Beyaz perdede tehdit altındaki çürümüş aileler

Yorgos Lanthimos’un çürümüş aile yapısının damarlarını kestiği, çok konuşulan yeni filmi The Killing of A Sacred Deer bu ay gösterime girmişken, sinema tarihinin tehdit altındaki ailelerine göz gezdirmenin tam sırası.

Yazı: Melikşah Altuntaş – İllüstrasyon: Mark Hale

Geçtiğimiz Filmekimi’nde önemli sinemacıların son filmlerinden Happy End, Loveless ve The Party gibi örnekler, dışarıdan gelen bir tehditle yüzleşen aile bireylerinin etik açıdan bir hayli tartışmalı reaksiyonlarını gözler önüne seren, etkileyici ve üzerine uzun uzun konuşturabilecek malzemelerle donanmış filmlerdi. Bu filmlerin yanında öyle bir tanesi vardı ki meseleyi, absürt tonlarda gezinip, durumun yarattığı gerilim hissinden de ödün vermeden enine boyuna didikliyordu: söz konusu film elbette ki Yorgos Lanthimos’un bu ay bizde vizyona giren son filmi The Killing of A Sacred Deer.

Kendi içinde patlak vermiş sorunlara net bir çözüm türetemese de bir aradalığın değerini, aile olmanın kudretini tamamen hisseden ya da hissetmekle yükümlü aile üyelerinin, bir yabancı tehditle yüzleşmesiyle başlayan değişimi konu eden The Killing of A Sacred Deer, Lanthimos’un tıpkı Kynodontas’ta (Dogtooth) yaptığı gibi aile kavramını delik deşik ediyor. Bıyık altından güldüren mizahı, alışılageldik aile içi pratikler üzerinden güçlendiren film, bir çatı altındaki bir aradalığın mevcudiyetini sürdürebilmenin ancak hastalıklı eğilimlerle mümkün olabileceğini deri altından hissettiriyor.

Lanthimos’a geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nden En İyi Senaryo ödülü getiren bu sinir bozucu taşlama, sinema tarihinin yoz, çürük, aşırı ahlakçı ve gülünç diğer ailelerini akla getiriyor kaçınılmaz bir biçimde. Dışarıdan bir tehlike belirene kadar kendi içinde fırtınalar kopan bu ailelerin ortak özelliği, hasarlı da olsa kutsal sayılan ailenin sürekliğini sağlamak için canını dişine takan biçare üyelere sahip olması. İşte bunlardan bazıları:

GURBET KUŞLARI (1964)

Halit Refiğ’in senaryosunu Orhan Kemal’le birlikte kaleme alıp yönetmenliğini üstlendiği bu nefis Yeşilçam klasiği, Türkiye sinema ve edebiyatının çeşitli yıllarına ait örneklerde sıkça karşımıza çıkan, kasabadan kente göçen alt orta sınıf ailelerin çürüme ve yok oluş hikâyelerinin en unutulmazlarından biri. Visconti’nin Rocco e i Soui Fratelli’sinin (1960) serbest bir uyarlaması olan ve En İyi Film dalında Altın Portakal kazanmış ilk film olma özelliği taşıyan bu buruk melodram, Maraş’tan İstanbul’a göçen, üç erkek bir kız çocuğuna sahip bir ailenin 1960’lı yılların Fatih’ine taşınmasıyla başlayan kaçınılmaz yıkımını konu ediyor.

THE HAND THAT ROCKS THE CRADLE (1992)

Anne olma halini, birbirinden farklı pozisyonlarla hikâyesinin merkezine alan bu pek de nitelikli sayılmayacak gerilim filmi, 90’lı yılların en büyük tür filmi hitlerinden birine dönüşmüştü. Bu durumun nedenleri arasında filmin, izleyicinin beklentilerini karşılayan gergin atmosferi kadar, kutsal aileye dışarıdan dokunan elin kışkırtıcılığıyla da kuvvetli bir ilgisi vardı elbette. Bebek bakıcı olarak dahil olduğu ailede, zamanla anne ve eş rollerini taşımaya başladığını fark ettiğimiz tedirgin edici bir kadının yüksek tansiyonlu hikâyesi, ailenin dokunulmazlığı meselesine, formüle uygun bir yerden baksa da, resmin diğer tarafıyla ilgili de izleyicinin gözlerini açmaktan çekinmeyen bir filmdi.

SERIAL MOM (1994)

Neredeyse tüm sinemasını Amerikalı aile ve bireylerin yozlaşma süreçleri üzerinden işleten John Waters’ın, evlatlarının hayatını tehdit eden kişi ve kurumlarla ilgili vahşi planlar peşinde koşan, masum görünümlü bir banliyö annesinin kanlı macerasına odaklandığı filmi, kutsal ailenin varoluşu için dökülebilecek kanlar ve alınacak riskleri, sıkı bir taşlamayla önümüze getiriyor. Kara komedi formülünü son derece ölçülü ve muzip bir tonda takip eden Waters’ın gözü kara anne karakterini cinnetin eşiğine getiren olayların sıradanlığı, aile denen belalı ortamın, müthiş bir hızla nasıl da karanlık bir hale gelebileceğini gözler önüne seriyor.

shot

SHOTGUN STORIES (2007)

Aile, aidiyet ve miras kavramlarına, üveylik durumundan bakan nükteli senaryosunu, gergin ve yakıcı bir atmosferle birleştiren Jeff Nichols’ın muazzam ilk filmi, farklı annelere sahip iki ailenin kardeşlerini babalarının ölümünün ardından, Amerika’nın güneyinde kanlı bir hesaplaşmanın ortasında bırakıyor. Varoluşun köklerini, hastalıklı bir sahiplenme güdüsü üzerinden realize eden, yoz ve az gelişmiş ailelerin çocukların sahip olduğu tek mirasın birkaç toprak parçası değil, bu ezber olduğunu sert bir dille anlatan Shotgun Stories, hak ettiği ilgiyi görmese de onu keşfeden kitleler üzerinde etkisini gösteren nefis bir dram.

Dosyanın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:60’a ulaşabilirsiniz.