Sınırları belirsiz karakter müzesi “Cryptozoo”, artık “bizlerin”

Kariyerine bir çizgi roman sanatçısı olarak adım atan Dash Shaw; farklı yüzeyler, boyalar ve tekniklerle oluşturduğu görsel kompozisyonlarıyla üslubunu kolaylıkla tanıyabildiğimiz, kendi çizgisine sahip biri. Cosplayers (Fantagraphics), Doctors (Fantagraphics), New School (Fantagraphics), Bottomless Belly Button (Fantagraphics) ve BodyWorld (Pantheon Books) gibi çizgi roman serileri mevcut.

2012’de müziği Sigur Rós’a ait olan bir hayli dokunaklı Seraph kısasında John Cameron Mitchell ortaklığıyla Shaw’un animasyon dünyasına geçişinin ilk izlerini sürüyoruz. Komedi ve trajediyi harmanlamakta kendi tarifine sahip dilini, daha geniş bir izleyici kitlesiyle buluşturan 2016 tarihli My Entire High School Sinking into the Sea ise ilk uzun metraj çalışması. Burada seslendirme kadrosu da bir hayli göz alıcı: Jason Schwartzman, Lena Dunham, Reggie Watts, Maya Rudolph ve Susan Sarandon isimleri bir arada.

Dünyanın bir daha aynı olamayacağı pek çok şeyin yaşandığı 5 yıldan sonra, bu sefer partneri Jane Samborski’nin de daha aktif rol aldığı Cryptozoo animasyonuyla karşımıza çıktı Dash Shaw. Dünya mitolojisinde yer alan Cryptidlerin gerçekten var olduğu bir dünya yaratan ikili; bu kurgu üzerinden insanın yabancılaşması, “öteki” gördüğünü asimile etmesi, evcilleştirmesi, bağlamından koparıp “korumaya” alması gibi olguları kendin yap düsturunu benimsemiş bir animasyonla işliyor.

22 Ekim itibariyle MUBI kataloğuna eklenen Cryptozoo’nun yaratıcısı Dash Shaw’la, prodüksiyon süreci, karakterlerin ardındakiler ve güncel bağımsız animasyon sektörüne dair bir sohbete koyulduk.

Cryptozoo’nun yaratım süreci 2016’da başladı. 5 yıl sonunda sonunda seyirciyle buluşuyor. Şimdi bakınca 2016 sürreel geliyor. Covid öncesi, hatta Trump dönemi öncesi bir zaman… Bu 5 yıl Cryptozoo’yu nasıl etkiledi?

Bu güzel bir soru… Keşke filmleri daha hızlı yapabilsem. Süreçte iyi anlamda olmayan bir uyumsuzluk yaşanıyor dışarıdaki dünyayla. Filmi yapmakla uğraşırken zaman hızla akıp gidiyor. Sanırım bu sanatçının zaman algısını da değiştiriyor.

Filmin müziklerinin bestecisi olan John Carroll Kirby ile konuşurken de bunu fark etmiştim. Filmin yapım sürecinde o bir yandan caz albümleri kaydetti. Ben mesela gelecek bir zamanda tamamlanacak bir kitabın her gün bir sayfası üzerine çalışıp yavaş yavaş eklemeler yapmakla zamanımı geçirirken o bana göre çok daha anda yaşayan biriydi.

