Bir ateşin etrafında toplandık: talking rocks ve Nihilistan

Röportaj: Meltem Demiraran - Fotoğraf: Zeynep Erkman

Müzik, kimileri için yalnızca melodiler ve sesler bütünü; kimileri içinse bir yaşam biçimi ve bir anlatım dili. talking rocks için ise müzik, kendi benliğiyle yüzleşmenin ve duyguların sınırsızca dışa vurulmasının bir yolu. Kanto Records etiketli Nihilistan albümüyle, varoluşun kaosunu ve hiçliğin ardından doğan renkleri keşfeden talking rocks, hem içsel hem de evrensel bir yolculuğa çıkarıyor dinleyeni. 

Ikaru’dan tanıdığımız müzisyen bu kez solo projesinde, Netam ve Damla Temel ile yaptığı iş birlikleri ile müziğine farklı sesler ve derinlikler katarken, sanatsal vizyonunu da genişletiyor. Kendi tabiriyle, müzik onun için bir “ayna” ve bu aynadan yansıyanlar, bazen bir rüyanın sisli yollarında, bazen de hayatın en çıplak gerçeklerinde anlam buluyor. talking rocks ile sohbetimizde, müziğin yaratıcı süreçlerinden kişisel ilham kaynaklarına, hayal dünyasının sınırlarından gerçeklik ile yüzleşmeye uzandık.


Seni müziğe çeken ilk ânı ve bu deneyimin seni nasıl etkilediğini hatırlıyor musun? O zamandan bu yana yaşadığın en büyük zorluk neydi? Bu sana ne öğretti ve seni nasıl dönüştürdü?

Müzikle tanışmam… Aslında baya küçüktüm o zaman. Abim gitaristti, üniversitedeyken gruplarda çalıyordu. Evde bir gitar kalmıştı, oldukça eski ve sıradan bir klasik gitar. O gitarı alıp kendi kendime şarkılar söyleyip hikâyeler anlatırdım. İzlediğim ya da okuduğum şeylerden etkilenmiş olabilirim. O gitarla bir şeyler anlatmak bana bambaşka bir pencere açtı; sanki yeni bir dil keşfetmiş gibi hissettim. Sonra bir gün sahnede bunu insanlarla paylaşınca, “Evet, ben bunu yapmak istiyorum.” dediğim an oldu. En büyük zorluk kendimi keşfetme süreciydi. Özellikle bir şeyler üretmeye başladığımda, yaptıklarımın ne kadar içten ve doğal olduğunu sorguladım. Bu soruların cevaplarını bulmak zor; belki de hiçbir zaman sonuçlanmayacak bir yolculuk. Ama en zorlayıcı kısım, bu sorularla yüzleşmek ve bazen yolda kaybolup sonra tekrar bulmaktı.

Müzik bir dil, aynı zamanda bir hikâye anlatma aracı. Bu hikâye anlatımını teknik olarak nasıl sağlıyorsun?

Müziğim birkaç aşamadan oluşuyor. İlk aşama tamamen serbest, gitar çalıyorum, bulduğum şeylere vuruyorum, kayıt yapıyorum. Kafamda bir görüntü var ve onu müzikle anlatmaya çalışıyorum. Sonrasında bu akışı bir kompozisyona çeviriyorum, bir hikâye yapısına oturtuyorum. En sonunda teknik kısım devreye giriyor; mixing. Miks de hikâye anlatımının bir parçası aslında. Örneğin, tiz sesleri tamamen silip basları öne çıkararak deniz altındaymışsın gibi bir atmosfer yaratabiliyorsun. Miks teknik bir işlem ama aynı zamanda hikayenin bir unsuru oluyor.

Albümün adı Nihilistan, ilk başta nihilizm, hiçlik çağrışımı yapıyor. Ancak albümde yaratım, ölüm ve yeniden doğuş döngüleri var. Bu döngüler hayatında nasıl yer buluyor?

Nihilistan bir şehir. Bu şehirde insanlar bir ateş yakıyorlar ve ateşe benliklerini, nefretlerini, ahlaklarını atıyorlar. Tıpkı bir festival gibi, her şeyden arındıklarında hiçliğe ulaşıyorlar. Ama o hiçlik hiçbir şeyin olmadığı bir yer değil; tam tersine her şeyin başladığı yer. Bir oyun alanı gibi. Yani, insanlar yüklerinden arındıktan sonra, renklerle ve seslerle yeniden doğuyor. Bu döngü aslında benim içsel yolculuğumda da var. Kendimi her şeyden arındırdığımda, içerimde bir renk patlaması hissediyorum. Albümdeki tema da bu zaten; kaosun ardından yeniden doğmak. Kendimi de böyle hissediyorum; insan içindeki değer yargılarından ve düşüncelerden kurtulduğunda yaratıcı bir enerji ortaya çıkıyor.

