“The French Dispatch”i Wes Anderson’dan dinleyelim

90’larda çektiği Bottle Rocket’tan bu yana adım adım inanılmaz bir filmografi inşa eden, özgün üslubuyla âdeta kendine ait bir sinemasal bir evren yaratan Wes Anderson; Isle of Dogs’un (2018) ardından orijinal karakterlerin, simetri takıntısının ve geniş bir renk paletinin hükmünü sürdürdüğü filmlerine hasret bırakmıştı. Bu birkaç yıllık arayı, gazeteciliğe yazılmış bir aşk mektubu olarak nitelendirilen ve yine oldukça iyi eleştirel alan son işi The French Dispatch ile kapatmaya hazırlanıyor.

The French Dispatch; kurgusal bir 20. yüzyıl Fransa şehrinde yayımlanan, The New Yorker’dan esinlenerek yaratılmış bir Amerikan dergisi ve son sayısında yer alan bir dizi öyküyü odak noktası belliyor. Yine birlikte üretmekten zevk aldığı bir yaratıcı ekip ve tanıdık yüzlerle örülü bir oyuncu kadrosuyla çalışmış Anderson. Türkiye’de 3 Aralık’ta vizyona girecek filmin ilhamlarını, ardında yatanları ve yapım sürecini yönetmeninden dinliyoruz.

“Seneler boyunca Fransa’nın hayatımda büyük bir yeri vardı. Geçen bu yıllar içerisinde, orada öğrendiklerim hakkında bir film yapma isteğim gitgide yoğunlaştı.”

Houston, Teksas’ta büyümüş bir çocuk nasıl oldu da The French Dispatch gibi bir film yapmak isteyecek kadar Fransız kültürü âşığı oldu?

Teksaslı olmama rağmen vaktimi Fransa’da geçirmek, Fransa’da yaşamak istemişimdir her zaman. Sonunda orada bir daire satın aldım fakat hiçbir zaman tam anlamıyla taşınamadık. Yine de ailem Fransa’ya sık sık seyahat ediyor. Seneler boyunca Fransa’nın hayatımda büyük bir yeri vardı. Geçen bu yıllar içerisinde, orada öğrendiklerim hakkında bir film yapma isteğim gitgide yoğunlaştı. Çünkü gitmeye başlamamın asıl sebebi Fransız filmlerine olan hayranlığımdı. Aslında Fransız filmleri, Fransa’yı bu kadar sevmemdeki en büyük nedenlerden biri de denebilir.

Aşağı yukarı 16 yaşındayken, Houston’daki bir dükkanda François Truffaut’nun The 400 Blows isimli filmini buldum. Bu tarz filmlerin her yere, tüm dünyaya yayılmış olduğunu fark ettim. Ama şimdi düşününce The 400 Blows’u izlerken aklımdan ne geçiyordu bilmiyorum.

Sanırım ilgimi çeken şey filmin ismiydi. Bugün bile, Les quatre cents coups’un Fransızca’da ne demek olduğunu bilmiyorum. İngilizce çevirisi de hiçbir anlama gelmiyordu. Ama aslında bu Fransızca bir deyim ve “bir şeye kalkışacağız “ya da “içi içine sığmamak” anlamına geliyor. “Bu gece les quatre cent coups yapıyoruz.”, yani çok eğleneceğiz. The 400 Blows gerçekten de hiç bir anlama gelmiyor. Yine de filmin ismi bende merak uyandırmış olacak ki satın aldım. Fransız filmleri izleme serüvenim de böylece başlamış oldu.

Filmin genel yapısını nasıl tanımlarsınız?

The French Dispatch birçok şeyin birleşimi; kısa öyküler hâline getirilmiş makalelerden oluşturulmuş, geniş kapsamlı bir film olarak tanımlanabilir. Tüm makaleler garip bir dergi üzerinden birleşiyor –Kansas hakkında bir Amerikan dergisi– ve bu dergi Fransa’da bulunan Amerikan yazarların yaşadığı bir yerde yayımlanıyor. Dergiyi kendi ülkesinden uzakta yaşamak zorunda kalan bir topluluk hazırlıyor. Yazılan makaleler filmin konusunu oluşturuyor. Filmde, ilk önce derginin editörünü tanıyoruz ve bize derginin ne hakkında olduğunu açıklıyor. Ardından değişik hikâyeleri dinlemeye başlıyoruz. Farklı yazarların yazmış olduğu üç ana hikâye var. Daha küçük ek bir hikâye ise derginin yayımlandığı küçük şehirden bahsediyor.

Ölümünden sonra tanıdığımız dergi editörü Arthur Howitzer, Jr. rolünde Bill Murray’i görüyoruz.

Doğru, filmdeki her kısım dergiden alındığı için editörün dergide yayımlanan ölüm ilanı ile başlamak istedik. Hikâyenin ana konusu dergi üzerinde gelişiyor. O sıralarda babasının gazetesi için çalışan yayıncı ve editör Arthur Howitzer, Jr.; Fransa’ya tatil için geldikten sonra 50 yıl orada kalıyor. Hatta ölene kadar orada kalıyor da diyebiliriz. Derginin son sayısı hikâyemizin başlangıcını oluşturuyor.

