Spotify'da AI dönemi, müziğin metalaşma serüveni ve gürültülü bir sergi üzerine

Yazı: Berk Sayan

Karışık bir başlık değil mi? Mesele de öyle. Hatta bu yazının net ve berrak bir konusu var mı o bile belli değil aslında. Müzik, şeylerin endüstrileşme yarışında diğer pazarların hemen ensesinde, çoğu kez de onlardan daha hızlı biçimde düzene ayak uyduruyor, ona yön veriyor ve görünen o ki bu ayak uydurma mesaisi bazı açılardan sona doğru yaklaştı. Neden mi böyle? Çünkü çevrimiçi müzik platformlarında yapay zekâ ile üretilen müziklerin giderek tüm dinleme deneyimimizi ele geçirme ihtimali var da ondan. Hatta kimsenin üretmediği ve yine kimsenin dinlemediği; yapay zekâ ile üretilmiş, stream botları tarafından dinleme sayıları artırılmış, yani hiç duyulmamış şarkıların devrine girdiğimizi biliyoruz. Spotify’ın “arkada çalsın” listeleri için yapay zekâ marifetiyle hazırlanmış besteler yaptırdığı da söylentiler arasında. Geldiğimiz bu nokta, bildiğimiz anlamıyla müzisyenliğin ve besteciliğin sonunu getirme ihtimalini içinde taşıyor.

Geleneksel ve tutkulu müzik takipçisinin bu durumdan rahatsızlık duyacağını tahmin edebiliyoruz. Müziğe, sanata ve aslında bunların ardında kendimize ve insani eylemlerimize değer biçerken kantarın topuzunu kaçırdığımız için gelişiyor bu içimizdeki huzursuzluk; fazla romantize ediyoruz ilişkimizi ve aynı zamanda bizi buraya getiren yolu eksik yorumluyoruz. Bu olanlar, el birliğiyle inşa ettiğimiz günümüz yaşam dinamiklerinin ürünü çünkü. Müziğin üretimi ve yeniden üretim süreçleri adım adım bizi buraya getirdi; müzik-insan ilişkisinde “yapaylaşma” ve yabancılaşma çoktan hayatımıza girmişti. Sadece bugünün ve dijitalleşmenin meselesi değil konumuz olan şey; endüstri devriminin nihai sonucu bu olanlar. Müziğin / sanatın metalaşırken varacağı son nokta belki de. Yani müzik, metalaşma serüveninde son basamağa gelmiş gibi görünüyor. Üreticisinin, sistemin ta kendisi olduğu, sadece alınıp satılan bir ürün olma yoluna girmiş bulunuyor. Müziğin tüketilebilir bir nesneye döndüğü ilk anda, daha en başında, müziğe ekonomik bir değer yüklediğimiz ilk alışverişle derinleşmeye başlayan bir yarılmaydı bu; insan-müzik ilişkisi ortadan ikiye ayrıldı-ayrılacak seviyesine geldi.


Aslında tüm bu olanlar bir yandan da umut ışığı gibi görünebilir. Çünkü müzikle kurduğumuz ilişki, onu metalaştıran bu gidişat zaten epey sorunlu. Vardığımız nokta, müzik alanındaki uzmanlaşma ve onun alınıp satılması, yani müziğin endüstrileşmesi, müziği bireyden koparıp almıştı. Müzik artık gerçek bir eylem olarak çoğumuzun hayatında yer almıyor. Bireyler müziği yaşamak, ses çıkarmak ve bu eylemi çevresindekilerle ortaklaşarak yapmak yerine, sözüm ona boş zamanlarında, hazır yapılmış müzikleri tüketiyorlar. Birtakım uzmanlar tarafından bizim için hazırlanmış en iyisi, en havalısı, en güzeli, en itibarlısı, en duygulusu olan müzikleri tüketiyoruz. Evet tıpkı hazır yemek gibi ve evet sipariş üzerine. Zaman içinde yemek yapmanın sağaltıcı büyüsünü kaybettiğimiz gibi müziğin de bu etkisini ıskaladığımızı fark etmiyoruz. Endüstrinin geliştirdiği uzmanlaşma kriterleri, basit olanın kötü olduğuna dair bir kerterizi de beraberinde getirdi. Çünkü müzik ancak böyle satın alınabilir olma pozisyonunu koruyabilir, “değeri” ancak böyle manipüle edilebilirdi. Peki basit olanın kötü olduğu nereden çıkıyor? Leziz bir menemenin yerini hangi gastronomi tekniği alt edebilir? Hem de kendi yaptığınız menemenin. Sabırla kabuklarını soyduğunuz bir domates ve çekirdeklerini temizlediğiniz biberler… Yumurtanın beyazını da koyuyor musunuz? Ben her üç yumurta için bir yumurtanın beyazını kullanırım sadece.