Yansımalar ve aynalar senin işlerinde sık sık karşımıza çıkıyor. İçsel deneyimlerin yansıması olarak mı görüyoruz bunu? Ayna ve yansıma teması, seçtiğin hikâyeleri nasıl etkiliyor, dönüştürüyor?

Ayna benim için çok önemli bir araç aslında, kendine bakabilmek için bir pencere. Gerçekten aynaya baktığında, gün içinde taktığın tüm maskeleri görebilirsin. Bu yüzden aynaya bakmak, bir pencereden içeri bakmak gibi. Tüm gerçekliğinle karşı karşıyasın ve o sırada dışını da, içini de görebilirsin. Aynalar, hayaller ve gerçekler arasındaki o ince çizgi gibi; hepsi birbirine bağlı. Ateşli bir rüya görmekle de çok bağlantılı aslında. Aynaya bakmak, insanın kendini anlaması için güçlü bir araç.

Ateşli rüyalar ve gerçeklik kavramları arasında da gidip geliyorsun. Bu ikilik senin için ne ifade ediyor? Bu, keşfetmenin bir yolu mu senin için?

Evet, ateşli rüyalar ve gerçeklik arasındaki o ince çizgideyim diyebilirim. Salvador Dalí’nin “hipnogojik” dediği yerde duruyorum; ne tam rüyadayım, ne tam gerçeklikte. Bunu keşfetmek, benim için çok doğal bir süreç. Rüyanın içinde hayatın anlamını bulabilirsin ama tamamen kaosa da sürüklenebilirsin. İkisi arasındaki geçiş, bazen netleşiyor bazen bulanıklaşıyor. Ama netliğin ya da bulanıklığın iyi ya da kötü olması gerekmiyor. Bazen bulanık olmak da iyi gelebilir, insanı rahatlatabilir.

Dalí haricinde seni etkileyen sanatçılar kimler? Kimlerden besleniyorsun?

M.C. Escher, Hermann Hesse ve Miyazaki beni derinden etkileyen isimler. Escher’in perspektif oyunları ve imkânsız yapıları, benim müzikte yapmaya çalıştığım şeylere çok benziyor; gerçek ve hayal arasındaki sınırları zorluyor. Hesse’nin Bozkırkurdu gibi eserlerindeki içsel çatışmalar, insanın kendisiyle yüzleşmesi ve varoluş üzerine düşünmeleri, benim müziğimde ve hayatımda büyük bir ilham kaynağı. Miyazaki ise doğa ve insan arasındaki bağı ve mistik dünyalar yaratma yeteneği ile büyülüyor beni. Onun filmlerindeki ruhani atmosfer, müziğimde işlediğim temalarla çok örtüşüyor.

Albümde yer alan her parça için bir haiku yazdığını biliyorum. Haiku formu nasıl yaratıcı sürecine dahil oldu?

Haiku aslında akışta ortaya çıktı. Bir form olarak haikunun sadeliği ve derinliği beni çok çekti. Müzik de aslında bir haiku gibi kısa ama derin anlamlar taşıyan bir form. Bir dakika içinde bütün hayatını anlatabileceğin gibi, haikuda da bir cümle ile binlerce şey anlatabiliyorsun. Haiku ve müzik benim için çok bağlantılı. Ayrıca haiku yazım süreci seremoniye benzeyen bir durum, çok içe dönük bir ruh hâliyle yazılıyor. Bu da beni çekiyor.

Tıkanıklık yaşadığında bunu nasıl aşıyorsun? İlham geldiğinde ama onu hemen işleyemediğinde ne yapıyorsun?

Tıkanıklık olduğunda zorlamıyorum, kendimi nadasa çekiyorum. Eskiden daha çok üstüne giderdim ama şimdi akışına bırakıyorum. Oyun oynuyorum, bir şeyler izliyorum. Seyahat çok iyi geliyor mesela. Yeni insanlar, yeni yerler, yeni enerjiler bana ilham veriyor. İlham geldiğinde ise hemen kaydetmeye çalışıyorum. Dışarıda olsam bile mırıldanarak parçayı kaydediyorum. 

