Anne-kız ilişkisine dair kişisel bir not: The Eternal Daughter

Yazı: Biçem Kaya

The Souvenir I ve II sonrası Joanna Hogg kamerasını isimleri Rosalind ve Julie olan anne-kızın hikâyesine yeniden odaklıyor The Eternal Daughter ile. 42. İstanbul Film Festivali kapsamında izlediğimiz film, The Souvenir anlatısının geçtiği tarihin -30 yıl kadar- ilerisine götürüyor. Bu sefer karanlık bir ormanın ortasında, hayaletlerin dadandığı gotik korku hikâyesinin içine bırakıyor. 

Bu yazı, The Eternal Daıghter’ı henüz izlememiş olanlar için kimi sürprizleri bozabilir.

Film, anne-kızın Galler-İngiltere sınırına çok yakın Moel Famau’daki otele dönüştürülmüş eski bir malikaneye yaptıkları yolculuk sahnesiyle başlıyor. Devamında öğrendiğimiz üzere burası Rosalind’in çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği malikane. Yolculuğa ikili birlikte vakit geçirmek amacıyla çıkmışlar. Bir yandan da Julie bu zamanı, annesiyle olan ilişkisini konu alan filminin çalışmalarını yapabilmek adına fırsat olarak görüyor.

Hogg anlatısını soğukla, kasvetle, sisle çevrelemiş. Daha ilk sahneden tekinsiz bir zaman dilimine hapsediyor izleyiciyi. Ve yine daha ilk sahneden, Hogg’un Proust-vari anlatım dilinin içinde mekânlar ve anılar arasında ilerlerken buluyoruz kendimizi.

Çoğunluğu gece sahnelerinden oluşan filmi izlerken, Kayıp Zamanın İzindede yer alan, uyku üzerine düşülmüş notları hatırlamamak mümkün değil. Karanlığa gömülmüş böylesi anlarda Hogg, bir hastanın gündüzü iple çektiği çaresiz saatleri aktarıyor âdeta. Rosalind’in anıları, tıpkı hayaletler gibi Julie’ye dadanıyor. Malikanenin odaları, anıların saklandığı hafıza sarayı bir bakıma. Bu saray içinde yönünü bulmaya çalışan Julie’yi izliyoruz. Anıları yakalamaya çalıştıkça başarısızlığa uğruyor, kayboluyor.

Hogg, The Eternal Daughter’da annesiyle ilişkisini şefkatle yüklü bir gerilim olarak aktarıyor. Sevdiklerimizin yaşlanması, yaklaşan ölümleri türünden düşüncelerimizden doğan keder hepimize tanıdık gelen bir duygu. Hogg bu ortak duygunun kendi dünyasındaki karşılığını, Rosalind-Julie ikilisi üzerinden aktarıyor. Bunu yaparken annesi ile kendini, bir bütünün iki yarısı olarak gördüğünü söylemek abartılı olmaz. Nitekim, birbirinin uzantısı olan Rosalind ve Julie karakterleri Tilda Swinton tarafından canlandırılıyor. Filmin röportajlarından öğrendiğimize göre her iki karakteri de oynama fikrini Hogg’a götüren Swinton olmuş. Kendi benliğiyle annesinin varlığı arasındaki ayrımın bir hayli bulanık olduğu söz konusu ilişkiyi aktarma konusunda oldukça etkili bir karar bu. Filme sağladığı derinlikli yönlerden bir diğeri -doğal konuşma akışkanlığında olmadığı için yer yer seyirciyi koparsa da- Rosalind-Julie arasındaki diyalogların aslında birer monolog olduğunu düşündürüyor olması. Şu da ayrıca not düşülmeli ki Tilda Swinton, çoğunlukla kendine karşı oynadığı The Eternal Daughter filminde ustalıklı bir performans ortaya koymuş.

Film boyunca iki karakteri aynı karenin içinde sadece bir sahnede görüyoruz. Doğum gününün kutlandığı akşam yemeğini izlediğimiz bu sahne, duygusal açıdan hayli yıpratıcı. Kayıp duygusu, keder, pişmanlıklar bu sahneyle birlikte zirve noktasına ulaşıyor.

The Eternal Daughter, The Souvenir I ve II ile göbekten bağlı olsa da bu filmler için devam hikâyesi olmanın ötesinde; Hogg’un annesine dair düştüğü kişisel bir not. Kaybettiği annesini hatırlama çabası.