Larraín’den sığ sularda yüzen bir biyografik film daha: Maria

Yazı: Melikşah Altuntaş

Şili sinemasının heyecan verici yeni yönetmeni olarak çıktığı yolda Tony Manero, No, El Club gibi başarılı filmler çeken Pablo Larraín’in Hollywood’a transfer olmasıyla başlayan; çalkantılı hayatlarıyla öne çıkan gerçek kadınları başrole taşıyan filmlerinin izleyiciyi ikiye böldüğünü söylemek mümkün. Eleştirel başarısı bol Jackie’nin ardından gelen Spencer’la aynı başarıyı tekrarlamakta zorlanan Larraín’in geçtiğimiz yılki Venedik Film Festivali’nin de yarışmasında yer alan vampir mitli taşlaması El conde de sinemasındaki geri adımlara pek yardımcı olmamıştı.

Larraín sinemasal tercihleriyle Jackie’nin, yapaylık seviyesiyle ise Spencer’ın yakınında gezinen yeni biyografik filmi Maria’da çağımızın en ünlü opera sanatçısı Maria Callas’ın ölümünden önce geçen son bir haftayı merkez alıyor ve Callas’ın halüsinatif belleği üzerinden bir travma anlatısına girişiyor.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim; 70’li ve 80’li yıllarda televizyon için çekilen derinliksiz biyografik yapımlardan fırlamış diyalogları ve kahramanını yalnızca epik müzikler ve etrafta uçuşan kamerasıyla büyütmeye çalışan Maria, ne yazık ki samimi bir dünyanın yoksunluğu çekiyor. Larraín’in atmosfer yaratma işinden anladığının plastik bir görsellik ile Angelina Jolie’nin kırılgan lip-sync’leri olduğunu görmek ve filmin çoğunlukla bu iki elemente sırtını dayaması son derece iki boyutlu bir seyir tecrübesi yaratıyor.

Koca koca baş ve ortak yapımcılar, prodüksiyon ortağı ülkeler ve uluslararası oyuncu kadrosunun, kâğıt üzerinde Vikipedi bilgilerinin diyaloğa çevrilmiş hâlleri gibi duran bu senaryoya ikna olmaları, Maria’nın en enteresan yanlarından biri. Biyografik filmlerin vazgeçilmezi olan jenerik eşliğinde akan gerçek görüntüler kısmında gördüğümüz Maria Callas anlarının, az önce şahit olduğumuz iki saatten daha etkili olmasının en önemli sebebi, filmin Callas’ın hayatındaki travmatik olayları yüzeysel şekilde sıralayıp, “İşte bu kadın da böyle böyle kafayı yedi” sığlığında ilerlemesi.

Kariyerinde güçlü bir geri dönüş için Angelina Jolie’nin tüm umutlarını bağladığı belli performansı Maria’yı kurtarmaya yetmese de Jolie’nin benzerlik konusunda aralarında fiziksel bir uçurum olan Callas’a duygusal anlamda yaklaşabildiği açık. 

Filmin Türkiye’den izleyiciler açısından en heyecan verici özelliği ise hiç kuşkusuz Haluk Bilginer’in Callas’ın uzun dönem beraberliği Onassis’e hayat vermesi. Narsist ve gösterişçi bir istismarcı olan Onassis’in ancak bir çizgi karakterin sahip olabileceği sığlıkta yazılmış diyaloglarını dahi kendine özgü bir tatta performe edebilen Bilginer, etki konusunda devasa bir görkem hayal etmiş yönetmeni Larraín’in arzusunu karşılamış görünüyor. Daha sakin bir anlatım diline sahip bir biopic’te sırıtacak performansı, Bilginer’in (özellikle karakterin final sahnesindeki) gücüyle öne çıkmayı başarıyor.

Onassis’in gerçek hayatta Callas’la birlikteyken Jackie Kennedy’yle evli olması ve filmde Kennedy ailesinin kendine yer bulmuş olması, Larraín’in biyografik evrenlerini birbirine bağlarken, korkutucu bir ihtimale de işaret ediyor: Larraín’in bundan sonra da Kennedy’nin yasak ilişkisine odaklanan, sığ bir Marilyn biyografisine girişmesi.