Mesela, sokakta yürürken yerde gördüğüm bir kola kutusu bana ilham verebiliyor. Kafamda bir ritim ya da melodi beliriyor ve hemen kaydediyorum. İlham ne zaman, nereden gelir hiç belli olmuyor. Bazen en alakasız anlarda patlayabiliyor. Hatta bir cenazede ansızın gelen gülme gibi ilham da beklenmedik anlarda geliyor. O anlarda hemen telefonuma ya da ses kayıt cihazıma kaydediyorum. Bazı parçalar beş dakikada çıkarken, bazıları yıllarca sürebiliyor. Örneğin, “Alem” adlı Ikaru parçasının sözlerini Kapadokya’da yazmıştım, ama bestesi iki yıl sonra ortaya çıktı. O yüzden hep bir kayıt hâlinde oluyorum, çünkü ilhamın ne zaman geleceği hiç belli olmuyor.

Bazen de çok güçlü duygusal anlar beni tetikliyor. Mesela, Hatay depreminden sonra o korkunç görüntüler ve yaşananları izlemek, okumak beni çok derinden etkiledi. O zaman artık dayanamayacak hâle gelmiştim ve elime gitarı alıp bir parça yazmaya başladım. Depremden sonra yazdığım o parça, “Debris”,  albümde yer alıyor. O an gitar çalarak kendimi bir nebze rahatlatabildim, içimdeki ağırlığı hafifletebildi belki de. O parçanın yaratım süreci benim için oldukça iyileştirici oldu.

Hayal” adlı parça, Damla Temel ile ortaklığınız. Biraz süreci anlatır mısın? Nasıl bir deneyimdi?

Damla ile iş birliği çok organik gelişti. Bu parçayı “ben yaptım, Damla üzerine söz yazdı” gibi ilerlemedi. Aslında tamamen birlikte yürüttüğümüz bir süreç oldu. Ben bir fikir attım, Damla sözlerle geldi. Sonra onu melodiye oturttuk, ardından kompozisyona çevirdik. Damla, iyi bir müzisyen ve aynı zamanda hayata benzer pencerelerden bakıyoruz. Soyut bir müzik yaptığımız için de fikirleri tartışmak çok rahat oluyor. Bu yüzden oldukça keyifli bir çalışma süreciydi.

Parçanın klibinin çekim sürecinden de biraz bahseder misin? Zeynep Erkman ile çalışmak nasıldı?

Klip çekimi de müzikte olduğu gibi başka bir sanatçının perspektifini dâhil ettiğimiz bir süreçti. Parçayı Zeynep’e verdim ve onun hissedip gördüklerini yaratmasını istedim. Minimum müdahaleyle ilerledim. Parçayı dinledi, üzerine kendi hikâyesini kattı ve biz de sadece albümün temasını, hislerimizi ona aktardık. O da kendi yorumunu ekledi. Bu sürecin güzelliği, senin yarattığın bir şeyin başka bir sanatçı tarafından bambaşka bir şekilde yorumlanmasıydı.

Çekimler zorlu geçti, özellikle hava şartları beklediğimizin çok dışındaydı. Yazın ortasında gitmiştik ama soğuktan donduk resmen. Hiç kimse üzerine bir şey almamıştı, hazırlıklı değildik. İlk gün domuz sürüleri geçti önümüzden, çok garip bir deneyimdi. Zeynep her yerdeydi; ağaçlara tırmanıyor, nehirde çekim yapıyor, hatta uçurumdan yuvarlanıyordu! Dansçılar epey üşüdü. Arabaların klimalarını açarak onları ısıtmaya çalıştık. Ama sonraki gün daha tecrübeli bir şekilde gittik. İlk gün hazırlıksızdık ama planımıza sadık kaldık ve sonuçta güzel bir iş çıkardık diye düşünüyorum.

Geldik son soruya. Eğer müziğinle bir büyü yapabilseydin, bu ne olurdu ve dünyayı nasıl değiştirirdin?

Müziğimle dünyadaki bir şeyi değiştirmek, örneğin açlığı bitirmek gibi bir amacım olsaydı, o zaman yaptığım müzik de aynı olmazdı. Çünkü müzik, bir noktada yaşadığımız olaylardan, duygulardan etkilenerek ortaya çıkıyor. Eğer böyle büyük bir amacı hedefleseydim müziğim de buna göre şekillenir ve farklı olurdu. Ancak özel bir şey seçme şansım olsaydı, zaman ve mekândan bağımsız olabilmek isterdim. Geçmişe ya da geleceğe gidebilmek, belki de uzayı keşfetmek iyi olabilirdi.