Daha önce birçok kez beraber çalıştığınız Owen Wilson, bisikletli muhabir Herbsaint Sazerac’i canlandırıyor. Bizi Ennui-sur-Blasé kasabasında bir tura çıkarıyor.

Evet, ilk makale bisikletli muhabir Herbsaint Sazerac tarafından yazılıyor. Yaşadığı yere takıntılı bir hayranlık besliyor, özellikle de kenar mahalledeki insanlara. Sadece filmin geçtiği zamandaki şehri tanıtmakla kalmıyor aynı zamanda şehrin tarihini de aktarıyor. Bizi zaman makinasında yolculuğa çıkarıyor diyebiliriz. Aslında kendi bakışıyla şehrin nasıl değiştiğini anlatıyor.

Şehrin ismini Ennui-sur-Blasé koyduk. Sanırım İngilizcesi kulağa daha iyi geliyor. Adı Fransızca olmasına rağmen Fransız biri bana “Bu kasabayı Fransa’dan nefret ettiğin için mi böyle isimlendirdin?” diye sordu. İngilizce çevirisi aslında kötü bir anlama gelmiyor. İngilizce’de “Ennui-sur-Blasé” isminin melankolik bir dinginliği var. Sanırım Fransızca daha düz bir anlamı oluyor.

“Hikâyedeki tüm yazarları gerçek insanlar üzerinden kurguladım. Fakat karakterlerin hiçbiri esinlendiğim insanlara ayırt edilemez şekilde benzemiyor.”

Herbsaint Sazarac ve diğer karakteri yaratırken kimlerden ilham aldın?

Aslında birçok kişiden ilham aldım. New York hakkında makaleler yazan, New Yorker yazarı Joseph Mitchell ilham kaynaklarımdan biriydi. Mitchell, New York’un tam olarak farklı alt kültürleri demeyelim de, istiridye yatakları ve orada çalışan insanlar hakkında yazıyordu. Bir keresinde şehirdeki farelerin davranışı hakkında bir makale yazmıştı ve başka bir zaman da mezarlıkları konu alan bir öykü yayımladı. Aynı zamanda New York’un tekinsiz sokakları hakkındaki Low Life ve Paris’in tekinsiz sokakları hakkındaki The Other Paris kitabının yazarı Luc Sante de ilham kaynaklarım arasında gösterilebilir.

Fakat, tüm hikâye için en büyük ilham kaynağım The New Yorker’dı. Birçok farklı karakter için ilhamımızı New Yorker yazarlarından aldık. Tilda Swinton, gerçekte bir New Yorker yazarı olmayan, Metropolitan Sanat Müzesi’nde dersler vermiş birinden esinlenilen J.K.L. Berensen isimli karakteri oynuyor. Hâlâ New Yorker’dan esinlenildiğini söyleyebiliriz çünkü New Yorker’da ismi geçen bir insandı. Daha sonra kendi dergisini çıkardı.

Frances McDormand, Lucinda Krementz adında bir karakteri canlandırıyor. Yıllar boyunca, Mavis Gallant ismiyle severek takip ettiğim bir yazarı oynaması gerektiğini düşünmüştüm. Paris’te benimle aynı mahallede yaşayan bir Fransız’dı. Ona karşı anlamlandıramadığım ilginç bir bağ hissediyordum ve uzun zamandır Frances McDormand’un onu en iyi şekilde canlandırabileceğini düşünüyordum. Bir başka yazar Lillian Ross, yıllardır yakın bir arkadaşım olan bu karaktere uygun görünüyordu. Aynı şekilde New Yorker’da Paris hakkında “Genêt” lakabıyla yazılar yazan Janet Flanner da.

Jeffrey Wright’ın canlandırdığı Roebuck Wright karakteri için ise A.J. Liebling isimli bir yazardan esinlenildi. Liebling çoğunlukla yemek hakkında yazsa da ara sıra Fransa hakkında yazılar da yayımlıyordu. Fransa’ya seyahat etmeyi çok severdi; çok genç yaşta yaptığı bir seyahatten sonra sık sık Fransa’ya gitmeye başlamıştı. Savaş döneminde bile oradaydı. Onun Fransa’daki hikâyesi, babasından gizli bir şekilde gitmesi ve bir şekilde babasını orada kalmaya ikna etmesiyle başlamış. James Baldwin ve Tennessee Williams da karakterleri yaratırken ilham kaynaklarımdandı.

Yani, aslında hikâyedeki tüm yazarları gerçek insanlar üzerinden kurguladım. Fakat karakterlerin hiçbiri esinlendiğim insanlara ayırt edilemez şekilde benzemiyor. Karakterlerin ana hatlarını onlar üzerinden çizdiğimi söylemek daha doğru olur.