İşte bu akış, müziğin bireyden tamamen koptuğu, artık uzman da tanımadığı, kendi kendine sistemin içinde var olabildiği bir nihayete ulaştı. Peki umut bunun neresinde? Tüm bu yanlış ilişkilenmenin sona erme ihtimali gelecek hayali kurarken prangalarımızdan kurtulmamıza olanak tanıyor. Yepyeni, çığır açan bir fikir bulmamıza da hiç gerek yok üstelik. Müzikle endüstrileşme öncesi erken dönemlerde kurduğumuz ilişkiyi anımsamamız yeterli. Müziğin, uzman müzisyenlerin dinleyiciye sunduğu bir şey olmasının sona ermesi, müzisyenin dinleyici üzerinde kurduğu iktidar alanının yıkılması ve daha doğru bir ilişkilenme modelinin kapısı açılabilir. Ekonomik ilişkilenme biçimimiz toplumsal yaşamımızın her ânını sardı, bunların başında da sanat geliyor; sanatçı-izleyici ilişkisindeki dinamiğin işçi-işveren ilişkisindeki bağımlılık ilkesinden eksik bir tarafı yok aslen ve praksis tüm bunların değişimini gerektiriyor. Ev içi müziği, aile arasında sosyalleşmenin bir yolu olarak müziğin varlığını hatırlamamız bir çözüm getirebilir. Herkes müzik yapabilir, herkes sanatla ilişkilenebilir, sanatla ilişki kurmanın en doğrudan yolu budur: Üstünü başını kirletmek. Sanat, yalnızca seyircisi olalım ve birtakım seçilmişler icra etsin diye değil, ortağı olalım diye var. Çalışma hayatının tüm vaktimizi elimizden aldığı bu berbat çağ, hazır tüketimin imkânlarıyla bizi manipüle ederek bu çarpık sona ulaştırdı bizi. Şimdi başa dönme vakti. Basit yöntemlerle kendimiz için müzik yapmanın ve bunun bize ne iyi geldiğini hatırlamanın vakti. Tabii sırada daha berbat bir bölüm sonu canavarı yoksa eğer. Bu hayal, tabii ki dünyanın aynı düzeninde akıp gittiği, sadece müzik için ona has bir özgürleşme ile gerçekleşemez; müziğin öncülüğünde ya da takip ettiği daha geniş bir sosyal ve ekonomik devrim ile mümkün olabilir. Emek sömürüsü altında inim inim inleyen insanlara yersiz ve hadsiz bir “evde müzik yapın, sanatla ilgilenin” telkini değil bu kesinlikle. Veyahut sanatçıların kazandığı üç kuruşa ortak olan, sadece onları işsiz bırakacak önermeler de değil; tümden ekonomik düzenin tepetaklak olmasını isteyen eylemler bütünü kurgulamalıyız. 

Bugünün dünyasında bulunduğumuz yerden bakınca, bu hayal ütopik görünüyor olabilir. Ancak şu an içerisinde olduğumuz ekonomik ilişkilenme biçiminin birkaç yüzyılda geliştiğini unutmayalım. Bizi bu ütopyaya götürebilecek hislerimizin, sezgilerimizin, kimi alışkanlıklarımızın hâlâ ölmediğini de. Birkaç kez bahsi geçen ev içi müziğe bir açıklık getirerek de çözümün zor olmadığını berraklaştırabiliriz. Bir albüm kapağından yola çıkarak ve o albümün içindeki müziğin niteliğinden hareketle kelimelerle anlatmadan netleşeceği kanısındayım. Atlas Dağları’nın Fas sınırlarına düşen bölgesindeki bir köyde yaşayan Lahcen Akil ve çocuklarının fotoğrafını albüm kapağı olarak hemen aşağıda görebilirsiniz, ev içi müziğin onların hayatındaki yerini gözler önüne seriyor bu fotoğraf. Tizi Inzit isimli albümün kapağı kadar içindeki müzik de basitliği ve sadeliği ile erişilebilirliği biçimsel olarak ortaya koyuyor. Müzik, Lahcen Akil ile ailesinin Batı ve çağdaş dünyanın etkisi altında kalmadan kendi gelenekleri çevresinde içinden geldiği gibi yaptığı bir uğraş. Eğer bir “akıllı” gelip bu albümü kaydetmese ve satışa sunmasa, bu müzik metaya dönüşmeyecekti, ekonominin bir parçası hâline gelmeyecekti. Onların hayatında kaplaması gereken alanı kaplayacak ve sonsuzluğa karışacaktı. Bunlar sanatla ilişkimizin farklılaşabileceği, böyle olmak zorunda olmadığı yönünde kapıyı aralayan ipuçları yalnızca.

