjisiyle tekdüzeliğin ortasına dansını bırakan ve bir yerden sonra genelevde çalışmaya başlayan bir genç kadın. Tanınan bir aktrist olma hayaliyle eşini ve çocuğunu terk eden Nana, film boyunca bu hayaline bağlılığını sürdürürken, yaşama dair sorular sorar ve bunları tartışır. Umut ve umutsuzluk, neşe ve hüzün, kararlılık ve şüphe arasında gidip geldiği filmde Nana, toplumsal olanın yarattığı zorluklara ve etrafındaki erkeklere rağmen, sonu nasıl biterse bitsin, “ben” diyebilen bir karakterdir: “Bence yaptığımız her şey bizim sorumluluğumuzda. Özgürüz. Elimi kaldırıyorum, ben sorumluyum. Başımı çeviriyorum, ben sorumluyum. Üzgünüm, ben sorumluyum. Sigara içiyorum, ben sorumluyum. Gözlerimi kapatıyorum, ben sorumluyum. Bazen sorumluluğumu unutsam da, hayat bu ve dediğim gibi ondan kaçış yok. Yine de her şeye rağmen yaşamak güzel. Sadece hayatın tadını çıkarmaya çalışmalısın. Sonunda her şey olacağına varıyor.”

Sedmikrásky (Papatyalar) – Marie I ve Marie II  

Çek Yeni Dalgası’nın öncülerinden Věra Chytilová’nın 1966’da çektiği bu feminist avangart harikası, gittikçe dişlilerine yaklaştığımız bir çarkın dönüşü ve savaş görüntüleriyle başlar. Sonra Marie II’nin burnu parmağına gider ve Marie I trompetini öttürür. Siyah beyaz olan bu sahnede ikilinin her hareketine makine sesleri eşlik eder. Renksizlik, ikilinin “Madem her şey bozuluyor. Biz de bo-zu-la-lım” kararından hemen sonra bozulur. Bundan sonra, yere düşen elmalar, papatyalar, dökülen yemekler, içkiler, parçalanan her şey ve parçalan Marieler… Her şey bozulur, bütün kurallar yerle bir edilir. Kural tanımayan iki kadın düzeni ne zaman yıkmaya başlasa sahneler renklenir. “Yasak elma”lar katır kutur yenir, ayaklar altına saçılır, erkeklerle alay edilir, sakince oturup duran insanlar rahatsız edilir, umursamazca dans edilir, şımarılır, yakılmak istenen yakılır… Papatyalar, dönüp duran çarkları yıkar.

Angst essen Seele auf (Ali: Korku Ruhu Kemirir) – Emmi

Yeni Alman Sineması’nın en önemli isimlerinden Rainer Werner Fassbinder’in 1974 yapımı Angst essen Seele auf filmi, göçmenlik ve bakış üzerine çok güçlü bir anlatı. Film, Almanya’da temizlik işçiliğiyle geçinen 60’lı yaşlarındaki Emmi’nin, Fas’lı, genç ve göçmen bir işçi olan Ali’yle aşkını konu ediyor. Toplum tarafından yaşlı ve eşi ölmüş bir kadının, hem genç hem de Almanya’nın “ötekisi” bir erkekle ilişkisi kabul edilmez. Emmi ve Ali, çevrelerinden baskı görür ve toplumun dışına itilmek istenir. Onaylanmamalarına rağmen bağını koparmayan ikili, zaman geçtikçe çevresindekiler tarafından sahici olmasa da kabul edildiğinde, ilişkileri de dönüşmeye başlamıştır. İkili arasında anlaşmazlıklar başlar. Emmi, Ali’ye, ona içinde bulunduğu toplumun gözüyle bakmaya başlar, onu ötekileştirir. Ali, Emmi’yi başka biriyle birlikte olarak aldatır. Aralarındaki bağ zedelense de bütün bunlara rağmen kopmaz. Sonunda filmin girişinde yazan “Mutluluk her zaman eğlenceli değildir” sözünü yineleriz ama Emmi, sınırları çiğnemiş ve mutluluğunun peşinden gitmiştir.

Sans toit ni loi (Yersiz Yurtsuz) – Mona 

1985 tarihli bu film, Fransız Yeni Dalga’nın en öne çıkan isimlerinden, geçen yıl kaybettiğimiz Agnès Varda’nın harikalarından. Varda’nın incelikli anlatısını oluşturduğu her unsurla erkek bakışına eleştiri indirdiği bu etkileyici filmi, genç bir kadının ölü bedeninin bir hendekte bulunmasıyla başlar. Sonra bir anlatıcı devreye girer. Üzerinden kimlik çıkmayan genç kadının adının Mona olduğunu bilen anlatıcı, son iki haftada onunla karşılaşmış ama öldüğünü bilmeyen insanların anlattıklarını bir araya getirir. Belgesel tadındaki kurmaca, Sandrine Bonnaire’in hayat verdiği Mona’yı, bu tanıklıklar üstünden tanımlamaya başlar. Biz de anlatılanlardan hareketle, hakkında başka hiçbir iz bulunmayan, nereden geldiği ve nereye gittiği bilinmeyen genç kadını izlemeye, yaşadıklarını takip etmeye başlarız. Ancak anlatan herkesin Mona’sı farklı olduğu gibi, hepimizin Mona’sı da farklı olur. Varda, Mona’nın duygularına, gerçeğine yakınlaşmamızı istemez. Mona, karşılaştığı hiç kimsenin hayatında durmadığı gibi, bizim karşımızda da öylece durup durmaz. Onu keşfetmemize izin vermez. Tek bildiğimiz onun hiç kimseye ve hiçbir yere bağlı kalmadığı, özgürlüğünün takipçisi olduğu, yersiz yurtsuz, serseri, maceracı, anlatılanların hem hepsi, hem de hiçbiri olduğudur.