Süreçle ilgili birkaç şeyi netlemek gerekirse… 2016’da yazıldı ve storyboardları yapıldı. Trump henüz seçilmemişti. O dönemler mitolojik yaratıklar hakkında düşünüyordum. Winsor McCay’in 1921’de yaptığı The Centaurs kısa filmini gördüm. Jane’in kız arkadaşlarından oluşan bir Dungeons & Dragons grubu, benim de New York Halk Kütüphanesi’nde çalışan arkadaşlarım vardı. 1960’ların karşı kültür gazetelerini araştırıyorlardı. Kütüphanenin arşivi tüm bu gazetelere sahip. Örneğin Brezilya’dan 1967 Free Weekly Paper, Chicago’dan başka bir gazete… Hepsinde ortak olan bir şey vardı. Ütopik iyimserliğin fantastik sanatla birleştiği bir görselliğe sahiplerdi. Aubrey Beardsley’nin çizimlerini anımsatıyorlardı. Sonra Jane çizimler yapmaya başladı. 2017’de filmin başlangıcındaki hippileri çizdik, ses kayıtları yapılmaya başlandı. Bu ses kayıtlarını diğer aktörlere evet dedirtebilmek ve yapım süresince para bulabilmek için yaptık. Tabii bunda biraz başarısız olduk. Filmin tamamlanmasına kısa bir süre kala para bulabildik.

5 yıl içinde senaryo çok fazla değişmedi ancak filmler hakkındaki en güzel şeylerden biri aynı repliği başka aktörlerden duyabilmeniz. Böylelikle başka anlamlar ifade edebiliyorlar. Filmin açılışında hippilerin başkente baskın yapmak hakkında konuştuğunu görüyoruz. Bunların gerçekten yaşandığı olaylarla aynı ayda Sundance’de ilk gösterimini yaptı, film o zaman çoktan bitmişti. Bu çok tuhaftı. Bir sanat okulu terimi vardır “beholder share” diye. Anlamını biliyor musun?

Hayır…

Temel olarak, sanat deneyimini yüzde 70 oranda yapıtın kendisi, yüzde 30 oranda ise seyirci oluşturuyor denir. Yani kendi oranın dâhilinde elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorsun. Eninde sonunda yarattığın zaman ve yerden başka bir ortamdaki izleyicinin zihninde tamamlanıyor. Yani bunun gibi kasıtlı olmasa da bazı şeyler filmin içinde sonsuza dek kalacak. Biraz kolaya kaçmak olacak ama seyircilerin ellerine emanet ediyorum filmimi. Onları sevmek, onlara güvenmek zorundayım. Seyircilerin aptal olduğunu düşünemezsiniz ya da onlardan nefret edemezsiniz. Tamamlamak üzere sizlere teslim ediyorum.

“George Lucas’ın Star Wars’un başrolünün R2D2 olduğunu söylemesi hep çok hoşuma gitmiştir. Evet öyle! Baku’nun de Nick’i yenen karakter olması gerekiyordu.” 

Filmdeki tüm Cryptidler dünya mitolojisinde var olan karakterler. Bu da aslında küratöryel bir ön çalışmayı gerektiriyor. Bu yönden bakınca Cryptozoo bir nadire kabinesi ya da bir sanat galerisi olarak görülebilir. Cryptidlerin seçilmesinde kriterleriniz var mıydı peki? Yoksa daha ziyade rastgele seçimler miydi?

Bir müze gibi düşünmekte çok haklısın, tam olarak zihnimde böyle şekillenmişti. Tabii ki fazla popüler oldukları ve iyi bilindikleri için Yunan mitlerini kullandık; Phoebe merkezde yer aldı. Pressbook’ta tüm başı belada olan cryptidleri görebiliyorsunuz. Ejderhanın hikâyenin merkezinde olmasını istemedim. Baku’nun en önemli Cryptid olması filmin ana fikriyle, savunduğu şeyle bağlantılıydı. 

Yıllar önceydi tabii. Diğerlerinin sürecini hatırlamaya çalışıyorum… Jorge Luis Borges’in Düşsel Varlıklar Kitabı’nı çok seviyorum. O kitapta neredeyse her bölüm yaklaşık 2 sayfa kadar bir düşsel varlıktan söz ediyor. Bu kitabının büyük bir esin kaynağı olduğunu söyleyebilirim.

