Yiğit Karaahmet için uzun soluklu yazma deneyimi, bir tür delilik hâli

Bant Mag. No:77’deki 8 yazarın zihnini kurcaladık dosyasında, yakın dönemde yeni ya da ilk kitabını paylaşmış bazı yazarların yaratım dünyalarını keşfe çıkalım istedik. Farklı hikâye anlatıcılarının yazma pratiklerini, bu meşakkatli işi sürdürürken tutundukları farklı motivasyonları, yaratım dünyalarını besleyenleri kurcalamak bizce çok anlamlı.

6:45 Yayınları’ndan çıkan son kitabı Deniz Ne Kadar Güzel’de ilişkilerinin 40. yılındaki eşcinsel bir çiftin hayatlarına bir gencin girmesiyle birlikte yaşlılık, sadakat, ihtiras, aşk, yalnızlık korkusu, aile kavramlarıyla yüzleşmelerini anlatıyor Yiğit Karaahmet. Aklımızdakileri sorduk, merakımızı cömertçe giderdi.

“Hayatımın uzun bir bölümü yalnız olduğumu ve anlaşılamadığımı düşünerek geçti. O yüzden bana ait olan bir parçamın başkalarına ulaştığını hissetmek bu çok eskiden beri içimde olan duyguyu değiştiriyor.”

Gazetecilikten geldiğim için kalem, kağıt kullanma ve ulu orta not alabilme gibi bir yazma pratiğim var. Telefona alınan notlara, ses kayıtlarına bir daha asla dönüp bakmıyorum. Onlar bana bir şekilde ciddiyetsiz geliyor. Ama defterlere yazdıklarım böyle değil onları bir şekilde daha yazıya dökülmüş ve üzerine daha düşünülmüş, biraz daha ‘ciddi’ buluyorum. Romanımı yazarken de böyle yazdım aslında. İlk oluşum sürecini de deftere yazarak daha sonra bu aldığım notları bilgisayara aktararak gerçekleştirdim. Böylece aslında bir şekilde daha başlangıcından itibaren iki kere yazmış oluyorum. Kaba hatlarıyla da olsa bir temel kurguyu bilmek çalışmak için bana çok iyi geldi. Elimde (sonradan değiştirme olasılığı hep açık) bir iskelet olduğunda geri kalan, başından sonuca ulaşmak için araları doldurmak gibi oluyor. Romanı tasarlarken tonu, ritmi, üslubu, tarzı, plot’ları gibi bir takım kararlar alıyorum ondan sonra kurgusu da aşağı yukarı kafamda oturduğunda bu dosya zihnimin gerilerinde bir yerde hep açık bir klasör gibi oluyor. Ne iş yapıyor olursan ol o dosya açık ve sen içine hep bir şeyler atıyorsun. Bazen koca bir sahneyi hayal bazen de tek bir cümle oluyor. Süreçte çok kaybolmadan, hızlı hızlı yazmaya çalışıyorum. Kendimi tanıyorum, bir işten çabucak sıkılma olasılığım çok yüksek. O yüzden sıkılmaya fırsat vermeden bunları hep yazıyor oluyorum. Bu romanı yazarken sıkılmaya başladığımda neredeyse yarısından fazlasını yazmıştım. O saatten sonra da geri kalan enerjimi işi bitirmek üzerine harcadım. Geceleri çalışmak bana lise yıllarındaki matematik ödevleri ya da ertesi gün ki bir sınava çalışmak gibi geliyor. Daha çok gündüz çalışıyorum. Sık sık yürüyüşe çıkıyorum, yürümek yazmak için aşırı iyi bir egzersiz. Müzik dinleyip, yürürken romanı düşünüyorum, çeşitli alternatifler tasarlıyorum. Bunların bazısı hiçbir işe yaramıyor. Ta ki doğru fikri bulana kadar. Doğru fikir kendisini hemen belli ediyor, hemen sana başka bir kapı açıyor ya da seni varmak istediğin yere kolayca ve tam istediğin gibi bağlıyor. Sonra bu bulduğum şeyleri de yazıyorum ve öyle öyle ilk taslağı bitirmiş oluyorum. 

