Gerim gerim bir seyir: The Changeling

Yazı: Utkan Çınar

Senaryosu son dönemde Cruella ve Venom: Let There Be Carnage için kalem oynatan Kelly Marcel tarafından yazılan The Changeling, bir roman uyarlaması. Yönetmen koltuğunda ise Lena Waithe’ın yazdığı Queen & Slim filmiyle tanıdığımız ​​Melina Matsoukas var. Ebeveynlik temasını, fantastik ve korku unsurları da barındıran bir kurguyla işleyen The Changeling, “yetişkinlere yönelik bir masal” olarak tanıtılıyor. İlk üç bölümü ile 8 Eylül’de yayına başlayan dizinin başrolünde de LaKeith Stanfield bulunmakta. Müzikleri de Dan Deacon’dan.

Bu yazı, henüz ilk üç The Changeling bölümünü izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân

Belirli bir zamanda sabit değiliz. Hikâyemiz 2010’da New York’ta başlıyor ama Brezilya, Afrika, Norveç gibi dünyanın farklı yerlerine ve farklı zamanlarına da uğruyor. 

Konu nedir?

Çeşitli nedenlerle dağılmış ailelerden gelen baş karakterlerimiz birbirlerini sever, evlenir ve çocuk sahibi olur. Geçmişten çözümlenmemiş travmalar ve doğum sonrası depresyon biraz da doğaüstü müdahaleler birleşince bir korku ve gerilim atmosferinde buluruz kendimizi.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

The Changeling, ABD’li yazar Victor LaValle’in 2017 tarihli aynı isimli ödüllü romanında uyarlama. LaValle’in kendisi de hem yapımcı hem de dış ses olarak olaya dâhil. 

İlk intiba?

Fragmanında bir romantik komedi gibi başlayan yapımın doğaüstü korku janrına dönüştüğünü zaten anlıyordunuz. Fragmanda maalesef o artık klişenin de klişesine dönüşmüş “A storm is coming (Bir fırtına yaklaşıyor) lafını duyunca biraz tadım kaçmadı değil. Neredeyse istisnasız her dizide geçen bu cümleyi yasaklamanın vakti geldi de geçiyor. Zaten Michael Shannon abimiz Take Shelter’da bunu hakkını vererek çığırmıştı. Artık başka şeyler bulmalı… “Ne dilediğine dikkat et” lafını şiar edinmiş yapımın izlediğimiz ilk üç bölümü uzun bir girizgâh gibi. Bundan sonra dalacağı dünyaları merak ettirdiği kesin. Yani “kim o Norveçli?” dedirtiyor insana.

En çok neyi sevdin?

Başroller. Lakeith Stanfield’i zaten uzun zamandır Get Out, Atlanta gibi işlerden biliyor ve severek izliyorduk. Burada da sakin ve abartısız yaklaşımıyla parlıyor. Drama yeteneğini de rahatça gösteriyor. Günümüzün en yetenekli aktörlerinden biri olduğuna şüphe yok. Etkileyici. Eşini oynayan Clark Backo da değişken mimik ve ruh hâli yansımalarıyla dizinin gerilim ve tekinsizlik seviyelerini yukarıya çıkarıyor. Stanfield’in annesi rolündeki, birçok TV dizisinden aşina olabileceğiniz Adina Porter da gayet formda. Müzikleri üstlenen Dan Deacon da iyi iş çıkarmış. Atmosferi arka planda gayet güzel dolduruyor. Ayrıca Future Islands hayranları için üçüncü bölümde güzel bir sürpriz de var.

En az neyi sevdin?

Sinematografi biraz problemli sanki. Birçok farklı zaman diliminde geçen yapımda bu farklılıkları sadece ekrana yılın yazılmasıyla anlayabiliyoruz. Kostüm, dekor veya filtrelerle bu konuya biraz daha özen gösterilebilirmiş. Montajın da belki araya nefes alacak alanlar bırakmasının fena olmayacağı kanısındayım. Özellikle ilk bölümün takibi biraz zor ve yorucu. Bazı izleyicileri pes ettirebilir. Ama sonraki iki bölümde sakin alanlarda gücünü bulabiliyor. 

En çok hangi sahneye yükseldin?

Lakeith Stanfield’in karakterinin eşinin çalıştığı kütüphaneye pompalı tüfekle girdikten sonra dağılması güçlü bir andı. 

Modunu nasıl etkiledi?

İyi etkilediğini söylemek kolay değil. Dizi mental ve duygusal olarak güçlü anlarınızda olmanızı talep ediyor. 

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

Yukarıdada dediğim gibi oyuncu seçimi dizinin en güçlü yanı. Bu nedenle karakterler de güçlü şekilde hayata geçmişler. Stanfield’in oldukça sakin devam eden ama yer yer gerçekçi patlamalarla yüzeye çıkan dertleri, Backo’nun en baştan beri tekinsizliği hissettiren tavırları, Porter’ın güçlü annesi, ilginç aksanı ve yabancılaştırıcı oyunculuğuyla Jared Abrahamson; hepsi gayet iş çıkarıyorlar. 

Kimler sever?

Korku, gerilim türlerinin hayranlarının memnun kalacağından eminim. Ancak yeni çocuk sahibi olmuş izleyiciler için önermek kolay değil. Bu uyarıyı da yapmak lazım. 

Bunu seven şunları da sever 

Aklıma ilk gelen Stephen King uyarlamaları oldu hâliyle ki zaten son yıllarda ne tarafa dönsek bir tanesiyle karşılaşmak olasıydı gayet. Bunlardan 2018’de çıkan, iki sezonluk Castle Rock’ı hatırladım izlerken. Son dönemdeki en başarılı King altyapılı işlerden biriydi kanımca. Ayrıca geçen yıl çıkan ve Elisabeth Moss’un başrolünde olduğu Shining Girls de atmosferi açısından The Changeling’e yakın bir yapım.

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar… 

Postpartum depresyonu konusu başrolde. Tabii ki dizide doğaüstü etkilerin harladığı bir durum olsa da bunu tecrübe edenler, bu konuda bilgi sahibi olanların; eleştireceği veya dizideki gibi dile getirildiğine memnun olacakları anlar olacaktır. Aile olmanın, çocuk sahibi olmanın getirdiği yükü de hakkıyla yansıttığını söyleyebiliriz. Bir de yapım ABD’de “Siyah Prestij TV” kategorisine sokulsa da ırk meselesinin pek de göze sokulmadan işlendiğini düşünüyorum. Bu da bence kötü bir fikir değil. 

Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?

Her iki baş karakterin de melez olmasını neden tercih ettiğini sorabiliriz sanırım. Belki cevabını ileride alırız.