Bu ipuçlarını takip ederken birilerinin çıkıp, “Herkes de müzik yapmayıversin, işin uzmanı yapsın” dediğini duyar gibisiniz değil mi? Belki de iç sesimizdir. Totaliter bir dünyada düşüncelerimizin de totaliterleşmesi çok doğal. Sesi ve gürültüyü baskı altına almak totaliter ve otoriter rejimlerin işidir, üzerimizde baskı kurmak ve iktidar alanlarını genişletmek / kuvvetlendirmek için kullanırlar. Toplumu koyun, kendilerini çığırtkan çoban pozisyonuna oturtmak, sesi bu biçimiyle kullanmak ve kendi tekeline almaktır gayeleri. Yani günümüzde dünyanın dört bir yanını sarmış her bir ülkenin her bir devletinin gayesi olan şey bu. Onları iktidara taşıyan bizlerin ortak olduğu suçlardan yalnızca biri. Muhalifsek eğer bu gidişata, kendi gürültümüzü çıkarmaya başlamalıyız. Bu kötücül iktidarları yıkmanın yolu tüm iktidar alanlarını paramparça etmekten geçiyor. Buna müzisyen-dinleyici, sanatçı-izleyici ilişkisi de dâhil.

Serkan Aka & Berke Can Özcan, “H a v a d a” sergi açılışı
Fotoğraf: İrem Sözen

Biraz kendi içinde paradokslar taşıyan bir örnek olacak belki ama işler kolaylaşınca nasıl da kendimiz yapmaya, kendi sesimizi duymaya, kendi gürültümüzü çıkarmaya teşne olduğumuzu gösteren bir sergi gerçekleşti geçtiğimiz günlerde. Evet bir ibadethane çatısı altında, belirli bir sosyal sınıf için, bir sanatçının öncülüğünde ilerledi işler ama orada olan birkaç şey, bahsini ettiğimiz her bir bireyin müziğe katılımının imkânsız olmadığı o ortak zemini hatırlattı. Serkan Aka’nın H a v a d a sergisi seslerin rastlantısallığı, eşyanın canlılığı gibi kavramlar çevresinde havada süzülen ve kulak arkası ettiğimiz seslere odaklanıyor. Gündelik ve kullanılmış eşyaların ses çıkaran mekanizmalara ve basit enstrümanlara dönüştüğü bir sergi bu. Serginin konumuzla, daha doğrusu idealin gerçekleşebilirliğiyle ilişkili olan kısmı “ses heykeli” olarak tanımlanan ve Aka’nın çalışmalarını bir sergiye çeviren işlerden çok, kendi kendine durduğunda bir işlevi olmayan basit enstrümanlarla “seyircinin” girdiği ilişkiydi. Serkan Aka kendi ürettiği bu enstrümanları tiyatro oyunlarında ve bir konser sahnesinde Tophane Noise Band adlı grubu ile de kullanıyor. Serginin açılış günü Berke Can Özcan ile gerçekleştirdikleri performans öncesinde, bu kullanması epey basit enstrümanlar katılımcıların kullanımına açıktı. Herkes biraz da çocuksu bir dürtü ve oyun oynamaya dair bir tutkuyla enstrümanlara dokundu, onlarla birtakım sesler çıkardı ve hiçbiri az sonra göreceğimiz performanstan çok da farklı bir yan taşımıyordu. Sadece üzerinde uzmanlaşılmış müziğin dikkat çekeceğine, iyi hissettireceğine ve öylesinin yapılması gerektiğine dair ezberimizden kurtulmamız için güzel bir adım. Direkt ve kolay olanın herkesi kapsayabildiğini gösteren harika bir andı. Serkan Aka’nın enstrümanları bu anlamlarıyla ilham kaynağı oluyor ve daha eşit bir dünyanın gerçekleşmesine dair ihtimalleri kuvvetlendiriyor. Bu enstrümanların oyun oynamaya dair unuttuğumuz bir yaşam pratiğini anımsattığı kesin, deneyime erişimi her bir birey için daha kolay kılıyor ve çağdaş dünyanın kriterleriyle kirlenmemiş bir çocuk gibi kolayca işe koyulmanızı sağlıyor. Bu anlamıyla da profesyonelleşmeye ve dolayısıyla otoriterleşmeye karşı açılmış bir isyan bayrağı olarak konumlanıyor. Müzik bu sayede kriterleri epey muğlak olan değer yarışının atletliğinden* kurtulma ihtimaliyle yüzleşiyor. Evet sadece bir yüzleşme ve henüz ortada bir devrim söz konusu değil ancak umutlu hissetmek için tüm şartlar elverişli gibi ne dersiniz?


*Oyun oynamanın neresi politik?: Guguou – Worlbmon üzerine (Berk Sayan, Haziran 2023)