Tarık Töre’nin güneş sistemine hoş geldiniz: Whellkom
Tarık Töre’nin ilk solo sergisi Whellkom geride bıraktığımız sene sonunun en etkilendiğimiz sergilerinden biriydi. Sergiyi gezip görüp biraz da tuvaller arasında kaybolduktan sonra aklımızda kalanları konuşmak için Töre ile sohbete oturduk.
Röportaj: Yetkin Nural
Tarık Töre’nin geçtiğimiz kasım ayında Pilot Galeri’de gerçekleşen ilk solo sergisi Whellkom, farklı dünyalara, anlara, manzaralara, kimi zaman da Töre’nin kafasının, düşüncelerinin içine açılan pencerelerden kafasını uzatıp bakmak isteyenleri açık kollarla karşılıyor ve kucaklıyor. Ölüm, keşif, mücadele, savaş, tarih gibi pek çok farklı konu ve kavramdan pervasızca beslenen serbest düşünce akışlarının bu kavramların arasında; denemenin ve yanılmanın, yapıp bozmanın veya yarım bırakmanın rahatlığıyla dolaştığı bir sergi Whellkom. Bir gözlemci olarak resimden resime dolaşırken sık sık geri dönüp bir ayrıntıya tekrar, yakından baktığınız, oradan çıkan bir düşünceyi başka bir tuvalde tamamladığınız bir deneyim sunan bu sergi Töre’nin son üç yıla yayılan çalışmalarından oluşuyor. Töre ile hem genel olarak sergiyi hem de tekil olarak işleri konuştuğumuz sohbet için ise okumaya devam ediniz.
“Aslına bakarsak ben tema, konu veya konsept düşünerek çalışan biri değilim, daha çok kendi içimden gelen, sevdiğim şeyleri resmediyorum. Ama elbette hepsi benden çıktığı için kendi içlerinde işleri birleştiren noktalar ister istemez ortaya çıkıyor.”
İlk önce şunu sormak istiyorum, bundan önce senin hep karma sergilerin bir parçası olarak sergiliyordun işlerini. Whellkom ise ilk solo sergin. Ne kadar sürelik bir birikimin sonucu bu sergi?
Karışık aslında… En kaba tabiriyle üç yıl diyebilirim, üç yıl önce başladığım, bir noktaya getirdiğim, bir süre dinlendirdiğim, sonra devam ettiğim işler var sergide. Ama sergiye yön veren, sergiyi taşıyan işler dersek aslında son bir yılın çalışmaları söz konusu.
Serginin ismiyle ilgili bir karışıklık da olmuş sanırım. Aslında senin seçtiğin isim Whellkom, ancak sergiye gelenleri ilk karşılayan işinde Wheelkom yazıyor. Bu bir oyun mudur, bir mesaj mıdır, yoksa tamamen eğlenceli bir hata mıdır, emin olamadım?
Aslında orada komik bir öykü var. Serginin isminin Whellkom olmasına karar verdikten sonra, üç yıl önce yapıp bıraktığım bir iş üzerinde sergiye yakışacağını düşündüğüm için oynamalar yapmaya başladım. Küçük küçük eklemeler yaparken işin tepesine de serginin ismini yazmaya karar verdim. Ama ben resim yaparken fikirden çok kompozisyonu düşünüyorum. Oraya bir “e” çizdim, sonra yanına bir “e” daha eklemişim, güzel duracağını düşünerek… Yani biçimden dolayı Whellkom yerine Wheelkom’a gitmiş aklım. Neyse sonra fark ettik bu hatayı, ama bu durumdan dolayı serginin ismi heryerde farklı yazıldı. O kadar çok çeşit oldu ki, Wellcome, Whellcome, ne istersen, hepsini gördük. Sonra da hepsini düzeltmeye çalıştık tabii.
Ölüm sergide tekrar eden bir öğe… Ölümü simgeleyen anlar ve figürler işlerinde karşımıza sık sık çıkıyor. Ölüm kavramı bu sergide birleştirici bir tema mı?