Baku’nun Nickholas’ın rüyalarını yediği sahne filmdeki karanlık tonu belirleyen sahne belki de. Kötü karakterin duygu ve düşüncelerinin, kötü karakterin bakış açısından aktarıldığını filmlerde nadir görürüz. Bu sahnede de Nick’in Cryptidlere korkunç davranırken ne kadar mutlu olduğunu, kanatlı ata binerken kendini ne kadar kudretli hissettiğini gösteriyorsunuz. Sahnenin ardındakilerden biraz daha bahsedebilir misin?

İlk olarak baş karakterlerin Cryptozoo’nun iyi bir fikir olduğuna inanması için askerî bir öğeye ihtiyacım vardı. Çünkü bu olmasaydı, eğlence parkı kötü bir fikrin ötesine geçmezdi. “Baku, kötülerin eline düşebilir ancak böyle bir yere yerleşirse güvende olur” fikrini vermek gerekiyordu. Bu nedenle Nickholas’a ihtiyacım olduğunu düşündüm. Joan’un ölümü, kulenin çöküşü ve Nickholas’ın rüyalarının yer aldığı sahneyi bir arada kurguladım. Bu iki karakteri eşleyerek, aralarında bağlantı kurarak rüyaların çöküşünü aktardım. 

Burada Lauren gibi birinin Nickholas’ı yenmesi gibi bir durum olamazdı. Rüya-yiyen’in (Baku) Nick’i yenmesi gerekirdi. Cryptid’in kahraman olması gerekiyordu. Baku bizim baş karakterimizdi. George Lucas’ın Star Wars’un başrolünün R2D2 olduğunu söylemesi hep çok hoşuma gitmiştir. Evet öyle! Baku’nun de Nick’i yenen karakter olması gerekiyordu. 

Sahnenin biçimsel yapısına gelirsek… Sinemanın ilk yıllarında kullanılan, merkezinde ışık kaynağı yer alan, çevresindeki sabit imajların dairesel bir panele işlendiği projektörlerden ilham aldım.

“Bence hikâyeyi 1980’lerde görmek çok ilgi çekici olurdu. He-Man gibi 1980’ler çizgi filmlerine benzer bir şekilde.” 

Phoebe de filmin derinlikli ve karmaşık baş karakterlerinden biri. Bir yanda insanlar bir yanda Cryptidler var ve Phoebe bu iki türün tam kesişiminde yer alıyor. Phoebe karakterinin arka planını sormak istiyorum. Belki aşırı bir yorumdur ancak Joan, Lauren ve Phoebe’yi geçmiş, şimdi ve gelecek olarak okuyabiliriz. Yalnızca hangi yaşta olduklarıyla bağlantılı değil, aynı zamanda filmde temsil ettikleri fikirlerle de bağlantılı bir yorum bu. 

Geçmiş, şimdi ve gelecek durumunu düşünmemiştim… Ama filmdeki tarot kartları sahnesinde aslında bu 3 karakterin tek bir karakter olduğu geçiyordu. 

İnsanlar hayvandır cümlesine ya gülersin ya da kafan karışır. Film boyunca bilinçli bir şekilde, bir hayvan olarak söylenebilecek ya da bir insan olarak söylenebilecekler arasındaki çizgiyi muğlaklaştırdık; Lauren’in Luz Malaların bir zekâya, bilince sahip olduğunu açıkladığı sahnede olduğu gibi… Phoebe, insan-Cryptid arası. Onun diğer insan karakterler gibi görselleştirilemeyeceğini düşündüm. Bir şekilde daha farklı ifade edilmesi gerekiyordu. Lovecraft-vari demek istiyorum ancak… Biz Lovecraft karakterlerinin ne olduklarını tam olarak bilmiyoruz. Gerçek anlamda olağan dışılar. Eğer yorumlamam gerekirse, söz konusu bu varlıklar tam anlamıyla hayal ürünü. Bu nedenle Cryptozoo’da da Phoebe’yi tamamlanmamış bırakmak gerektiğini düşündüm. Çünkü bir şey tamamlanmadığında hayal gücünüz boşlukları doldurur. Hayal gücünü harekete geçirebilmenin en iyi yolu bu. Winsor McKay (The Centaurs) kısasından da çok etkilendim. Çünkü bitirilmemişti; boşluklar, tamamlanmamış elemanlar vardı. Böylelikle Phoebe neredeyse bir skeç olarak diğer karakterlerle etkileşen bir karakter oldu. Angeliki Papoulia, Phoebe’yi seslendirirken çok içten bir performans verdi. Bu aslında biraz da zor. Çünkü karakterler neredeyse tarot kartları gibiler, bir şeyleri sembolize ediyorlar. Ancak seslendirmede yüzde 3 bin içtenlik istiyordum, karikatürize bir performans değil. 

