“Bazen söylemek istediğini anlatabilmek için aşırıya kaçman gerekir.”: The Curse 10. Bölüm (Final)

Yazı: Utkan Çınar

Emma Stone, Nathan Fielder ve Benny Safdie ortaklığı The Curse, 10 bölümlük macerasını sonlandırdı. Dizinin yarattığı heyecan dalgasına kapılıp hafta hafta bölümleri inceledik; buradan takip edebilirsiniz. Şimdi, final bölümü “Green Queen” ile The Curse’e veda zamanı. Teşekkürler!

*Bu yazı, The Curse’ü henüz izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Bölüm 10: “Green Queen”

Doğruya doğru, dizileri hakkıyla bitirmek kolay değil. Tabii ki kişisel fikrim ama en severek izlediğim dizilerin bile finalleri beklentiyi karşılamakta zorlanmıştır hep. Bu da normal. Bir sinema filmine göre çok daha fazla vaktinizi ayırdığınız ve karakterlerle olay örgüsüne çok daha fazla yatırım yaptığınız bir işin sonuyla ilgili beklentileriniz de yapımın geri kalan bölümlerine göre refleks olarak çok daha fazla oluyor. Ben The Curse’ü izlerken hep sonuca değil, gidilen yola bakma fikrini benimsemeye çalıştım. Ama yine de olay örgüsü hep bol havai fişekli sona doğru itiyordu bizi içten içe. Final bölümüne başlarken de “Ulan nasıl bağlayacaklar acaba?” heyecanı yüksekti. Peki nasıl mı bağladılar?

Öncelikle sekiz aylık bir zaman atlaması ve konuk oldukları cringe yüklü sabah programıyla umut vadeden bir açılışımız oldu. Sabah ve yemek programlarının o aşırı parlak depresifliğini mükemmel verdiler. Programa uzaktan bağlanan çiftimiz Ash ve Whit’in ekranda aralıksız bir gülümsemeyle uzunca süre umursanmamalarının korkunçluğu oldukça etkileyiciydi. Özellikle Ash’in yüzündeki sırıtışı yayın boyunca korumaya çalışmasının verdiği huzursuzluğu kelimelere dökmek zor. Whit’in sonunda hamile kalmış olmasının Ash’te yarattığı heyecan ve mutluluğun da böyle süremeyeceğini tahmin edebilmek lazımdı. Zaten bölümün başında Whit’e çektiği söylevden başımıza gelecekleri tahmin etmeliydim. Ash’in, babalık hissiyatının da etkisiyle olmalı, bir bilge adam hâli takınması ve son söylediği “ Bazen söylemek istediğini anlatabilmek için aşırıya kaçman gerekir.” sözü kendinin farkında bir yorum oldu. Bölümün devamında bunu gerçekleştirdiler. 

Bölüm yazılarını spoiler’a çok kaçmadan yazmaya çalıştım hep. Bu bölümde maalesef bunu biraz kırmak zorundayım. Ama o kadar manyakça şeyler oldu ki bence buna spoiler demek de çok mantıklı olmaz. Öncelikle The Curse’ü tabi ki Whitney kazandı. Ve aslında, sinik tınlamak istemesem de her zaman olduğu beyaz, zengin ve ayrıcalıklı sınıf kazandı. Whitney, çıkarları için gerekeni yapmaktan kaçınmayan, iki yüzlü bir vicdana sahip, teatral anlamda insanın zayıflıklarını ve kötülüğünü simgeleyen bir karakter oldu. Asher’la beraber olmak istemediğini, çocuğunu onunla büyütmek istemediğini zaten uzunca zamandır biliyorduk. Öyle bir şey olmalıydı ki bu iş sorunsuzca, kendiliğinden hallolmalıydı onun için. Aynı ne zaman kafası sıkışsa kendini uzak tutmak istediği anne babasına sığınması gibi. 