Aslında o tamamen kişisel bir durum, bir “memento mori” diyebilirim. Bu ölüm detaylarını gerçekçi bir yerden algılamamak lazım, daha çok bir hatırlatıcı gibi. Ölüm elbette diğer pek çok kavram gibi kendine bir yer buluyor sergide, ama sergiye yayılan bir tema diyemem.
Aslına bakarsak ben tema, konu veya konsept düşünerek çalışan biri değilim, daha çok kendi içimden gelen, sevdiğim şeyleri resmediyorum. Ama elbette hepsi benden çıktığı için kendi içlerinde işleri birleştiren noktalar ister istemez ortaya çıkıyor.
Serginin temasını arıyorsak illa, sergi daha çok kendilerini arayan insanlar, umut ve özgürleşmek üzerine aslında. Belki ölümün bu perspektifte bir yeri vardır, o da özgürleştirici bir şey sonuçta, düşüncesi dahi özgürleştirici olabiliyor.
Zaten sen kendini yaratıcı olarak serbest bıraktığında benim gibi bir izleyici bu işlerde ne gibi ortaklıklar buluyor, nasıl birleştiriyor, nasıl ilişkiler keşfediyor; sergiyi bu sorularla gezmek epey ilgi çekici, etkileyici bir deneyim yaratıyor. Çünkü her ne kadar bir tema olmasa da sergide çeşitli dünyalar var ve bu dünyalar aynı güneş sisteminin gezegenleri gibi. Mesela benim sergiyi gezerken fark ettiğim, tüm işlerindeki ışık kullanımı. Kimi zaman tüm resme bir hare gibi yayılan, kimi zaman resimdeki bir detayı aydınlatan bir ışık kullanımı söz konusu. Ancak her zaman ışığın önemli bir ağırlığı var gibi. Senin ışık hakkındaki düşüncelerin, işlerinde ışığı kullanırken gözettiğin kriterler neler?
Ben ışığı tüm sergiyi birleştirici bir öğe gibi kurgulamayı planlamamıştım, o yüzden mesela tüm sergideki ışık kullanımından sen bahsedince fark ediyorum gibi. Ben ışığı çok severim. Teknik olarak da ruhsal olarak da… Teknik olarak Hollanda ve Venedik ekollerinden etkileniyorum. İki ekolde de ışık çevresinde şekillenen resimlerin yeri büyüktür. Işığı resmedeler. Nereden geliyor desen, Venedik mesela suyun çok olduğu bir yer. Suyun yansıttığı ışık hayatın bir parçası haline gelmiş. İstanbul da öyle, ben İzmirliyim, İzmir de öyle. Bu ışığın meditatif bir hali var ve ben onu görmeyi seviyorum.
Resimlerine didaktik mesajlar yedirmek gibi bir kaygın olduğunu düşünmüyorum. Ama bununla beraber resimlerde izleyicinin bakışına göre keşfedebileceği mesajlar var bence. Örneğin “Geçit” işinde ilk dikkat çeken Ölüm figürünün bakışı altında yürüyen askerler, ancak biraz daha dikkatle baktığında resmin iki yanındaki koyları fark ediyorsun, birinde ormanla bütünleşmiş bir kasaba, diğerinde ise sanayileşmiş bir bölge var. Bu karşıtlıkları nasıl kuruyorsun veya nasıl sızıyorlar resimlerine?
Sezgisel ilerliyor aslında herşey. Mesela ben düşünmemiştim bu karşıtlığı sen söyleyene kadar. “Geçit” işinde benim esas ayrımım yaşayan ve ölü şeylerin karşıtlığıydı. Kontrast yaratmak resimde her zaman duyguları ortaya çıkaran bir durum, bunun da etkisi var sanırım işlerimde. “Geçit” bir devam resmi aynı zamanda, yani bir önceki anı da var, ancak sergide yer almıyor o iş. Bir önceki işteki bir detayın büyütülmüş hali “Geçit”…
Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:61’e ulaşabilirsiniz.