Deniz Ne Kadar Güzel’in üretim yolculuğu

Yazarlık kariyerimin bir noktasında kurgu bir şey yazmam gerektiğini biliyordum. Gazete yazılarımdan derlenmiş iki tane daha kitabım var onlara karşı büyük bir aidiyet hissetmiyorum, onlar bir şekilde bu isteğimi yeteri kadar tatmin etmedi. Ne yazmam gerektiğini düşünürken pek çok fikir arasından bu kitap çıktı. İlk başta, hiç bir şey yokken ortada Ne yazmak istiyorum? Nasıl yazmak istiyorum? gibi sorular sorarak, cevaplarını kendime dürüstçe verdim. Yazarak geçinen bir insan olduğum için yazdığım şeyin satması gerektiğini düşünüyordum bir şekilde. O yüzden bir tiraj beklentim vardı. İlgi çekici bir konu olsun istiyordum. Çabuk okunsun, beğenilerek okunsun, sırf ben olduğum için ayıp olmasın diye alınıp bir kenara atılmış bir kitap olmasını değil de alınıp, okunduğu süre içinde insanı günlük hayattan koparan ve içine hapseden, sürükleyici bir hikâyesi olsun istiyordum. Kimse verdiği paranın karşılığını alamamış gibi hissetmesin istedim. Tabii bunlar olsun isterken bomboş bir kitap ya da aşırı cheesy bir şey de olmamalıydı. Bir derdi olsun ve bu derdini baymak yerine bir hikâye üstünden anlatsın istiyordum. Sonra karakterleri buldum. Kırk yıldır sevgili olup Büyükada’da yaşayan bir eşcinsel çift üzerinden gelişen bir hikâye vermek istediğim tüm o dinamikleri karşılıyordu. Bu çift üzerinden aile olmak, beraber yaşlanmak ve kaybetme korkusu gibi temaları anlatabileceğimi düşündüm. Sonra onlara ev, arkadaşlar ve birbirlerinden ayrışacak iç dinamikler, özel şakalar gibi şeyleri ekleyerek hikâyeyi geliştirdim. 

Yazacağım şeyin ana kurgusu başından itibaren belli olduğu için benim romanımda çok az şey yolda değişti. Ama bazı şeyler de kendini yazarken belli ediyor. Bazı karakterler kendini yazdırmak istiyor. Yazarken yetersiz olduğunu geldiğini düşündüğüm bazı sahnelere eklemeler yaptım. Ama bana kalırsa taslakla son ürün arasındaki en önemli fark yazdığın eklemelerden çok çıkarmak üzerine oluyor. İlk taslakta ne olacağını düşünmeden aklıma gelen her şeyi yazıyorum ama sonraki edisyonları ve okumaları yaparken, hikâyenin içinde sırıttığını düşündüğüm, tekrar ya da gereksiz bulduklarımı atıyorum. İlk başta büyük part’ları kolayca atabilirken okumaya devam ettikçe ve bu edisyon işi sürdükçe daha ufak parçalara kadar en son da kelimelere iniyor. Bu süreç uzun bir şey yazmanın zor taraflarından biri diyebilirim. Neredeyse bir cerrah gibi ince ince çalışıyorsun üstünde. 

Dürtüler, temel motivasyonlar, uzun soluklu yazma deneyimi

Tüm kararlarını kendin verdiğin, kendi oluşturduğun bir şeyi yazmak ve onun okura ulaşması ve vermek istediğin mesajın alınması bana kendimi bir şeye ait hissettiriyor. Satır aralarına sıkıştırdığım küçük espriler, seçtiğim kelimeler, kurgunun iniş çıkış tercihleri birileri tarafından anlaşıldığını düşündüğümde yalnız olmadığımı hissediyorum. Hayatımın uzun bir bölümü yalnız olduğumu ve anlaşılamadığımı düşünerek geçti. O yüzden bana ait olan bir parçamın başkalarına ulaştığını hissetmek bu çok eskiden beri içimde olan duyguyu değiştiriyor. Beni bir hikâye anlatmaya iten temel motivasyon bu sanırım. 

Yazmak benim için bir hobi değil, mesleğim. O yüzden çok uzun zamandır yazıya profesyonel yaklaşıyorum. Başka herhangi bir iş yapmadım, başka bir iş yapmayı da bilmiyorum aslında. Ama yazı sadece bir iş gibi yaklaşarak sürdürülebilecek bir şey de değil. Manevi bir yerden de yakaladı beni. Kendimi bildim bileli yazmasam bile hep okurdum ve okuduğum bazı şeylere de hayran kalırdım. Bu hayranlığım beni yazmaya itmiş olabilir bir şekilde, bilmiyorum. Ama günün sonunda bakarsak bildiğim, iyi olduğumu düşündüğüm ve sevdiğim işi yapıyorum diyebilirim. 