Yazarların yanı sıra Arthur Howitzer, Jr. karakterini yaratmak için New Yorker’ın kurucusu Harold Ross ve ondan devralan William Shawn’dan esinlendik. Filmin yapı taşlarını oluşturan tüm karakterler için aslında onlardan ilham alınmıştı ve tabii E.B. White’ı da unutmamak gerek. Film, New Yorker’dan olup yaptıkları işleri tam olarak bilmediğim kişilerden bile esintiler içeriyor. Bunlardan biri St. Clair McKelway. Sanırım yazdığı bir makaleyi falan okudum. Onu daha çok New Yorker hakkındaki kitaplarda yer verilen bir karakter olarak tanıyordum. Bu küçük ve ilginç dergide efsane hâline gelmiş çok fazla karakter ve insan var.

New Yorker’ın sabit bir yayın biçimi yok. Dergiye katkıda bulunan tüm yazarlar bunu kendi tarzında yapıyor. Aynı şekilde bu durumu filmde her hikâyenin verdiği farklı hislerde yakalayabiliyorsunuz. Farklı hikâyeleri yazma süreciniz çok fazla değişkenlik gösterdi mi?

Her biri birbirinden farklıydı. Roman Coppola, Jason Schwartzman ve ben hikâye hakkında çalışmak için Rhode Island’daki Westerly isimli bir yere gittik. Çalışırken, Herbsaint Sazerac’ın hikâyesi dikkatimizi çekti. Daha sonra Hugo Guinness’le birlikte Benicio del Toro tarafından canlandırılan ressam Moses Rosenthaler hakkındaki hikâyeyi geliştirmeye odaklandık. Buna ayrıca bir zaman ayırmamız gerekti. Her kısım kendine özgü bir şekil aldı.

Tüm bu hikâyeleri The French Dispatch için mi yazdınız yoksa aralarında daha önce yazdığınız hikâyeler de var mıydı?

Aslında, Rosenthaler’ın hikâyesini daha önce Moses Rosenthaler hakkında yazdığım bir senaryodan aldım. Sadece bir kısmını kullandığım, tamamen farklı bir senaryoydu. Senaryoyu hiçbir zaman filme uyarlamamıştık bu yüzden ben de The French Dispatch için kullandım. Kalanların hepsi ise sadece bu film için yazılmıştı. Diğer senaryodan alınan kısmını da kendimden çaldığımı söyleyebiliriz.

“Derinliğe sahip bir yerde çekim yapmanın gerçekten de özel bir yanı var. Katmanlar kendilerine özgü bir şekilde arka plana karışıyor ve size bir şeyleri sahnelemede daha fazla imkân sunuyor.”

Sizinle tüm filmleriniz boyunca seyahat eden ekibiniz dışında, önceki filmlerinizde çalıştığınız birçok oyuncuyu bu filminizde de görmekteyiz. Bu ekiple beraber, tüm filmin ve Ennui-sur-Blasé’nin yaratımında nasıl bir yol izlediniz?

İlginç olan şu ki, Fransa’da kasaba kasaba gezerek çekimi gerçekleştirebileceğim bir yer aradım. Yapım tasarımcım Adam Stockhausen ve yapımcım Jeremy Dawson da benimle birlikte seyahat etti. İnternetten bulup uygun olabilir dediğimiz konumların neredeyse hepsini gezdik.

Angoulême gittiğimiz sekizinci ya da onuncu yerdi. Oraya vardığımız anda film çekimleri için doğru yeri bulduğumuzu anladık. Farklı katmanlardan oluşan bir şehirdi. Derinliğe sahip bir yerde çekim yapmanın gerçekten de özel bir yanı var. Katmanlar kendilerine özgü bir şekilde arka plana karışıyor ve size bir şeyleri sahnelemede daha fazla imkân sunuyor. Merdivenler, eğimli yollar ve bunun gibi şeylerle dolu bir kasabanın merak uyandıran bir yanı var. 

Aynı zamanda birçok hasar görmemiş eski bina da vardı. Bu, filmin geçtiği zaman dilimini yaratmamızı kolaylaştırdı. Orada daha fazla zaman geçirdikten sonra, doğru yer olduğundan artık kesinlikle emindik. Daha sonra film için gerekli olan şeyleri bulmak adına her yeri detaylı bir şekilde incelemeye koyulduk. Her şeyi hem nasıl değiştirebileceğimiz hem nasıl aynı bırakabileceğimiz hem de bunu Angoulême’dan dışarı çıkmadan nasıl yapabileceğimize dair uzun süre kafa yorduk.

Her şey mükemmel şekilde ilerledi çünkü Angoulême bizim için en başından itibaren bir set hâline gelmişti. Tüm çekimleri orada gerçekleştirdik. Bölgede yaşayan binin üstünde insan da filmde yer aldı. Bizimle uyum içindeydiler. Filmin Angoulême’de bir gösterimini yapmaya ve orada yaşayan tüm insanlara göstermeyi iple çekiyorum. Küçük bir sinema salonu dolusu insan kendilerini ekranda görebilecekler çünkü.