“Unutmanın sınırı ne olabilir?” sorusunun peşinden: Kaygı

Ceylan Özgün Özçelik’le Nisan ayında İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Bölümü’nde Türkiye izleyicisiyle buluşacak ilk filmi Kaygı’yı konuştuk. Ceylan Özgün Özçelik’le Nisan ayında İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Bölümü’nde Türkiye izleyicisiyle buluşan ilk filmi Kaygı’yı konuştuk.

Röportaj: Yiğit Atılgan

Ceylan Özgün Özçelik’in dünya prömiyerini şubat ayında Berlin Film Festivali’nde yapan ve ardından Amerika izleyicisiyle SXSW Film Festivali’nde buluşan ilk filmi Kaygı’nın Türkiye prömiyeri nisan ayında İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Bölümü’nde gerçekleşiyor. SXSW Festivali’nde 15 kadın yönetmenin uzun metraj filmlerinin değerlendirildiği LUNA Gamechanger ödülüne layık görülen Ceylan Özgün Özçelik’le, bir haber kanalında çalışan Hasret’in uzun süredir tekrarlayan kâbusları etkisinde annesiyle babasının trafik kazasında ölmemiş olabileceği sorusunun aklına düşmesiyle yolculuğuna başlayan filmi Kaygı’yı konuştuk.

(Dikkat: Röportaj, film hakkında sürpriz gelişmeleri ele vermektedir.)

Hukuk eğitimi, film eleştirileri, televizyonda sinema programı derken kendinizi nasıl kamera arkasında buldunuz? Film eleştirisinden yönetmenliğe geçişte ne tür öngörmediğiniz deneyimler yaşadınız?

Hukuk, hasbelkader okuduğum bir bölüm oldu. Baba mesleği ve arzusu… Dokuz yaşından beri yönetmen olmak istiyordum ancak şartlar beni hukuk fakültesine, hukuk öğrencisiyken de televizyona ve radyoya sürükledi. Neden direnmedim sinema okumak için, inanın tam ben de bilmiyorum. İlk uzun filmimi yirmilerimde çekebilmeyi çok isterdim. Geç olsun güç olmasın.

Sinema programı En Heyecanlı Yeri’ni yaparken üç kısa film yazıp yönettim. Sinematografiden oyuncu yönetimine birçok atölyeye katıldım. Kurgu zaten yaklaşık on beş yıldır içinde olduğum bir alan.

Uzun film yapma sürecinde öngöremediğim en zorlayıcı şey, finansın önemi oldu açıkçası. 2012’de Kaygı’nın ilk versiyonunu yazarken 2013’te çekebileceğimi sanıyordum. Naiflik işte! İki buçuk yıllık araştırma-geliştirme ve görsel hazırlık sürecim boyunca bir yandan da yapımcı ve maddi destek aradım. 2014 yazında İstanbul Film Prodüksiyon ile anlaştık. Sektörü film çekebileceğinize ve ne yapmak istediğinizi bildiğinize inandırmak ve size destek olmalarını sağlamak oldukça yıpratıcı bir süreç. Bu durum, bu ülkede bağımsız sinema yapan her yönetmen için geçerli.

Kaygı’nın ana karakteri Hasret’in bir televizyon kanalında kurgucu olması ülkemizde sürekli üretilen kurgusal gerçeklikleri ve toplumsal belleğin tahribatının altını çiziyor. İlk uzun metrajınızda özellikle bu konuyu dert etmenizin sebebi ne oldu?