Uzun soluklu yazma deneyimi, özellikle roman yazarlığı bir tür delilik hâli bence. Olmayan birtakım insanlar yaratıyorsun, onlara bir hikâye yazıyorsun, onları konuşturuyorsun; karakterleri var, evleri var, kıyafetleri var, sevdikleri ya da sevmedikleri şeyler var. Onları canlı görebiliyor gibisin. Ve uzun bir süreyi onlarla birlikte geçiriyorsun. Sonunda da ne olacağını aslında tam olarak hiç bilmiyorsun ama onlardan vazgeçemiyorsun da. Ben köşe yazarlığı yaptığım için okur reaksiyonunu haftalık olarak almaya alışkındım. Yazımı yazardım, beğenilir ya da beğenilmez ama bir hafta geçtikten sonra gündem değişir, başka bir şey yazardım ve o konu unutulur, yeni bir şeye geçmiş olurduk. Uzun soluklu yazmak ise gerçekten etkisi uzun süren bir şey. Hem yaratıp hem de okuruyla buluşturma ve onun sonrasında sende kalanlarıyla bu zaman kadar asla hissetmediğim bir etki yarattı bende. 

Yazarken en keyif aldığı ve en meşakkatli kısımlar

Romanımı yazarken en sevdiğim kısmı yaratma kısmıydı. Onu bulduğum ve ana hatlarına oturttuğumda bundan büyük bir haz aldığımı hatırlıyorum. En meşakkatli kısmı ise kafandakileri kâğıda dökmek yani yazma ve final kararını vermekti. Final kararı vermek gerçekten çok zor bence bu arada. Çünkü elinizde sonsuza kadar değiştirip, orası burasıyla oynayabileceğiniz bir metin var. Ama bir noktada artık buna bitti ve artık başka hiç bir şeyin değiştirmeyeceğim demek de yazarın işi. Ben ilk romanımda bunu baya net yaşadım. Bir türlü bitiremiyordum, sürekli bir yerini değiştirip duruyordum. En sonunda bunu bitirmenin de benim işim olduğunu anladım. Bunlar ilk romanım için geçerliydi fakat şu anda ikinci romanımı kurgulamaya çalışırken yaratım süreci biraz meşakkatli oldu. İşler tersine döndü. Çünkü şu anda elimde bence başarılı olmuş ve bitmiş bir iş var. Şu anda yeni bir şey kurgulamaya çalışırken yazdığım her şeyi ilk romanımla kıyaslıyorum. Sanki güçlü ve hayali bir rakibi var ve ne düşünürsem düşüneyim hep onun gerisinde kalıyor. Açıkçası elimde şu an tam kararını verdiğim bir hikâye olup onu editliyor olsaydım çok mutlu olurdum. 

Okuyucu olarak bir hikâyeden bekledikleri

Ben roman gibi roman seviyorum. Yani klasik anlamıyla başı sonu belli olan bir hikâye. Ve bu okuma serüveni bir maceraysa eğer bu yola yazarla çıkıyorum. Yazarın karakterinden izleri görmeyi seviyorum. Hiç tanımadığım bir insanın tasarladığı bir hikâyedeki tercihlerini okuyorum aslında. Bu tercihleri beni ne kadar konuda tutuyor, ne kadar az hata yapıyorsa da benim için o kadar iyi bir yazardır. Okumak hayal gücünün de işin içinde olduğu bir eylem. Hikâye benim hayalimi ne kadar keskin kılıyorsa, ne demek istediğini ne kadar net anlıyorsam benim için o kadar etkileyici oluyor. İyi yazar da benim için bunu en doğru şekilde yapabilen ve o hayali net bir şekilde kurmama yardımcı olan insan. 

Yazmak gündelik hayatına nasıl yansıyor?

O yazacağım yeni şey dosyası zihnimin geri planında açıkken gündelik hayatım, o âna kadar yaşadıklarım, anılarım, gözlemlerim, karşılaştığım insanların tavırları, tepkileri hep o dosya için çalışıyor oluyor. Bazen birisi öyle bir şey yapıyor ya da anlatıyor ki kitap için inanılmaz bir kaynak oluyor. İnsanları dinlemeyi seviyorum. İyi bir dinleyiciyim. Sonuçta bir insan tüm yaşadıklarıyla, olaylara verdiği tepkilerle eşsiz ve biricik bence. O yüzden sıradan bir insanın sıradan bir hikâyesi bile bazen çok işe yarayabiliyor. 