Aaahh Belinda – Serap / Naciye

Aaahh Belinda, 80’li yıllarda Türkiye’de feminist tartışmaların ve mücadelelerin yoğunlaşmasının etkisiyle Atıf Yılmaz’ın kadınlar söz konusu olduğunda tabu sayılan meselelere eğildiği pek çok filminden biri ve bence en iyisi. Senaryosunu Barış Pirhasan’ın yazdığı filmde, Müjde Ar’ın canlandırdığı Serap, başarılı bir tiyatro oyuncusudur. “Belinda” şampuanı için aldığı bir reklam filmi teklifini kabul eder. İlk reklamı olacaktır. Ancak, reklam filminde canlandırılması istenen Naciye karakteri, kuşkusuz ki toplumsal olanla doğrudan ilişkili olarak cinsiyetçi bir bakışın ürünü olacaktır. Hikâyeye göre Naciye, izleyiciyi etkileyecek bir çekicilikle saçlarını yıkar, sonra eşine ve çocuklarına yemek hazırlar, sofra kurarken Belinda ile yıkadığı saçlarının kokusu eşi tarafından beğenilince mutlulukla ekrana gülümser. Sıcacık bir aile ve yumuşacık, mis kokulu saçlar… “Evinin kadını” olan Naciye’yi canlandırma fikri Serap için zor olsa da çekimler başlamıştır. Sahneler tekrar tekrar çekilir. Saçlar Belinda’yla bilmem kaçıncı kez yıkanır ve Serap, canlandırdığı role dönüşür. Eşinin ve çocuklarının yanında, evindedir. Naciye’dir. Naciye, Naciye olmadığını kabul ettirmeye çalışır ama başaramaz, toplum tarafından ona yüklenen rollerin dışına çıkamaz. Bu yaşamı reddettiğinde aklından şüphe duyulur. Aaahh Belinda, ataerkinin kadınları kalıpların içine nasıl sıkıştırdığını, hayalle gerçeği iç içe geçiren şahane bir anlatıyla gözler önüne serer. Sonunda Serap bu sınırları yırtar, Naciye’nin eşine bir tokat indirir ve Belinda’yı devirir.

Una Mujer Fantástica (Muhteşem Kadın) – Marina Vidal

Gloria ile eleştirmenlerin ve seyircilerin övgüsünü toplayan Şilili yönetmen Sebastián Lelio’nun, izleyicisi ile 2017’de buluşturduğu Una Mujer Fantástica filmi büyük ses getirdi. Filmde, Daniela Vega’nın şahane oyunculuğuyla izlediğimiz Marina, geçimini şarkıcılık ve garsonluk yaparak sağlayan trans bir kadındır. Sevgilisi Orlando ile mutlu bir birliktelikleri vardır. Bir gün Orlando, trajik bir biçimde hayata veda eder. Ancak heteronormativite, Marina’nın yasını bile özgürce yaşamasına izin vermez. Genç kadına, doktorlar, polis, Orlando’nun ailesi şüpheyle yaklaşır. Hatta, sevgilisinin cenazesine katılmaya bile hakkı yoktur. Ama bütün bunlara rağmen mücadelesini sürdürür. Una Mujer Fantástica, karakteri tek boyutlu çizme zaafına düşmüyor. Marina’nın çelişkilerine, değişimlerine şahit olurken, ona bunca yükün ne kadar ağır geldiğini hissedebiliyoruz. Ancak, ne olursa olsun kaybetmediği direnci umut olurken, bütün baskılara da meydan okuyor.  

Alice – Alice

Josephine Mackerras’ın yazıp yönettiği Alice, bence 2019’un en iyilerindendi. Bu film ve Alice karakteri, izledikten sonra içindeki kocaman bir yumruyu söküp atmış, zincirlerinden kurtulmuş, yenilenmiş gibi hissettiriyor ve umudu yükseltiyor. Filmde, Alice adındaki genç bir kadın, eşi François ve çocuğuyla sıradan bir hayat sürerken, eşinin onun bütün parasını harcadığını ve büyük borçlar yaptığını fark eder. Bu borç, Alice’i geriye kalan tek şey olan evlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Üstelik François ortadan kaybolmuştur. Alice için bu büyük şok, paraların bir eskort servisine harcandığını öğrendiğinde daha da ağırlaşır. François’nın müdavimi olduğu eskort servisine gider ve hayatı tamamen başka bir yöne evrilir. Para kazanmak zorundadır. Başta tereddütleri olsa da, müşterilerinin zengin erkeklerden oluştuğu bu serviste çalışmaya başlar. Orada çalışanlardan biri olan Lisa’nın da desteğiyle bütün korkularının ve çekincelerinin üstesinden gelir. Çocuğuyla birlikte evini kurtarmak için verdiği mücadelede, büyük paralar kazanır ve eskisinden daha özgür hisseder. Kısa zamanda çok iyi dost olduğu Lisa ve çocuğuyla yan yana, kendi kararlarını alır ve hayatının yönünü kendi çizer. Bu film, seks işçiliğinin zorluklarını es geçmiyor, ama herhangi bir tabuyu yıkmanın, onun ne kadar “herhangi” olduğunu fark etmekle bir ilgisi olduğunu gösteriyor. Kadınların sınırları aşarak kendi kararlarını alabilmelerinin ve el ele vermelerinin gücüyle yeni bir hayatı inşa edebilmelerinin mümkünlüğünü yeşertiyor.