Yakınlarda Cryptozoo’nun yapım sürecini temsil eden bir diyagram çizimini gördüm. Cryptozoo’yu diyagram ile anlatmak, filmin doğasıyla da uyumlu bir temsil şekli. Bu bir yandan da metodolojiyi, düşünce dizisini diğerlerine açık hâle getirerek, süreci şeffaflaştırarak filmi bir tür açık kaynağa dönüştürüyor. Mevcut bağımsız animasyon dünyası hakkında neler düşünüyorsun? Sence nasıl ihtiyaçlar var?

Bu konudaki cevabım biraz boşboğazlık olabilir. Çünkü Jane ve ben, Richmond Virginia’da yaşıyoruz. Yani biraz her şeyden uzakta sayılırız. Los Angeles’da yaşayan arkadaşlarım var, Cartoon Network’te çalışıyorlar. Benim o dünyayla pek bir bağlantım yok. Animasyon film yapmayı, üniversiteden mezun olduğum andan itibaren istiyordum. My Entire High School Sinking Into the Sea’yi, 33 yaşımdayken tamamlamıştım. Yani 20’li yaşlarımı sadece bir şeyler yapabilmeye çalışmakla geçirdim. Bağımsız canlı aksiyon yapımcıları genellikle daha önce film çekmiş birileriyle festival gibi ortamlarda buluşup, projenin daha hayata geçirilebilir olmasını sağlıyorlar. Benim hiç öyle bir deneyimim olmadı. Bağımsız animasyon filmi yapan biriyle hiç tanışmamıştım. İlk filmim My Entire High School Sinking into the Sea, filmi yapıp yapamayacağımı görmeye çalışmakla; Jane’i ve ekipteki diğer insanları bana yardım etmeye ikna etmekle geçti. Teknik olarak yapılabilir geliyordu. Çizimleri taratabilirsiniz, milyon dolarlarınız olmadan yapabilirsiniz. Yani sonuç olarak bu konuda söyleyebileceğim tek şey “Hey, ben My Entire High School Sinking into the Sea ve Cryptozoo’yu yaptım.” demek olur. Yapabileceğim tek katkı bu olabilir. 

Cryptozoo’daki karakterlerin zengin bir yapısı var. Çoğu sahne, bu karakter hakkında daha fazla şey keşfedilebilir hissi uyandırıyor. Acaba ileride Cryptozoo’ya ait yeni hikâyeler gelecek mi? Mesela bir çizgi roman ya da animasyon olarak evren genişleyecek mi?

Bence hikâyeyi 1980’lerde görmek çok ilgi çekici olurdu. He-Man gibi 1980’ler çizgi filmlerine benzer bir şekilde. Tabii 1980’leri, 1960’ların antitezi olarak düşünebiliriz… 1980’lerin kendine has bir eğlence parkı niteliği var. Bir yandan da başka Cryptidleri tanımak güzel olurdu… Defterimde birkaç fikir var ancak söyleyebileceklerim bu kadar.

Yani bu bir “belki”?

Evet…

Röportaj: Biçem Kaya