Ne oldu? Yer çekimi Asher’a ihanet etti ve kendisini uzayın sonsuz boşluğuna gönderdik. Tatminkâr bir son beklemek beyhudeydi. Madem öyle, niye tamamen delirmiyoruz? The Curse bunu yaptı. Daha önce de belirttiğim gibi o süper realistik havayı dağıtıp bu kadar absürdist bir şekilde bitirmeleri korktuğum bir şeydi. Korktuğum başıma geldi aslında ama o kadar da mutsuz olmadım bundan ilginç bir şekilde. Biraz Michel Gondry’yi andım bölümün ikinci yarısında. Kafka ve Dönüşüm’ü de çok bariz bir referans olarak gösterebiliriz: “Asher Siegel bir sabah huzursuz düşlerden uyandığında, kendini tavanında yer çekiminden azade bir şekilde buldu.” 

The Curse biraz kutuplaştırıcı bir iş oldu. Yer yer fazla uzun olduğu eleştirileri vardı ki buna biraz katılınabilir. Ama çok da değil hani, 10 bölüm sekize inebilirdi belki. Ama ritmini koruması için daha da kısa olamazdı. Nathan Fielder beklediğimden çok daha güçlü bir oyunculuk gösterdi. Özellikle final bölümünün son kısmındaki fiziksel oyunculuğunda, son anlarında itfaiyeci dalı keserken -Nasreddin Hoca-vari bir an gibi- yaşadığı panik (aşırı gergin anlardı) veya eşine laf sokan çalışanın kovulmasını istediği sahnede; aslında hepsinde gayet etkileyiciydi. Müthiş yazarlığı ve yönetmenlik becerisinin yanı sıra aktör olarak da önümüzdeki yıllarda adını daha çok duyacağımızı düşünüyorum. The Rehearsal’ın ikinci sezonunu da merakla bekliyorum. 

Emma Stone’un başlarda ortamını yadırgadığını düşündüğümü söylemiştim ama sezonun ikinci yarısından itibaren yeteneklerini konuşturmaya başladı ve son iki bölüm neden bu kadar aranan bir isim olduğunu tekrardan kanıtladı. Finaldeki sessiz anları ve o son bakışı vurucuydu. Dizinin yazarlarından olan Benny Safdie’nin Dougie’si ise Ash ve Whit kadar önemli bir karakter olacakmış gibi başladığı sezonda dalgalı bir seyir izledi. Oyunculuğundan çok karakterinin bölümden bölüme keskince farklı ajandalar izlemesi onun için kaygan bir zemin yarattı sanki. 

Dizi ayrıca, birçok güncel konuyu da mesele edindi. Ayrıcalıklı sınıfın sosyal DNA’sındaki suçluluk duygusu, kapitalizmin çekiciliği ve “iyi insan olmak”la arasındaki çatışma, TV ve şov dünyasının depresif sahteliği; suya tirit, göstermelik çevrecilik ve en önemlisi modern dünyada kadın-erkek ilişkilerindeki roller ve çatışmalar hep belirgindi 10 bölüm boyunca. Meseleleri gerçek ve manalıydı The Curse’ün. Bir tek son bölümlerde hep tekrarladığım gibi Nala ve lanetlenme konusu olmasa da olurdu ki son iki bölümde çaktırmadan fade out etti o hikâye. Bir de tabii bolca da güldük, yalan yok. 

Bütün bunların dışında; tutarlı kamera işçiliği, John Medeski’nin usta işi müzikleri; güçlü ve ince elenip sık dokunmuş figürasyon ve gerçekçi, inandırıcı yan karakterler, gene gayet iyi yazılmış minimal ama derdini net anlatan diyaloglarıyla kalitesi oldukça yüksek bir yapım izledik. Yaratıcıları Fielder ve Safdie, zaten zamanımızın heyecan verici beyinleri. Emma Stone da oyunculukta aynı seviyede. Umarım gene beraber görme şansımız da olur onları gelecekte. Ben ise sanırım yıllar sonra da uzayın boşluğunda süzülen ve “geri dönersem…” diye söylenen bir Asher olduğunu düşünerek sırıtacağım ve daralacağım arada.