Çok büyük bir hızla çok fazla şey değişiyordu memlekette ve dünyada. Ben de çevrem de kolay unutur olmuştuk. Adı değiştirilen mahallemizin eski adını, alışveriş merkezi yapılan sokaklarımızda önceden ne olduğunu ve hatta ülkenin yakın tarihindeki patlamaları… Her şeyi unuttuğumuzla yüzleştim. Unutmanın sınırı ne olabilir sorusunun peşinden gittim. Katliamları unutabilir miydik? Bu soru beni korkuttu. Tarihi silmek ve yeniden kurgulamak meselesi kafamı epey kurcalıyordu. İktidarlar, medya ve kentsel dönüşümü de arkalarına alarak bize geçmişi unutturuyor. Kendisi kurgucu olan bir kadının kurgulanmış sahte gerçeklerle mücadele etmesi ve nihayetinde onu çevreleyen tüm yalanların içinde gerçeği hatırlayanın yine kendisi olması fikri çekti beni.

Filmin yapım süreci esnasında Türkiye’de gerçek üzerindeki manipülasyonların ve baskının seviyesi arttı. Furkan Muzafferler daha çok bağırıyor, TEK TV artık daha da tek. Basın/yayın ve ifade özgürlüğü her gün daha da tehlike altında. Senaryo yazımı esnasında distopik olan bazı durumlar zamanla distopik olmaktan çıktı mı?

Aslında, filme hazırlanırken yaptığım yakın tarih araştırmalarında ülkenin sol-sağdan bağımsız olarak bir yangın yeri olduğunu daha yakından görmüş oldum. Maraş Katliamı olduğunda CHP iktidar, Bülent Ecevit başbakandı. Sivas Katliamı olduğunda DYP-SHP koalisyonu vardı. Her dönemde gazeteciler öldürülüyordu. Her dönemde köyler yıkılıyor, insanlar katlediliyordu. Ama yaşadığımız dönem özellikle ifade özgürlüğü ve insana verilen değer anlamında dehşetengiz. Bugünü o dönemlerden ayıran en önemli şey, bir korku dünyasının içinde hapis hissetmemiz. Korkuyoruz. Çok net! Avusturya’dan Polonya’ya, İtalya’dan Amerika’ya durum ürkütücü… Berlin Film Festivali’nde I am Not Your Negro gösterimi sonrası, yönetmen Raoul Peck’le bir soru-cevap yapıldı. Kendisine sizin bu sorunuza yakın bir soru soruldu. Şöyle yanıtladı: “We had many other Trumps!” (Daha önce de çok sayıda Trump’ımız oldu!) Amerika için tam da bu! Ancak yanıtı bize uyarladığınızda hem öyle, hem değil.

kaygı2

Hasret için çizdiğiniz çalışma ortamıyla sizin televizyonculuk deneyiminiz arasında ne tür paralellikler var?

Ben televizyonda hiç haber programı yapmadım. Sinema ve kültür sanat programları yaptım. Ama yıllarca haber kanallarında çalıştım. Haber hep yan odamdaydı ya da yan masamda. 2000’lerin başında çalışanlar birbirlerine daha saygılıydı. Bir üslup, bir yol yordam vardı. Herkes yaptığı işi iyi yapıyordu. Usul usul değişti her şey. İyiler gönderilmeye, yerlerini nereden geldiği belirsiz isimler almaya başladı. Ayrımcılık, cinsiyetçilik, saygısızlık, değersizlik, vicdansızlık baş gösterdi ve hepsinin şiddeti arttıkça arttı. Emeğin değeri maddi manevi sıfırlandı. Filme, benim ve arkadaşlarımın tanık olduğu veya bizzat yaşadığı çok az şeyi aldım. Eğer tamamen dürüst olup her türlü baskıdan parçalar koysaydım seyirci bunalabilirdi ya da abarttığımı düşünebilirdi.

Haber kanallarının çoğunda bir kapalı alan durumu söz konusu. Filmdeki televizyon kanalı benim daha önce çalıştığım yerlerden biriydi. Medya sahnelerini orada çekmeyi özellikle istiyordum. Gördüğünüz gibi pencere yok, hava yok, karanlık! Bir iki saat kurgu odasında kaldığınızda başınız ağrımaya başlıyor. Bir dışarı çıkıp hava alayım, diyorsunuz. Dışarıda da dev çanaklar ve inşaat gürültüsü var.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:56’ya ulaşabilirsiniz.