Kitabıyla birlikte ne gibi tecrübeler edindi? Nasıl dönüşümlerden geçti?

Benim kitabımın yolculuğu biraz zorlu oldu. Uzun bir süre yayıncı bulamadı, çok ret yedi. Normalde asla bu kadar uğraşmazdım, hemen bırakıp yeni bir şeye geçerdim ama bunda öyle olmadı. Ben hikâyemi seviyor, anlatmak istediği meseleyi düzgün anlattığını düşünüyor ve ilginç de buluyordum. O yüzden mevcut şartları çok zorladım ve onu çekmeceye kilitlemek istemedim. Hep okuruyla buluşması gerektiğini ve bu iyi ya da kötü kararını okurunun vermesi gerektiğini düşündüm. Gerçekten olabilecek en son anda yayınevi buldu ve basıldı. Ve başarılı oldu. Bu durum yazdığım yayınlanmasının yanı sıra kendi ısrarım ve kararımın arkasında durduğum için de mutlu etti. Severek ve inanarak yaptığım bir işin alıcısı ve popülaritesi olduğunu gösterdi. Kendime inanmamı sağladı. Bu anlamda çok mutluyum. Herkes tersini söylese de doğrusunu ben biliyormuşum. Müthiş bir şey bu. Kendimi tüm insanlığa karşı bir zafer kazanmış gibi hissediyorum. 

Yazmak isteyenlere tavsiyeler

Yazmak isteyenlere tavsiyem yazmaları olur. Bir fikir bence kâğıda dökülmediği sürece kafada ne kadar sağlam kurulmuş olursa olsun sonuçta bir fikir olarak kalıyor bence. Kafadaki bir fikri insanlara ulaştırmanın tek yolu da onu anlatmak ve bu işin adı da anlatılıcılık, yazarlık değil. Yazarlık harfleri ve kelimeleri basılı bir şeyin üstünde gördüğümüz mesleğin adı. Kendilerine karşı dürüst olmaları gerekiyor bence. Sonuç olarak tek bir kişinin yaptığı bir iş bu. Çok yalnız bir eylem. Yazarken sadece siz varsınız. O yüzden hikâyenin akıp akmadığını, sorun olup olmadığını, işin düzgün yürüyüp yürümediğini sadece siz anlayabilirsiniz. Çok iyi bir fikriniz olabilir ama yürümüyorsa bunu fark edecek kişi sizsiniz. O zaman ona veda kararı alması gereken insan da siz oluyorsunuz. Çünkü içinize sinmeyen bir şeyle boşa uğraştığınızda, boşa emek harcadığınızda aslında düzgün yazabileceğiniz hikayenin zamanından da çalıyorsunuz. O çok değerli zamanı ve emeği hak eden ve ilerleyen şeye harcamak gerekiyor bence. Ben kendi sevmediğim, eğlenmediğim, tatmin olmadığım hiçbir işi yapamıyorum. Önce benim o işe okey olmam lazım yani. Israrcı olmak isteyenleri de anlarım ama belki üstüne çok uğraşarak da oluyordur bu ama bende olmuyor açıkçası. Bir de küçük bir pratik öneri de bulunayım. Yazdığınız her şeyi mutlaka sesli okuyun. Bir eserin kendi sesini duymak çok önemli bence. Bu aynı zamanda editlerken de çok işe yarıyor. Bazen gerçekten gereksiz bir bağlam sesli okurken o kadar sırıtıyor ki onu atmayı ancak sesini duyduğunuzda anlayabiliyorsunuz. 

Yaratıcı yazarlıkta risk nasıl alınabilir?

Yazarlıkta risk bence o riskten emin olduğunuzda alınır. Nasıl ya da hangi aşamasında bir risk bu? Konu mu? Üslup mu? Biçim mi? Risk almak için risk almayı yine zamandan bir kayıp olarak görüyorum ben. Ama anlatmak istediğim bir hikâyeyi sadece o şekilde anlatabileceğime inanıyorsam ve denemelerim beni yanıltmamışsa o zaman o riski alırım ve hikâyemi o şekilde devam ettiririm. Sonuçta dediğim gibi nihai olarak bittiğinde olup olmadığına karar verecek ilk insan benim. Olmuşsa olmuştur, risk almak işe yaramıştır gerisi de artık yazma perilerinin işine kalmış bir şey. 

Kolajdaki fotoğraf: Ekin Özbiçer

“8 yazarın zihnini kurcaladık” dosyasının tamamı Bant Mag. No:77’de okunabilir.